Hayat Hikayeleri

Adım F., Ben Bir Alkoliğim,

Üstümü örtün… Donuyorum… Açın üstümü bunalıyorum… Ter içindeyim görmüyor musunuz? Örtün… Ölüyorum… Açın bunalıyorum… Yine geldiler… At kestaneleri… Her tarafıma batıyorlar… Bir sürü… Birini çekip koparıyorum etimden… Diğeri batıyor… Tanrım… Çok canım yanıyor… Ağlıyorum… Sadece can acısından değil… Nasıl böyle olduğuma… Hayatımı nasıl elimden kaçırdığıma… Böyle zavallı… böyle çaresiz… böyle acınası ve utanılası hâle geldiğime ağlıyorum… Arada biraz dağılıyor sisler… Biraz aklım başıma gelir gibi oluyor… Kestaneler şimdilik kayboluyor… O zaman da çok ama çok utanıyorum… Hastanedeyim…

Çok uzun bir hikâye benimki… Kısaca anlatılırsa acısından, tadından ve değerinden kaybeder mi bilmiyorum… Ama denemeye değer. İlk içkimi geç sayılabilecek bir yaşta, tam 19 yaşımda tattım… O zamana değin çok seyrek içtiğim bir bardak biralar hariç… İlk defa 19 yaşımda sarhoş oldum. Nasıl da hoşuma gitmişti. Nereden bilebilirdim en büyük düşmanımla tanıştığımı. Kurnaz ve güçlü. Güçlü ve şaşırtıcı. O, o kadar güçlü ve ben de o kadar hazırmışım ki kanmaya, 2-3 yıl alkol almam, alkolik olmama yetti ve alkolle balayı bitti. Efendi ve köle yer değiştirdi. Artık onun dediği oluyordu. Hepimizin bildiği şeyler geldi başıma… Öğretim görevlisiydim ve bazen arkadaşlarımdan içki için borç dilenirdim. Çok iyi bir aileye mensuptum. Hele babam, hele babam. Hâlâ andıkça burnumun direğini sızlatan babam… Nasıl da uğraştı benimle… Ama o acemi, ben acemi… Beceremedik ve babam ben aktif alkolikken öldü… İçkiyi bıraktıktan sonra geri getiremeyeceğim en acı gerçeğim bu… Tek umudum ona malum olması. 14 yılı aşkın süredir içmiyorum ve karınca kararınca alkoliklere yardımcı olmaya çalışıyorum… Ve umarım babam beni görüyordur… Doktorlara ilaç tedavisini reddettiğimi söyledim… Sayısını unuttuğum kereler yattım hastanelerde… Ve her defasında uyutuldum ilk 4-5 gün… Öylesine bıkkın ve öylesine kararlıyım ki bu kez, çok acılı ve riskli olacağını bile bile, acı çekersem belki yeniden başlamam düşüncesiyle ilaç ve serumsuz yatıyorum hastanede… Deliriuma girersem müdahale edilecek sadece…

Diyarbakır Tıp Fakültesi… Üçüncü gün bugün… Yemekleri de geri çeviriyorum… İlk gün özenerek aldırdığım çeyrek ekmek arası köftenin yarısı duruyor… Arada eşim geliyor yanıma ama yabancı gibi bana sanki… At kestaneleri daha sık geliyorlar… Uyumaya korkuyorum… Karabasan görüyorum anında… Örtünsem sıcak… Örtünmesem donuyorum… Tek kişilik bir odadayım. Tanrım, geceleri çok korkuyorum… Işığım sürekli açık… Bilincimin yerinde olduğu seyrek anlarımda kendimi inceliyorum aynada… Gördüğüm şey gecelerden de korkunç… Bakalım bu enkazın ne kadarını kurtarabileceğiz…

23 yıl aktif içicilikten sonra doz iki büyüğe dayandı. İçki alma isteği de dört saate. O zaman yaşım 44 ve ilk evliliğim çoktan bitmiş. Şimdiki eşim de bana dayanabilme sürecinin sonlarında. Altı yıllık evliliğim utanç dolu. Beni çok seviyor eşim. Ben de onu. Ama alkolü daha çok seviyorum. Gündüz içtiklerim bir yana, gece de eve gelirken bir yerlerime bir büyük saklayıp geliyorum. Tabii sadece ben sakladığımı sanıyorum. Evde, arabada, işyerimde içki saklı her yerde. Her dört saatte bir içmem gerek. Gece yarısı genelde üçte uyanıp içiyorum. İçkimle arama girmek isteyenlere, her şeyi yapıyorum… Buna şiddet de dahil. Ve A.A. ile tanışıyorum. Bir TV programı seyrediyor eşim. Şimdi rehberim olan (ağabeyim ve benim filozofum, dostum) Şeref ağabey anlatıyor kendini. A.A.’yı anlatıyor. Hemen telefona sarılıyor eşim. “Anlattıklarınızın fazlası var eksiği yok” diyor. Telefonumu istiyor Şeref ağabey. Eşim, “Haberi yok kızar belki” diyor ve ilk A.A. dersini alıyoruz bilmeden. “BİŞİ OLMAZ EVLAT” diyor Şeref ağabey. “Bir şey olmaz ne derse desin. Sen ver telefonunu”… Ve A.A. ile tanışıyorum. Telefonda… Aslında içkiyi bırakmayı herkesten çok istiyorum. Ama yolu yok ki bunun… Nasıl içmeden yaşanır ki? Ellerim sadece içince titremiyor. İçmeden imza bile atamıyorum. İçimdeki panik sadece içince yatışıyor. AMATEM’in, hastanelerin ve bir sürü psikiyatrist ve psikoloğun yapamadığını kıçıkırık bir grup mu yapacak? Bu hislerle konuşuyorum Şeref ağabeyle… Fazla önemsemiyorum… Amaaaa, bu adam ve bazıları içmemeyi becermiş… Bir soru işareti kazınıyor kafama… İş yerindeyim ve çekmecemdeki içkime sarılıyorum… Boş ver ya… Belki de hem içiyor hem de içmiyoruz diyorlardır… Evet kesin öyledir… İçmeden olmaz ki…

Ertesi gün… Bir telefon da Adana’dan bağlanıyor bana. Bu kez de Erol diye biri. A.A.’danım, diyor. Haydaa. Ne istiyor bu adamlar benden? Onu da idare ediyorum. Bakalımlar, inşallahlar falan. Nereden bilirdim ki A.A.’dan ilk tanışacağım kişi olacak yüz yüze… Ve huzur dolduracak içime bilge kişiliğiyle… Veee, hastanedeki beşinci günüm. Akşam tam 8 saat uyumuşum… Karabasansız ve uyanmadan deliksiz… Tanrım bu olabilir mi? Karnım da acıkmış. Personeli çağırıp kahvaltı istiyorum… Adam şaşırıyor beni görünce… Beni alıp götürüyorlar. Hastaneye girerken çekilen EEG bozuk çıkmış, yeniden çekecekler… Laborant da tanımıyor beni. Beş gün öncesine göre o kadar değişmişim… Bir gecede… İçim umutla doluyor. Beş gündür içmiyorum ve ellerim falan da titremiyor. Tanrım bana yardım et. Bu devam etmeli… Aklıma A.A. geliyor… Bana bir sürü kitap yolladı Şeref ağabey. Kapağını açmadığım… Onları okumalıyım. Doktora, beni taburcu et, diyorum… Yarına, diyor, acele etme…

Hastaneye son kez yatmaya karar verişim, dibe vurmamla başladı. Abant’ta kolej arkadaşları toplanacaktık. Oraya varıncaya kadar fazla içemedim yolda. Tam kurulu masaya oturdum ki… Bommmm. Alkole bağlı epileptik kriz… Deliriumla karışık. Ağzım yüzüm birbirine girmiş, bayılmışım. Aramızda doktor arkadaşlar var. Hemen müdahale etmişler… Ama bana alkol vermek kimsenin aklına gelmemiş. Yarım saat sonra kendime gelmişim ama sadece vücudum… Aklım kayıp tam iki gün süreyle… Bir ceset gibi kimseyi tanımadan… Hatırlamadığım iki gün… Sonra sisler açılmaya başladı yavaştan… Yolun sonu görünmüştü… Dönüşte hastaneye yatmaya ve A.A.’yı denemeye karar verdim… Bu son şanstı…

Eve döndük yollarda içe içe araba kullanarak… Tekrar bayılmamak için içmem gerekiyordu. Döner dönmez A.A. kitaplarını okumaya başladım… Çalışması gerek… Çalışması gerek… Doktorla konuştum… Ve aslında almamam gereken o kararı aldım… İlaç ve serum almayıp o acıyı tadacaktım… Yanlış ve çok riskliydi ama bence öyle yapmam gerekiyordu… O acıyı çekersem unutmam diyordum. Öyle de yaptım ve hâlâ unutmadım… Hastaneden taburcu oldum… Sudan çıkmış balık gibiyim. Ama bu kez sonuna kadar direneceğim… Ta içimden kararlıyım…

Ve İçimi Bilen, Bana Şahdamarımdan Yakın Olan Tanrı, Kendim İçin Yapamadıklarımı Benim İçin Yapmaya Başlıyor Anında… Vaatler Çalışmaya Başlıyor…

Diyarbakır’da sekizinci senem… Olağanüstü hâl yasalarına göre, bu bölgede üç yıl görev yapanlara istedikleri yere nokta tayin yapılıyor… Ama üç yıldır uğraşmama ve araya milletvekili ve bakan bile koymama rağmen, yerime kimseyi bulamadıkları için benim tayinimi yapmıyorlar. Ve benim umudumu kestiğim için uğraşmaktan çoktan vazgeçtiğim tayinim, hastaneden çıkışımdan bir hafta sonra kendiliğinden çıkıp geliyor. Yanıma hanımı da alıp, ev tutmak için Mersin’e gidiyoruz. Ama daha önce Adana’ya uğrayıp, Erol ağabey ve eşiyle tanışıyoruz.

Erol ağabey o zamanlar 1,5 yıllık ayık. Bense henüz 20 gün… Onu gördüğümde içimi bir huzur kaplıyor. Yemek yedikten sonra ilk A.A. toplantımı yapıyorum… İki kişilik ama dolu dolu bir toplantı… Aklımda kalan tek şey, içmediği hâlde Erol ağabeyin çok mutlu ve huzurlu görünümü. Şaşırıyorum… Ha gayret… Bir şeyler uyanmaya başlıyor içimde.

Mersin’de bir yalnız A.A.’lı olarak başlıyorum yeni hayatıma… Her eve gelişimde hanım gözlerime bakıyor ve bana hissettirmeden kokluyor beni. Bazen kızıyor, bazen gülüyorum… Kim bilir neler hak ettim ben yıllardır… Bu arada her hafta ya biz Adana’ya gidiyoruz ya da Erol ağabeyler bize geliyorlar… Haftada bir toplantılarımız tam iki yıl kesintisiz devam ediyor. Büyük toplantılara katılmaya başlıyorum. A.A.’yı anlamaya ve özümsemeye başlıyorum. Kuş gibi hafifim. Bu kez becerdim galiba.

 

Yıllar Geçiyor…

Bu arada önce, daha sonra dağılacak 1. Mersin Grubunu, daha sonra da Tarsus Grubunu kurmayı nasip ediyor Tanrı bana… Sonra yine ve hâlâ devam eden Mersin Grubunu iki kişiyle tekrar ve eczanemin bir köşesinde kuruyorum… Anlatmamam gerek belki bunları ama gerçekten de öyle gurur duyuyorum ki… Affedin beni… 14 yıla yaklaşıyor ayıklığım… Artık bıraktım mı ne…

 

Ve Ateşle İmtihan

A.A.’da gelişme süreci hiç durmuyor. 12 yıllık oluncaya kadar yarı şaka yarı ciddi “Eğer bir gün iki ay ömrüm kaldığını öğrenirsem, oturur içerek adam gibi bir ayda ölürüm” derdim… Şeref ağabeye de onaylattırırdım üstelik… Ama sonraları bu düşüncem değişti… O durumda bile içmem demeye başladım… Nereden bilebilirdim ki, güzel Allah’ımın beni test edeceğini… Mayıs ayı, Antalya büyük toplantısı… Yıl 2007. Gitmeden önce çok fena öksürüğüm vardı ama ilaç alıyordum ve geçmeye başlamıştı…

Sabah öksürükle kalktım ve 57 yıllık ömrümde yapmadığım bir şey yaptım… İfrazatı yutmadım ve lavaboya tükürdüm… Ne dürttü beni bilmiyorum… Yarısı kandı… Hemen röntgen ve tomografi… Akciğer kaynaklı ve karaciğere, böbreklere, karın boşluğuna, boynuma ve omurga kemiklerime metastaz yapmış KANSER… Sonradan beynimde de olduğu anlaşıldı. Elimde tomografi raporu, hastanenin taş merdivenlerine oturdum kaldım. Taş çatlasa iki ay ömrüm vardı… Ve başkaca hiçbir şey düşünemeden dudaklarımdan yüksek sesle ve tam olarak şu cümle döküldü kendiliğinden… “Ben Bu Sebepten İçmeyeceğim.” Sonra oturup bir güzel ağladım… Asla isyan geçmedi aklımdan… Asla neden ben demedim… Şimdiye kadar bir dolu güzellikler yaşatan Tanrı, şimdi de bunu vermişti. Kabul edecek ve mücadele edecektim… Aradan yedi ay geçti… İlk tedaviye çok iyi cevap alındı… Ama tekrarlayan cinsten ve iki tedaviden sonra da cevap vermez olurmuş… Tekrarlamamasını istemek ve ummaktan başka çarem yok… Mücadele gücüm ve moralimle doktorumu bile şaşırttım… Etrafımdakileri de… Ama insanların hesaba katmadığı bir güç var içimde benim… A.A. öğretileri… A.A. mensupları… Belki bu hastalıktan öleceğim… Ama söz verdim ya ilk gün… Bu sebepten içmeyeceğim diye… Bu sözümü tutacağım sanırım… A.A. beni Tanrıyla barıştırdı. Kendimi sevmesini öğretti… Hiç bilge olamadım belki ama yaptığım bazı şeylerden gurur duyuyorum… A.A. sayesinde eşim ve çocuklarıma yeniden kavuştum… A.A. sayesinde hayatta yaşanması gerekenleri adam gibi yaşamayı öğrendim… Ve umarım uzaktadır ama… A.A. sayesinde ölümü de yaşanması gereken bir olgu olarak görüyorum… Çok acılı olmasın yeter… Ve hastalığımı öğrendiğim gün bir şey daha öğrendim… En azından kendime yetecek kadar A.A.’lı olabilmişim… Yetmez elbette… Ama A.A.’ya gelebildiğim sürece gelişeceğimi de biliyorum… Yaşadıklarım ve hissettiklerim bu kadar değil elbette… Ama bu yazdıklarımı özellikle yeni ayıklar bilsin istiyorum… A.A.’lı olup da ilk ayık ölecek olan da ben değilim biliyorum… Ama asıl mesajım ufacık nedenlerle ayıklığına son verenlere… HİÇBİR ŞEY İÇMEYE DEĞMEZ… Zaten eğer içseydim, tedavi de olamazdım… Aranızda olamazdım bir sonraki Alanya toplantısında… Çok büyük keyifler yaşayamazdım… Bu arada… Hastalığıma benden çok üzüldüklerini bildiğim… Ama bana moral vermekten ve destek olmaktan asla vazgeçmeyen, eşime, çocuklarıma, Şeref ağabeye ve saygıdeğer eşi Güler Hanım’a, AA’ dan Ayşe Hanım’a, İzel’e ve Tüm AA’lı dostlarıma şükranlarımı sunuyorum… Onlar olmasaydı bu mücadelem kesin eksik kalacaktı… Hepinizi çok seviyorum… Tanrı hepimize uzun, ayık ve mutlu bir ömür bağışlasın…

 

 

 

Adım A., Ben Bir Alkoliğim,

1955 yılının Ağustos ayında Güney Doğu’nun bir kasabasında memur bir babanın ve ev hanımı bir annenin en büyük çocukları olarak dünyaya geldim. Benden sonra üç kardeşim daha ailemize katıldı. Böylece altı kişilik mütevazı bir aile oluşturmuştuk. Tahsilimi babamın memuriyeti dolayısıyla değişik yerlerde yaptım. Hatırladığım kadarıyla çocukken içime kapanık ama hep diğer insanlara kendini kabul ettirmeye ve hep ön planda olmaya çalışan bir yaradılışım vardı. Şimdi çocukluğuma baktığımda pek de kötü olmadığını görüyorum. Ama nedense ben hep huzursuzdum. Derslerimde kötü olmama rağmen sanat ve sporda gayet iyiydim. Tabii bunlar benim ön plana çıkmamı kolaylaştırıyordu.

Alkolle küçük yaşta tanıştım ve ailemde alkol alan birçok insan vardı. Babam, amcamlar ve dayım iyi içicilerdi. Tabii ki de öyle olmalıydı çünkü “erkek adam içerdi.” İlk alkolümü de bu düşünceyle almıştım. Ama o ilk kadehin daha sonraları hayatımın tek gayesi olabileceğini nereden bilebilirdim? Lise birden ayrıldıktan sonra konservatuvar deneyimim oldu. O zamanlar alkolüm tam olarak ilerlemediği hâlde nedense her şeyden çok çabuk sıkılıp, yarım bırakıyordum. Müzikle aram iyiydi ve bir orkestra kurarak salonlarda çalışmaya başladım. İşte bu sıralarda alkolüm artmaya başlamıştı ve yaşım 18 olmuştu.

19 yaşıma geldiğimde babam ve iki erkek kardeşim bir trafik kazası geçirdi. Gerçekten büyük bir kazaydı. İşte o günlerde ilk black-autumu yaşadım. O günler gerçekten benim için çok kötüydü. Kısa zaman sonra askere gittim. Kötü günler yaşıyordum. Yaşamımla ilgili her şey gün geçtikçe daha zorlaşıp kötüleşiyordu. Ama hâlâ içimde bir umut vardı. Bu kötü günler geçecek ve her şey düzelecekti.

Askerliğimi beş senede bitirebildim. Tahmin ettiğiniz gibi dibe vuruyordum. Ama 17 sene daha direndim. Bu zamanlar içerisinde üç evlilik yaptım ve ayrıldım; hiçbir işte uzun süreli ve düzgün çalışamadım. Yaşamım bir süre içinde bir üçgen üzerine kurulmuştu. A.A.’yı tanımadan önce bu üçgenimin bir köşesi “para” idi. Nereden ve nasıl kazanıldığı hiç önemli olmayan ama kazanmak için her türlü dalaverenin çevrildiği yıllar. Diğer köşede “alkol” vardı ve “Ben çok iyi içerim” mantığı ile geçen yıllar. Üçüncü köşede ise zevk ve eğlence vardı. Bir insan olarak kendine ve çevresine olan sorumluluklarını yerine getiremeden geçen yıllarımda kendimi hep özgür zannettim. Bu da benim için akıl sağlığımın ne derece yerinde olduğunun bir göstergesidir. Birkaç kere psikiyatrik tedavi gördüm.

İkinci hastane tedavimden çıktıktan sonra A.A.’ya geldim. İlk günler kendimi huzursuz hissetsem de gelmeye devam ettim. Zaten yapacak bir şey yoktu ve yaşamımla ilgili her şeyi bitirmiştim. Sadece ayık kalmak istiyordum. 42 yaşındaydım ve ilk defa kendimi bir yere ait hissediyordum. Grubumda kısa zamanda bana görev verilmişti. O zamanki algılamalarımla yapabileceklerimi yapmaya çalıştım. Ama şimdi baktığım zaman bir ton hatamın olduğunu görüyorum. Bu hatalar aynen aktif alkol dönemimdeki hatalarım gibiydi. Bu dönem, A.A.’da her zaman söylendiği gibi dürüst olmayan davranışlar, bencillik, hep öne çıkmak duygusu, şişkin bir ego gibi bir sürü kusurlarla geçmişti. Ama bir yandan da programın kıyısından köşesinden bir şeyler yakalamaya çalışıyordum.

Birinci, ikinci, üçüncü, basamaklarımı yapmıştım. Üstün gücüme inancım gelişmeye başlamıştı ve bir şekilde iç dünyam ve yaşamımda düzelmeler başlamıştı. Fakat bu arada ben tekrar kendi kafamdaki programımı çalıştırmaya başlamıştım; ne yazık ki bunların hiçbirinin farkında değildim o zaman, 9 aylıkken A.A. ile duygusal bir ilişkiye girmiştim, aslında gün geçtikçe ayık olarak da dibe gidiyordum. Nitekim her şeyin güzel olduğunu zannettiğim bir zamanda kaydım. Sebepler, bahaneler ve netice… Ben bir alkoliktim ve A.A. programı bana her şeyi söylüyordu ama ben bir taraftan hâlâ direniyordum. Kendi kafamdaki programın beni ayık tutacağına inanmıştım. Kaymadan bir hafta önce rehberim “Nasılsın?” diye sormuştu. Ben de “Her şey çok güzel gidiyor” demiştim. O da “Aman kendine dikkat et! Her şeyin iyi gitmesi bir alkoliğin zayıf zamanlarından birisidir” demişti. Ben bu söze gülüp geçmiştim ama sonraları anladım ki kendimi onların yerine koymamı sağlıyor ve ben güçlüyü oynayarak alkolikliğimi unutuyordum. A.A.’da kaymanın ne kadar korkunç bir şey olduğunu yaşamış ve görmüş bir alkolik olarak birkaç ay sonra A.A.’dan tam kopmadan tekrar A.A’ya dönüş yaptım.

Bu satırları yazarken 46 yaşlarımın son anlarındayım ve bu yaşta ancak bir şeyler öğrenebildim. Bugün yaşamımda ne olursa olsun tek önceliğimin ayıklık olduğunu biliyorum. Bugünkü yaşam üçgeninim bir köşesinde huzurlu bir ayıklık, bir köşesinde üstün gücüm ve diğer köşesinde de A.A. var… Tanrım, bana verdiklerin, benden aldıkların ve bana bıraktıkların için ŞÜKRAN DOLUYUM…

 

 

Adım B., Ben Bir Alkoliğim,

Onulmaz (Sanılan) Alkolik… 1 Ocak 1992 sabahı çok kötü uyandım. Rezil bir gece, bir yılbaşı geçirmiştim. 31 Aralık günü hastane raporları gelmiş ve birlikte oturduğum arkadaşımın beyninde ur olduğunu öğrenmiştik. Babam öleli daha dört ay olmuş olmamış bir de bu durum yaşantıma tuz biber ekmişti. Bunu duyunca parçalandık ikimiz de. Orda burda içip, annemin evinde sızdım. Artık içtiğim içkinin dozu önemli değil. İçiyorum sızıyorum, uyanıyorum içiyorum. Kendimden iğrenip gene içiyorum. Yaşadığım apartmana rezil olmuşum, annem ve ablamla ilişkim berbat. Ağabeyim babamdan kalan tüm mal varlığını tek başına elde etmek için 14’e yakın dava açmış bize, aile paramparça, arkadaşım bir başka parça, ben tuz buz.

Annem beni 1 Ocak günü Dr. B’ye götürüyor. Halbuki rahmetli Melahat Aksel’den öğrendiğim gibi Atlı spor kulübünde atlarımı severek girerdim eskiden yeni yıllara. Şimdi bu tatil gününde kalkıp içki tedavisine başlamak garibime gitti ama bu defa iyileşmeye, içkiyi bırakmaya daha bir gönüllüyüm. İçimde acabalar yok. Ne denirse yapmaya hazırım. İçen benden çok sıkıldım. Allah’ım bu sefer bari yardım et…

Görüşmeden sonra muayenehanenin kapısından çıkmadan doktora bir de şu Amerikan Hastanesinde toplanan Adsız Alkolikler Grubunu soruyorum. Dr. B. öylesine “Boş ver, senin bırakmaya çalıştığın kimlikte bir sürü içen insanın yanına gidip de ne yapacaksın?” dedi ki, içimde bu sözlerin hiç de gerçeği yansıtmadığına ilişkin çok derin bir inanç doğdu. İyi ki de böyle bir duygu olmuş içimde. Ertesi gün ulaştım C.’ye ve randevu aldım. Hemen Salı akşamüstü hastanenin toplantı yapılan kantininde buluştum C. ile. O sahneyi hiç unutmak istemem. sekiz senedir ayık olduğunu söyleyen bu alımlı hanımefendi benim içinde bulunduğum bu çıkmazdan geçip kurtulmuş muydu yani? Ayrıca insan sekiz sene içmeden durabilir miydi? O güne değin benim rekorum en fazla üç ay olabilmişti o da ya deri altına ilaç konulduğu için ya da doktor kontrolü altında mutluluk haplarıyla oyalanarak. Hanımın o anki ışıltısı hiç de inanılır gelmedi bana. Gene de “boş ver, içerisi kalabalık, belki kafama uyan birileri vardır aralarında,” deyip girdim kantine. Nasıl oldu da o gün ukalalığım tutmadı veya ezilip kaçmayı düşünmeden girdim o odaya. Ne kadar isabetli ve hayati bir anmış o saniye. Bu andan bahsederken Tanrı’nın içime işlediği an olarak değerlendiriyorum bunu.

Alkolü bugüne değin ellemediğim değişim sürecim başlamıştı toplantı odasının kapısından içeri girdiğim anda. Evren de beni önüne katıp sırtımdan desteklemeye işte tam o anda başlamıştı. Yoksa nasıl bazı sivri grup üyelerinin fanatizm bulaşmış süper egoları toplantılara içkili girdiğim hâlde konuşmamı engellemezdi. Nişantaşı Adsız Alkolikler grubunun beni kabul eden saygın üyelerine yürekten iyilikler dilerim.

Hastalığım amacına ulaşmış, beni yeni bir yöntemle başarıyla tanıştırmıştı. Kendini geliştirme programı. Doktorun üzerine 12 basamak programının gereklerini de ekleyerek yeni yaşamıma merhaba dedim. Yazmak kadar kolay gerçekleşmedi bu günlere ulaşmak ama grup, arada bir iki kayma, hastane, 90 gün 90 toplantı derken nihayet 8 Ağustos 1992 sabahı ayıklığa tutundum.

Alkolle sekiz yaşımda tanışmış ve sarhoşluğu çok sevmiştim. 17 yaşımda tutmakta olduğum günlüğe alkolü bırakmadığım taktirde ne Avusturya’da üniversite okuyabileceğimi ne de hayattan mutlu bir beklentim olabileceğini yazmıştım. 1975 yılında Graz’da yaşamaya başladığım andan itibaren alkolün vücuduma yayılması da yoğunlaştı. Alkol alt enerji grubuna ait bir olgu diye düşünüyordum. Belki de bunun için sarhoşlukla birlikte aşağı doğru maddi manevi bir düşüş de başlıyor. Duygular dibe çöküyor, tortular boğucu oluyor. Karamsarlık doluyor insan. Ben içen beni de sevmemiştim aslında. Ama organlarımın alkolle çalışmaya geçtiği noktayı fark etmeden atlayıvermiştim. Gün geldi artık ellerimin titremesini önlemek için içtiğim ilk yudum sızana kadar sürmeye başladı ve sıkıştım kaldım kısır döngünün içine. O kadar ki bunun bir tedavisi olabileceğine dahi inanmıyor, alkolsüz bir yaşam düşünemiyordum. Önceleri içmeden yaşayan ot insanlara aslında gıpta ettiğimi aslında itiraf etmeliyim. Artık içkiyi durduramıyor, zamanı içme ve sızıp uyuma olarak algılıyordum. Çevremdeki insanlar uzaklaştı yavaş yavaş. Köpeğim bile yüzüme bakmaz, perdenin ardında yaşar olmuştu. Dışarı çıkacak gücüm de olmadığından eve içkiyi telefonla sipariş vererek, makarna ve tuvalet kâğıdının yanına bir de içki ekliyordum. Bahanelerle satın almış olduğum malzemeler neredeyse üç yıl yetti sonradan bana.

Önceleri ailemin kara leke ve ayıp olarak nitelendirdiği, ilk sarhoşluklarımı ceza ile engellemeye çalıştıkları alkolizmin pençesine düşmüş olmayı bugün bir nimet olarak görüyorum. İlk iyileşme programım olan 12 basamak programına ve bu programın bana ulaşmasını sağlayan herkese şükrediyorum, her gün dua ediyorum…  Ben bu program sayesinde bu bedenli geçen 3. boyut yolculuğumda, var oluşumumun özüne ve keyfine varabildim. Varlık olarak Yaratanın gözleriyle, yaratılanı, maddeyi ve canı yakından tanıyarak, Bire Dönüş olan doğuşumun amacına erdim. Aslında hepimizin seçilmiş, hepimizin çok özel olduğunu Adsız Alkoliklerin arasında ayılarak gördüm. Yaşantının masaya yatırılıp, çözüm arandığı bir ortam olan gruba dahil olmanın verdiği samimiyet teslimiyeti de kolaylaştırdı. Bu programı yaşantıma geçirmenin keyfini tanımıştım.

Eski huylarım, alışkanlıklarım değiştikçe kafamdaki çevreye daha yakışan bir resim ortaya çıkmaktaydı. Bu da huzur veriyordu bana… Rutgers Üniversitesi Alkolizm Yaz Okulu dersleri de pekiştirdi programı benliğimde. Evet içmiş, sarhoşluğun her katında at koşturmuştum ama yadsıyamadığım bir gerçek vardı ortada, öyle ya da böyle 21 sene içki yüzünden çok zaman kaybetmiş ve sorun yaşamıştım. Artık değişme zamanıydı. Bir huyumu değiştirmeye veya diyete başlamaya karar verirken başlangıç kronometresini yarına ayarlıyorsam daha bu kararımı uygulamaya hazır değilim demektir. Uygulamaya başlama anı şimdi olmalıdır. Erteleme olduğunda üşenmek ve vazgeçmek de onu takip edecektir.

Program sayesinde hayatımı sadece 24 saate göre yönetmeyi öğrendim. Önceleri ayık kalmak için seçtiğim 24 saatlik süreçler giderek yaşama süreci olarak da hayata yerleşti. Rakip 24 saat olarak tanımlanınca insanın gözünde büyümüyor, alt edilebilir geliyordu. Huzurlu ve ayık geçen bir 24 saat de yeni günün dolu bir enerjiyle başlamasına yardım ediyordu. İçki içtiğim sürelerde dünün sarhoşluğu, itiraf edemediğim dünün utancı bugünün zaten azıcık olan enerjisini de tüketiyor ve güne beni eksilerle başlatıyordu.

İçkiyi Adsız Alkolikler grubunun yardımlarıyla bıraktıktan sonra uygulamayı sürdürdüğüm 12 basamak programı yaşantımı arzu ettiğim düzeye getirmemi sağladı. Ben olabilmek için öncelikle “Var Olmam” gerektiğini kavradım. İçki içerken ben ile yaşadığım hayat hiç birbirine uymamaktaydı. İçtiğim zaman farklı oluyordum, halbuki içmekteki amacım ben kalarak farklı boyuta geçmekti, farklı boyutun beni gerçekte değiştirmesini istemediğim hâlde. Sonunda anladım ki alkolizmin içilen bardakla bir ilintisi yok. Belli bir düzeye ulaştıktan sonra kişiliğe öyle değişiklikler yerleşiyordu ki yaptıklarım veya düşündüklerimin benimle alakası kalmıyordu ve hastalık sisteme işledikten sonra artık kaybedilmiş bir benlik karşımdaydı ki ben onu hiç sevmedim. Bugün artık Adsız Alkolikler Grubunun içimde uyandırmış olduğu “Öz” sayesinde 51 yaşında, huzurlu ve mutluyum. O kadar ki kendimi tanrısal kaynaktan akan nehrin içinde yüzen nilüfer çiçeği kadar olağan ve taze hissediyorum. Işık ve sevgi doluyum.

 

 

 

 

Adım B., Ben Bir Alkoliğim,

1 Ocak 2000. Sevgili arkadaşlar bugün 15. ayık günüm ve yeni yılın ilk günü. Öncelikle paylaşmak istediğim şey, bir aydır kafamı kurcalayan (kesinlikle kayma sebebi olmayan) ama faktörlerden biri olan duygusal karmaşaya son vermiş olmanın hafifliğini taşıyorum. Eğer kaymasaydım, 10 gün sonra bir yılım dolmuş olacaktı. Bu karşı cinsle yaşadığım ilişki, eminim bana çok şey öğretti. Tanrı o olayları yaşamamı istedi ve yaşadım. Ama O’na son üç gündür “ilişkiyi bitirmem için bana güç ver” diye dua ettim ve Cumartesi akşamı son noktayı koydum. Canım çok acıyor ama hafifim çünkü biliyorum ki, kafamda da bitirdim. Yani çok açık bir kapı bırakmadım. Bunu özellikle yaptım çünkü açık kapı çok minnacık bile olsa ben olayı kafamda bitiremiyorum. Eminim, canım iki-üç gün yanacak ama klasik bir şekilde geçecek. Mühim olan bu ilişkide yaşadığım olaylardan gerekli dersleri alıp almadığım. Bence aldım, en azından minnacık da olsa birkaç ufak ders aldım. O’na dua ediyorum, O bana gerekli gücü verecektir ve ben çok kısa zamanda eskisinden daha güçlü olacağım.

İkinci paylaşımım içtiğim günlere ait. Hatırlayamadığım bir gündü, onunla bir gece kulübüne gittik, dans ettik (bol bol içtim!) ama yeteri kadar değildi çünkü sapıtırsam ona rezil olabilirdim. Neyse gece epeyce ilerledi, ben onu evine Etiler’e bıraktım. Kendi evim de Erenköy’de olduğu için karşıya geçtim ama dedim ya daha yeteri kadar içmemiştim. Kadıköy’den sahil yolunda giderken durdum, bir ufak rakı aldım ve Caddebostan sahiline arabayı park ettim. Sonra yürüye yürüye denizin kıyısına vardım ve bir taşa oturup etrafa baka baka o rakıyı bitirdim. Ama bu defa da fazla gelmişti çünkü zaten evveliyatı vardı ve o an yürüyemeyeceğime, orada uyumam gerektiğine karar verdim. Sonra annemi düşündüm, içki içtiğimi biliyordu kadıncağız. Meraktan komaya girerdi ve ikinci kararı uygulamaya karar verdim. Üstümde kot pantolon, bot, gömlek ve palto vardı. Ben denizde yürümeye başladım, bacak hizama geldiğimi görünce balıklama daldım suya. İnanın ama sadece inanın hiç üşümedim sadece biraz ayıldım. (Belki üşümüşümdür de hatırlamıyorum.) Neyse sonra koşa koşa arabaya gittim. Bu arada yoldan geçen arabalar filan durdu “denize mi düştün?” diye. Tabii ben kimseye aldırmadan eve gittim. En iyisi oydu çünkü annem beni hiç görmeyeceğine denizden çıkmış hâlimi görmesi daha iyiydi.

Eve gelince anne, baba, kardeş anlayacağınız tüm ev halkı beni karşıladı. O güne dair hatırladıklarım bunlar. Ayıldıktan sonra ne ben onlara o geceyi sordum, ne onlar anlattılar ama inanın içtiğim her gün buna benzer birçok olay yaşadım.

12 Ocak 2000. Merhaba arkadaşlar;

Zor günler geçirmiştim ve bunları toplantıda olduğu gibi sizinle de paylaşmıştım. Araya yılbaşı girdi. O geceyi gruptan arkadaşlarla beraber geçirdik, harika bir geceydi. Ertesi gün ve onu takip eden günler beni gene zor günler bekliyordu. Bir ilişkiye nokta koydum ve sonra onu takip eden günler, klasik sıkıntılar; sonra bayram oldu ve günler geçmeye devam ediyor. Neyse ki şu aralar manen fırtına sonrası sessizlik hüküm sürüyor. Tanrı da benden yardımını esirgemiyor şükürler olsun ki onsuz asla yapamazdım. Yani zor günlerimde dua etmek ve meditasyon yapmak beni müthiş mutlu kıldı. İçim o zaman huzur doldu ve sıkıntılarımdan bir nebze de olsa kurtulabilmeyi başardım. Şimdi daha iyiyim, daha güçlüyüm ama dualarımı ve meditasyon yapmayı asla ihmal etmiyorum ve günüm için Tanrı’ya şükrediyorum. Bu sayede zor günlerin de aşılabileceğini ve keyifli günleri yakalamanın çok zor olmadığını öğrendim. Artık hayatta bazı manevi zevklerden tat almayı öğrendim. Mesela başka birine yardım etmek veya insanlarla iyi ilişkiler kurmak gibi. Bunlar eskiden (ayıkken bile) fazla önemsemediğim şeylerdi ve inandığım değer yargılarından değildi. Ama artık başka bir insana yardım edebilmek beni mutlu kılıyor. Bir şeyleri kıyısından, köşesinden yakaladığıma inanıyorum ve bu yakaladığım ipin ucuna sımsıkı sarılacağım. Eminim ayıklığıma giden yolda önemli temel taşları olacak.

16 Mayıs 2000. Herkese selam. Askerlik bitti. Üstümden en ağır yük kalktı ve artık önümün daha açık olduğunu hissedebiliyorum. Bir ay bile olsa İstanbul ve sizlerden ayrı kalmak koydu bana. Ne kadar özlemişim İstanbul’u size anlatamam. Askerde hayatımı gözden geçirme kararını daha gitmeden vermiştim ve gerçekten düşünecek bolca vaktim oldu. Hatta hayatım ile ilgili radikal kararlara gene asker ocağında imza attım. Öncelikle çalışmaya başlama zamanının geldiği fikri netlik kazandı. Bu zor bir seçimdi ama yukarıdan gelen sesle hareket edince doğru kararı verdiğime olan inancım sonsuz oldu. Genel olarak düşündüğüm konu ise 1.5 yıl önce gruba geldiğimde, inancı olmayana umudu hiç olmayan hayattaki zevklerin benim için olmadığına inanan B.’nin yerinde yeller esiyor. En kötüsü içkinin ömrüm boyunca sırtımda bir kambur olacağı düşüncesi bunu yalnızca durdurabileceğim ama zaman zaman geri döneceğim düşüncesi net bir şekilde belliydi kafamda. Hâlbuki o zaman ben o kadar yanılıyordum ki. Yapması gereken tek şey gruba devam etmekti, o da öyle yaptı zaten.

Şu an geldiğim noktada içki isteği yok ve içki problemim de yok çünkü onu yukarıya devrettim. Artık o Tanrı’nın problemi ama tabii yapmam gerekenleri ve görevleri iyi biliyorum. Toplantılara gitmek A.A. yayınlarını okumak dürüst iyi ve alçakgönüllü olmak; kısaca A.A. tarzı yaşamı tam anlamıyla benimsemek. Eğer bunları yerine getiremezsem çok kısa zamanda içki problemini geri alacağımı ve akabinde içkiye başlayacağımı çok iyi biliyorum. Üçüncü olarak artık hayata dair korkularımın azaldığını ve bu korkuların yerini şimdi Allah sevgisine bıraktığını açıkça hissettim. Dürüstçe söylemek gerekirse henüz tüm korkularımı aşmış değilim. Fakat yol kat ediyorum. En önemlisi 1.5 yılda o, benim gözümde büyüyen tüm problemleri fazlasıyla çözdü. Yanlış anlaşılmasın her bir isteğime karşılık üç verdi. Bu yüzden ona katrilyonlarca kez şükrediyorum ve hâlâ çözmeye devam ediyor. Bir yıl önce biri gelip “Bak arkadaş bir yıl içinde hepsi çözülecek” dese ya da “Sen uzaya gideceksin” dese uzaya gitme fikri bana daha inandırıcı gelirdi. Ben bunlara mucize demiyorum. Belki dünya standartlarında evet mucize ama onun sonsuz kudretinin kum tanesi kadar küçük zerrelerinin esamesidir sadece hayatta.

Allah’tan sonra şükrettiğim grubum var. Aslında enteresan bir kısır döngü kuruyorum. Allah bana grubu buldurdu ama grup da bana Allah’ı buldurdu. “Yumurta- tavuk meselesi gibi ama değil.” Hepsi Allah. Diğerleri vesile. A.A. ise onun dünyadaki görüntülerinden biri…

23 Aralık 2000. A.A.’ya gelişimin ikinci yılı. Ayıklığımın birinci yılı bu aya denk geliyor. Bu ay her bakımdan kritik bir ay benim için kronolojik olarak baktığımda. A.A.’ya ciddi anlamda gelişim bu ayın 30′ una denk geliyor. O zaman bu grubun benim son kurtuluşum olabileceğini düşünmüştüm. (Herhalde hayatımda verdiğim en doğru kararlardan biri buydu.) Gerçi sonra gidip gene içtim ve Ocak sonu tam anlamıyla kendimi bu gruba teslim ettim. O zamanlar Tanrıya inancım yoktu ama böyle bir amaca sahip olmanın hayatımı bu kadar değiştireceğinden de haberim yoktu. İlk başlarda tam anlamıyla inanamadım zaten. Ama çok doğru bir şeyi bilmeden yaptım. İnanırmışım gibi yaptım. Çok işe yaradı, çünkü ilerideki günlerde bu “mış” gibi yapmak beni gerçek anlamda inanca götürdü. Sonra yavaş yavaş mucizeler ve değişimler gözükmeye başladı. Aslında tam gözükmemişti ama en azından emareleri olsun gözüküyordu. Ama bu yeterli değildi. Benim daha çok inanca daha çok öğrenmeye ihtiyacım vardı. Ben o küçük emarelerin yeteceğini sandım ama elbette olmadı ve 11. ayımda kaydım.

Gene geldik Aralık’a… Benim için her şey sil baştan olmuştu. A.A. kavramı, Tanrı inancı. Ama bildiğim bir şey vardı ve onu hiç unutmadım. A.A.’ya olan sevgim o kayışımdan sonra bir kat daha arttı çünkü gerçekten tek ama tek kurtuluşun bu grupta ve Tanrı’da olduğunu net bir şekilde görmüştüm. Şükürler olsun…

25 Aralık 2000. A.A.’ya gelişimin ardından ve 11 ay ayık kaldıktan sonra tekrar içki içmeye başlamam benim için yıkım oldu. Fakat grup sayesinde bunu kolayca atlattım ve bu kayışımdan sonra var olan inancım çok pekişti. A.A.’ya olan inancım ve Tanrının varlığından duyduğum tüm şüpheler ortadan kalktı. Anlayacağınız her konuda önüm açıldı. İşte bu noktadan sonra mucizeler geliyordu ve mucizelerin ardı arkası kesilmiyordu. İşte bu bir yıl içinde askerliğimi yaptım, çalışmaya başladım ve hiç sevmediğim işimi inanılmaz biçimde sevmeye başladım. Maddi bakımdan ailem ve ben inanılmaz rahata kavuştuk ve çok cici bir kız arkadaş buldum. O da bana bu A.A. konusunda tam destek verdi ve hep arkamda oldu. Ben biliyorum ki eğer ben elimdekiler için ona şükredersem, A.A. tarzında yaşamaya devam edersem ve dürüst olursam bu mucizeler devam edecek. Çünkü benim hayatım başlı başına mucize olacak. Zaten bunlardan vazgeçmeye de hiç niyetim yok…

2 Haziran 2001. Ben bu ay 19. ayık ayımı yaşıyorum ve hayatımdan çok mutluyum. Tek sıkıntım toplantılara devam edememek ama umarım bu konuya da en kısa zamanda çözüm getireceğim. Bunun dışında harıl harıl çalışıyorum ve mucizevi bir şekilde işimde başarılar kazanıp yeni şeyler üretiyorum. Ailem ise hayretler içinde beni izliyor ve “Ne oldu bu çocuğa?” diyorlar. Ben ise hayretler içinde O’nu izliyorum ve benim hayatımı mucizeye çeviren doğaüstü varlığa şükür ediyorum çünkü ben bile yaptıklarıma inanamıyorum ve O’na ben bunları nasıl yapıyorum? Bana bunları yapacak gücü nasıl veriyorsun, diye soruyorum çünkü ben alkolik olmadan önce bile böyle bir güce sahip değildim. Neyse canım fazla üzerine gitmemek ve yalnızca şükran duymaktan başka yapabileceğim fazla bir şey yok…

 

Adım C., Ben Bir Alkoliğim,

Birden nereden başlayacağımı şaşırdım. Tabii ki en başından. Ben aşağı yukarı 20 sene içki içtim ama içmeye 20 yaşında başladım yani evlendikten sonra içmeye başladım. Ondan evvel okulda okurken bir günü hatırlıyorum. Vermut almıştık okula. Tatlı bir vermuttu bu. Bir iki arkadaş da tuzlu balık filan getirdi, sardalye falan. Güya mezeyle içki içeceğiz. Okulun balkonu vardı. Oraya çıktık. O bir sişe vermut, biz üç kişi, tuzlu balık falan bitti. Bana da iki küçük bardak düştü. Hemen akabinde kendimi okulun koridorunda şarkılar filan söylerken hatırlıyorum. Zorla yatakhaneye soktular. Çünkü yakalanırsak ağzımızdaki içki kokusu belli olacaktı. Okulda içki içmek yasaktı. İlk hatıram o. Ama bir şey anlamadım. Sonra uzun zaman içmedim. Bir gün gene bir arkadaşımıza gittiğimizde sarhoş oldum yemekte. Evde fazla içki içilmezdi. İşte yılbaşında önemli zamanlarda bir kadeh bir şey verirlerdi. Onu da içtiğim zaman bir şey anlamazdım. Çünkü çok azıcık bir içkinin üzerine bol meyve suyu konurdu. Tesiri zamanla hoşuma giderdi. Bir tane daha verseler diye beklerdim ama o ikinci hiçbir zaman verilmezdi. Yalnız bir küçüklük hatıram var ki, çok iştahsız bir çocuktum. Doktor anneme demiş ki; “Şarap verin her yemekte.” Annem de hatırlıyorum, böyle çay bardağında bana zorla şarap içirtiyordu yemekle beraber. Bir iki seferi zorla oldu, ondan sonra ben hep iştahsızım diyorum. Karnım acıksa da o şarabı bekliyorum. Hatırlıyorum, kırmızı şarap veriliyor, onu içiyorum, ondan sonra iştahım açılıyor, yemek yiyorum. “Aman ne kadar iyi geldi” diye biraz daha miktarı yükseliyordu.

Evlendikten sonra esas benim içki hikâyem başladı. Benim etrafımdaki bütün arkadaşlarım, kocam dahil içki içen insanlardı. Hatırladığım kadarıyla aralarında alkolik yok. Ama çok içki içen, kaldıran insanlardı. İlk sert içkimi yedi tane Martini olmak üzere kocamın (o zaman erkek arkadaşımdı) Ankara Kolejinde iken hazırladığı bir partiye gittiğimde içtim. Partide benle ondan başkası yoktu. Bir kişi daha vardı ama onlarla akrabalardı. Yukarıda kâğıt oynuyorlardı. Martini’nin ne olduğunu bile bilmiyordum. O hafif içki diye onu hazırlamaya başladı. O yedi Martini’yi ben nasıl içtim bilmiyorum. Ondan sonrasında nereye gittiğimizi bile hatırlamıyorum. Bir yere gitmişiz. Ankara’da 47 diye bir yermiş. Orada dans etmeyi bırakın ayakta duracak hâlim olmadığı için birine yapışmam lazımdı. O da yanımdaki erkek arkadaşımdı. Ayakta sallanıp durduğumu hatırlıyorum.

Ertesi günü uyandığım zaman ilk akşamdan kalma hissi çok kötü geldi. Gözümü zorlukla açınca bir daha ağzıma içki koymamaya karar verdim. Bütün gün kendime gelemedim. O arada ufak tefek sert olmayan içkiler (Campari) hoşuma gidiyordu. Evlendikten sonra bu gündelik içki hâline geldi. Çünkü eve arkadaşlar geliyordu, her akşam muhakkak bir şeyler içiliyordu. O zaman bir iki kadeh içilen içkiler hoşuma gitmeye başladı. Utangaç bir insandım. İçime kapanıktım. Her ne kadar yakın arkadaşlarımla iyi ilişkim olabiliyorduysa da bir toplum içine girdiğim zaman hemen bir kenara çekiliveriyordum. Sessizliğe ve yalnızlığa gömülüyordum. Halbuki içtiğim iki kadeh içkinin tadını sevmediğim hâlde tesiri çok hoşuma gitmişti. Onunla açılabiliyordum. Dans edebiliyordum. Ben de espriler yapabiliyordum. Şakalar yapabiliyordum, şaka kaldırabiliyordum ve ben de geceyi uzun yaşayabiliyordum. İlacımı buldum dedim. Harika bir ilaç! Tam bana göre. Bir de yüzüm kızarırdı çok, birisi bir şey söylediği vakit. İçki onu da aldı. Böylece bir yüz kızarması falan kalmadı. Çok sinirleniyordum yüzüm kızarıyor diye. Tamamı ile kalktı o… Bu arada Votka motka, hep böyle bir şeyler, minicik koydurtuyordum.

Kayınpederim, Allah rahmet eylesin çok sevdiğim bir insandı. Bana “Artık evlendin, büyüdün. Şimdi ben sana rakı içmesini öğreteyim,” dedi. Ben de “Peki!” dedim. Beni karşısına aldı “Rakı küçük yudumlarla, mezeyle içilir” falan gibi ders verdi. Çok istidatım varmış. Hemen öğrendim ve de gayet rakı içer bir insan oldum. Hoşuma gitti. Sofralar uzun sürüyor ve de saatlerce içilen bir şey. Gene de çok fazla artmamıştı. Tam o sırada oğluma hamile kaldım. Üç aylık falan hamileyken kayınpederim vefat etti. Çok sevdiğim bir insandı. Hamileyim diye içki içmiyordum. Tamamen kestim. Kesebildim. Bir şeyim yoktu o zamanlar. Daha sosyal içici bile değildim doğru dürüst. Ama kayınpederim öldüğü zaman aklıma ilk gelen şey içki oldu. İçmedim ama ilk o oldu. Sonra oğlum doğdu. Doğum sonrası ilk sokağa çıktığım zaman kutlamaya gittik. Öyle bir kutlamışım ki, beni kucakta çıkarmışlar meyhaneden. Ne biçim içtiysem! Tabii bu ertesi günkü akşamdan kalmalar beni uzun zaman içkiden uzak tutabiliyordu. Pişman olmak değil de hasta gibi hissediyordum kendimi. “Bir daha ağzıma koymayacağım bunu” diyordum. Gene aynı şey oluyordu. Bir müddet sonra gene bir denemeyle başlıyordum yani öyle bir şekle girdi ki bu, sanki periyodik olarak içer gibi bir hâldi. O periyotlar gelip de beni zorlamıyor, tesadüfen bir şey oluyor, birileri geliyor, bir yere çıkılıyor, evde bir yemek oluyor içiyorum. O zamanlar ağzıma sürdüğümde duramıyorum diye bir şey yoktu çünkü ertesi günü düşünebiliyordum. Kötü kalkacağımdan “Dur biraz daha dikkatli ol” falan deyip, kendimi durduruyordum üçüncü, dördüncü kadehte.

O arada aile hayatımda birtakım problemler oluştu kendi özel hayatımla ilgili. Bu beni içkiye biraz daha itti. Yalnız içebilir hâle geldim. Öyle ki gene akşamları (gündüz içkisi yok ama). Kocam uzun süre seyahatlere çıkıyordu. Çıktığı zamanlar da tek başıma içki içebiliyordum. Müthiş korkular yaşamaya başladım bu arada. Psikolojik bir bozukluğum var zannediyordum. Mesela araba kullanıyordum ve arabayı yolda durdurmak mecburiyetinde kalıyordum. Çünkü kullanamaz hâle geliyordum. Birden sanki arabanın lastikleri kayıyor, direksiyona hâkim olamıyorum gibi bir his ve öleceğim gibi hissediyorum. Nefes alamıyorum, çarpıntılar başlıyor, baygınlık hissi gibi bir şey. Çok kötü bir şeydi o. Bu sırada karşıya geçmek için bir vapura bindiğim zaman vapurda da olmaya başladı. Neredeyse tam ortasında vapurdan denize atacağım kendimi. Kalabalığa giremez oldum. Sinemaya, tiyatroya gideceksem düşünüyorum, en baştaki koltukta olmalı ki dışarıya çabuk kaçabileyim. Ve dedim ki “Tamam her hâlde psikolojik bir şeyler var. Bozukluk var.” Bir doktora gittim bunlar geçsin diye. Doktor “Bu sistem bozukluğu, bu geçmez” dedi. “Ancak akşam üzerleri bir iki kadeh viski içeceksin. ” E… İlaç çok güzel, beğendim. Rakıdan viskiye geçtik akşam üstleri. Şimdi adamın dediği bu iki kadehti ama tabii beni iyileştiremiyordu bir iki kadeh. Her akşam ilaç olarak bir iki kadeh, derken evden hiç viski eksilmiyordu. Zaten devamlı içki içen insanlar geldiği için evde hep içki oluyordu.

O doktorun verdiği miktarda hiçbir şekilde duramadım. Çoğaldı. Benim o gelen aradaki korkular da azalmadı. Tedavi olamadı. Sonra kızıma hamile kaldım. Gene içkiyi bıraktım. Dokuz ay içmedim. O dokuz ay zarfında zaten alkolizm aklıma gelmiyordu da bir acayiplik var ama içkimde. Bir değişiklik var herkesten. Çünkü mesela öğlen yemeğe gidiliyor arkadaşlarla beraber. Gitmeden evvel diyorum ki, “Bunu şimdi ağzıma sürersem tekrar içmek isteyecek canım, biliyorum. Onun için içmeyeyim.” Fakat o yemeklerde onlar “Bir kadeh içer misin?” dedikleri vakit de hiçbir zaman “hayır” diyemedim. Yani sözümde duramıyorum. Kendime verdiğim sözde. Yemekten sonra onlar bir yerlere gitmek istese de gitmeyip eve dönmeyi tercih ediyordum. Çünkü devam edecektim. Az az içiyordum, belli etmiyordum. Daha anlaşılmıyordu sarhoşluğum. Akşam kocam eve geldiği zaman da pek çok sarhoş bulmuyordu o sıralar. Bu arada tabii komik hadiseler de geldi başıma.

İçki sadece kötü şeyler vermedi bana ilk başlarda. Eğlenceli şeyler oldu. Komik hadiseler oldu. Ben nedense şu anda o eğlenceli ve komik tarafları hatırlayamıyorum. Yani düşünüyorum da pek bulamıyorum. İçlerinde şu anda en gülebildiğim komik, o zaman için çok acı veren bir seferinde bikini ile kaktüsün üzerine oturdum. Bütün o iğneleri popomdan temizlemek mecburiyetinde kaldılar. Çok kötüydü. Bugün için gülebiliyorum ama en güzel tarafı.

O dönem yazları Bodrum’a gitmeye karar verdim. Dört ayı Bodrum’da geçireceğim. Bodrum içkimin iyice artmasına sebep oldu. Tabii Bodrum sebep olmadı, ben iyi bir yer bulmuştum kendime. Henüz daha çocukların yemeğiyle uğraşabiliyordum. Yemeklerini yiyorlar, yatıyorlar ondan sonra ben çıkıyordum. Gündüzleri de içiyordum o sıra ama hafif hafif, çaktırmadan. Bol bol ayran içiyordum o sırada, arasında vakit kazanmak için, bir likit girsin diye. Sonra çocuklar yatıp uyuyor, ben akşam çıkıyor içkiye devam ediyordum. Fakat yerlerde falan sürünmedim orada. Tekrar evin yolunu bulup gelebiliyordum.

Bodrum çok hoşuma gidiyordu çünkü kimse kimsenin içkisini görmüyordu, herkes içiyordu. Fark etmiyordu fazla içilen içki. Bodrum’da iki hadise oldu. Ayağım çıktı. Ona rağmen hiç aldırmadım. Merdivenlerden indim çıktım o ayakla. Daha beter oldu, şişti. Doktor H. Bey diye bir doktor vardı o zaman.  Çok sevdiğim bir doktordu. Böbrek krizlerine girerdim. Bugün onlar doğru krizler miydi? Sanmıyorum çünkü doktor bey böbrek krizine girince bana viski verirdi ağrı gitsin diye. Viskiyi içebilmek için sık sık böbrek krizine girerdim.

Bodrum dört sene kadar sürdü. Bu arada epey ilerledi benim içki durumu. İstanbul’da Tarabya’ya taşındık. O arada bir devre var ki, ben bir kaza geçirdim. Eski bir çeşmenin üstüne oturdum, popom delindi. Nasıl oturduğumu hatırlamıyorum. Ertesi sabah uyandığımda her taraf kan revan içerisindeydi. “Biri beni bıçakladı” diye düşündüm. Kim bıçaklar? “Kocam bıçakladı” dedim. Kayınvalideme de haber verdim. Herkese haber verdim. “Bıçağı yedim. Benim çok fena kocam var” dedim. Zavallı adamcağızın dünyadan haberi yok. O sinirden zaten beni yatağa atmış, bakmış ki kanama durmuş, işine gitmiş. Tabii hepsi akşam o gelinceye kadar ona düşman oldular. O geldiğinde olayı hepsi öğrendi ve suçlamalar bana döndü. Ben zeytinyağı gibi üste çıkıp “Ben bu evde yaşayamam” dedim. “Ben evi terk ediyorum ve de Ankara’ya gidiyorum” dedim. Niye Ankara? Hiç bilmiyorum.

Ankara’ya gittim. Gene de kocam bırakmadı. İstemediğim hâlde yanımda geldi. Büyük şımarıklar yaptım, yani inanamıyorum bugün yaptıklarıma. Büyük Ankara Oteli’ne gittik. Arka oda verdiler diye kıyametleri kopardım. Alkol yok ama alkol bütün kanımda ve beynimde var. “Ben arka odada kalmaya layık bir insan mıyım?” diye bağrıştım. Ön oda verdiler. Odaya yerleştim. Kocam “Bir gece kalayım” dedi. “Hayır” dedim, “Kimse kalamaz, ben burada tek başıma kalacağım.” Fakat bir karar vermiştim. İçki içmeyeceğim. İçki içmedim.

10 gün kadar Ankara’da, Büyük Otel’de tek başıma çok büyük sıkıntı çektim. Sabah kalkıyordum, yürüyüşler yapıyordum. Gene nefesim tıkanıyor, gene o krizlere giriyordum kendi kendime. Bir arkadaş aradım Ankara’da. O beni belki anlayabilir diye. Onunla beraber oluyordum. Onun haricinde her an elim oda servisine gidiyor, içki istemek üzere telefonu açıyorum, kapatıyorum. O on günü içkisiz geçirdim. Ama hiçbir şey okuyamıyordum, hiçbir şey yapamıyordum. On günün sonunda kocam geldi, oradan İzmir’e geçtik. İzmir’de de içmedim. İstanbul’a döndüğümüzde dedim ki; “Ben tamam, ispat ettim ki benim bir problemim yok. Bundan sonra ben tek içki içeceğim, yani karıştırmayacağım, o da şarap. Beyaz şarap içeceğim.”

Beyaz şarap içmeye başladım. Ama duramıyordum. Ağzımı sürdüğüm anda duramadığım için hangi içki olsa fark etmiyordu. Kocam ona da “Peki” dedi. Tabii o şaraplar onların üstünde şarap oldu. Şişeleri iyice saklamaya başladım. Küçük plastik şişelerim vardı çantalara giren, daha büyük şişelerim vardı ceplere girebilecek, ondan daha büyük şişelerim vardı evde saklanabilen ama her taraf şişe doluydu.

Tarabya’da bir gün bahçedeki havuzun kenarında oturuyordum. Öğlen gene gizli şişemden cin-tonik içiyordum. Birden bir acayiplik hissetmeye başladım. Eve doğru koştum. Bütün vücudum alerji olmuş, şişmişim. Annem çok korktu. Çocukları bana emanet etmiyorlardı. Annem başlarındaydı. Hastaneye kaldırdılar. Bir iğne yaptılar. Alerji geçti, sonra bir doktora görürdüler. Doktor dedi ki; “Beyinde Alfa eksikliği var, ondan dolayı içiyor, bu bir kriz hâlinde geliyor.” Çünkü o periyodik krizler hâline dönüşmüştü; yani o kriz geldiği zamanda 3-4 gün üst üste içiyordum. Onun haricindeki günler idare edebiliyordum, içmiyordum. Beyinde Alfa eksikliğini duyunca kocam çok telaşlandı. Bu benim çok hoşuma gitmişti. Çünkü diyordum ki; “Ben hastayım, beynimde Alfa eksikliği var, bundan dolayı içki krizi geliyor, içki içiyorum.”

Kocam Housteen’deki Tıp Merkezinden bir randevu aldı ve oradaki tanınmış bir beyinciye gittik. İçeri girdim. Doktor bir dolu şeyler sorduktan sonra elektrolar yapıldı, kan tahlilleri yapıldı. Hakikatten beyin elektrosunda Alfa eksikliği bulundu gene. O aynı zamanda krizi yaparmış. Bende böyle bir şey yok ama sara krizi ilaçları falan da verdiler. Bu arada doktor bana ne kadar içtiğimi sordu. İşte ben de bir miktar söyledim. Tam söylemedim tabii. Doktor’da “Tamam çok içme, sosyal içici ol” dedi. “Olur” dedim. 300’lük Valium ve bunun yanında da bir dolu ilaç yani böyle kavanozlarla beraber Türkiye’ye döndüm. “Altı ay sonra da tekrar geleceksin” dedi. Ben bütün bu ilaçlara başladım, yanında da içkiyle beraber.

1978 senesinde kocam Brüksel’e taşınmaya karar verdi. Ben dedim ki; “Tamam çok iyi taşınıyoruz da zaten. Ben orada çok daha iyi olurum. Coğrafi değişiklik çok iyi gelecek. Doktorlar da daha iyidir orada.” Biz Brüksel’e gittik. Kocaman bir ev tutuldu. İki de Türk karı-koca geldiler, beraber ev bakacak. Allah’tan gelmişler onlar, içkiyi durdururum derken iyice azıttım çünkü her köşede, istediğim miktarda ve bollukta içki vardı. Üstelik su bulmana imkân yok Brüksel’de. O zor bir iş. Su istersen en son getiriyorlar. İçki hemen geliyor. O çok hoşuma gidiyordu. Büyük ev olduğu için saklayacak yer çok, her tarafta içkiler saklı. Tek problemim iki çocuk da büyüyor ve onların hayatlarını kısıtladığımın farkındaydım. Arkadaşlarını çağıramıyorlardı. Üzerimde çok acı ifadeli bakışları vardı. Onu gördükçe daha beter içmeye başlıyordum.

Kocamla aramız epey açıktı. İş yemeklerine ben götürülemiyordum. Bir tanesinde müthiş süslenerek, intikam almak için atladım arabaya götürülmediğim davete gittim. Arabayı sarhoş kullanıyordum. Bütün sigorta şirketleri “Arabayı sigorta yapamayız” diye haber yolladılar kocama. Parayla tekrar yaptırdı. Habire çarpıyorum çünkü. O iş yemeğinde insanlara müthiş konferanslar falan attığımı hatırlıyorum, hiç bilmediğim mevzular üzerine. Herkes galiba hakikaten sarhoştan korkuyor. Çıt çıkmadı. Onların o hâlini görünce, ben de tabii daha bir büyüklük, cesaret. En çok konuşan ben.

Neyse akşam eve geldikten sonra gene bir azar işittim. Bu azarlara zaten alışmıştım. Ama ikide bir tehdit ediyordum. Diyordum ki; “Ben bu evden çıkıp tek bir oda tutacağım ve oradan ben kendi kendime bu işi hallederim.” Kafamdaki şey ise şuydu; “Evin içine şişeleri dolduracağım. Müzik koyacağım ve kitap okuyacağım.” Eve değil, oda. Hep oda seviyordum ama tabii hiç ona müsaade eden yoktu. Bu arada çocuklarım, kocam, ailem; hepsine büyük sıkıntılar verdiğimin farkında idim ama yapabilecek hiçbir şey yok. Vicdan azapları, pişmanlıklar o ara başladı. Benim ise hakikatten içkimi doldurmama imkân yoktu.

Altı ayda bir Amerika’ya gidiyorum bu arada. İlaçlarla içkiyi birlikte devam ediyorum. Misafirler davet ediyorum, hatırlamıyorum. Parti sözleri veriyorum, partiye mecburen hazırlanıyorlar. Partide bulunamıyorum. Yataktayım. Veya bana bir hafta falan önce mühim bir gün söylenirse “içme” denilirse, o gün öğleninden itibaren ben sarhoş. İmkân yok tutamıyorum kendimi. Yalvarıyorum “Ne olur bana mühim gün söylemeyin” diye. Diyorlar ki; “Söylesek de söylemesek sarhoşsun. Hiç olmazsa söyleyelim belki kendini tutarsın.” İmkân yok!

O sıralar yazları Çeşme’ye gitmeye başladık. Çeşme’ye gittiğimiz her yaz ben gene sarhoştum. Son Çeşme yazı, hiç hatırlayamadığım bir yaz yani çok azını hatırlıyorum. Evi şöyle bir hatırlıyorum. Bir kadın vardı evde. Yemekleri falan o yapıyordu. Ben iki üç bakkal ayarlamıştım. Onlardan içkileri alıyordum. Denize laf olsun diye gidiyordum. Aslında güneşte duramıyordum. Sadece denize girip çıkıyordum. Çok kötü bir yazdı. Hiçbir şeyden zevk alamıyordum.

Bir gün karşıdaki evde oturan adama baktım. O da içki içiyor. Çok hoşuma gitti onun içki içmesi. Büyük yudumlarla içiyor, çabuk çabuk içiyor. Ben de gizli içtiğim için tek başıma içiyorum. Yan balkondaki adamı gözetliyorum ama yüzünü falan hiç bilmiyorum. Elini ve içkiyi görüyorum sadece. Kalktım oraya gittim. Tanıttım kendimi. Dedim ki; “Benimle evlenir misin?” Evli olduğumu unuttum. Meğer o da evliymiş. O da unuttu herhâlde “Evlenirim” dedi. “İyi, ne zaman evleniriz?” dedim. “Ne zaman istiyorsan” dedi. “O zaman içelim” dedim. İçmeye devam ettik. Bu meğerse tiyatro artistiymiş. Sonradan öğrendim. Sonra akşam eve geldim. Evlilik falan unutuldu. Bir daha da görmedim adamcağızı. Bu tip şeyleri çok yaptım. Allah’tan sonunda bir şey çıkmadı.

Bir seferinde uçakta birini görüp ona “Çok büyük yazarım” dedim. Adama adresler verdim. Dönünce ödüm koptu arayacak diye. Bunları yaptım. O Çeşme yazında bir gün oturdum gene içiyordum. Birdenbire bacaklarımda aniden benekler oluşmaya başladı. Ne yapacağımı şaşırdım. Doktor bulmak lazım. Vücudumda bir acayiplik vardı. Doktor çağırdılar Doktor geldi, baktı, dedi ki; “Maalesef kan kanseri.” Dedim ki; “Bu kadarı da fazla.” Lösemi biraz ağır geldi.  “Bunun testi falan yok mu?” dedik adama. Kan testi yaptırdık, lösemi falan çıkmadı. Ama bu beni bir hafta korkuttu. Bir hafta içmedim. Sonra gene devam. Artık insanların benle hiç ilgileri yok. İşte oğlumun bir kız arkadaşı var getirdi, götürdü, valla ne yaptı? Ne etti, ne oldu, kız evde kaldı mı, hiç bilmiyorum. İşte kızım geliyor, gidiyor, sinemalara gidiyorlar falan yani annelik ile, ev hanımlığı ile, ilgim yok. Yalnız şişenin etrafında dönüyor bütün hayatım. Zaten adama gidip evlenme teklif ettikten sonra artık anlayan yeni içen birini arayıp, bulup görüyorum.

Düsse’ye geldik döndük. Aradan bir müddet daha geçti, 1982 senesinin sonu. Artık çok perişan bir hâldeydim. Yani hakikatten gece dürtüyor uyandırıyor, içki yatağın altında, onun bulunması lazım. Kocam devamlı İran’da. Onun için içki saklamak çok kolay, kapıyı kapayıp tek başıma yatıyorum. Çocukları yanıma almıyorum. Babaları olmadığı zaman kızım koynuma girerdi. Gece-gündüz devamlı içiyorum. Yani ancak sızdığım zamanlar hariç. Amerika yolculukları da bitti artık. Kimsenin faydası yok. Brüksel’de de bir doktor bulundu. O da bitti. Çünkü her seferinde o psikoloğa giderken 17 tane arabayı çizmişim. Yani çizdiğimi de biliyorum. Saydım çünkü 17 tane diye. Sayabildim. Psikoloğa gittim, “Ben gelirken buraya” dedim, “17 tane arabayı götürdüm. Başıma bir iş gelir mi?” dedim. “Ne, niye götürdün?” dedi “Ne hâldesin?” dedi. Herhâlde sarhoş olduğum zaman belliydi. Bana dedi ki; “Eğer bir not mot koymadıysan bulunmazsın, yakalanmazsın.” “E… mesele yok” dedim ve ben gene arabaya binip geri döndüm. Bana ne dur dedi ne bir şey dedi. Ben anlayamadım da. Hoşuma gitti, geri döndüm sarhoş bir hâlde. Sonradan bulundum ben tabii o 17 arabadan dolayı. O yüzden kocam o âlde doktorun beni geri gönderdiğini öğrenince doktorlar da bitti.

Beni kendi hâlime bıraktılar. Bu arada ben okuyamaz hâle geldim, odaklanamıyordum. Bittim yani, bütün fonksiyonlarım bitti. Hakikaten kendimden nefret ediyorum ve bir dolu intiharlar var bu arada. İntiharların bir tanesinde ambulansla götürülürken ölmüşüm. Ondan sonra tekrar masajlarla, oksijenlerle yaşatmışlar. Bir sefer beynimin üstüne düştüm. O sefer beyin kanaması geçirmek üzere iken gene kurtuldum. Ama hiçbir hastanede de beni alkol tedavisine almamışlar. Midem yıkanmış mesela üç defa, hatırlamıyorum. Kurtarıyorlar, geri gönderiyorlar. Yani hiçbir alkol tedavisi olmadım. Niye onu yapmamışlar onu da bilmiyorum. Artık düşünmeye başladım ki bir haftam var, on günüm var, ölmek üzereyim.

A.A.’yı şöyle biliyorum. Yani çok az bir şey biliyorum. Ballatteen diye bir mecmua var, orada yazıyor. “Alcoholics Anonymous” diyor. O sayfayı en çabuk çeviriyorum görmemek için. Bir gün sabahleyin fırladım kapıdan çıktım, içkimi almaya gittim. Sabah 9.00 falan kaçtım evden. Bir küçük şişe aldım, hemen orada içtim eve geri dönebilmek için. Büyük şişeyi çantaya koydum evde devam edebilmek için. İçeri girdim, misafir var dediler. Aniden bir his geldi içime. Yani “bu alkolle ilgili bir şey.” Yanlarına gitmek istemedim ama bir güç beni itti. Salona girdim. İki tane çok şeker kadın Amerika’lı. Onlar bana hikâyelerini anlatmaya başladılar. Allah’tan çok sarhoş değildim. İlk önce “Biz alkoliğiz” deyince çok şaşırdım. Pırıl pırıl insanlardı ve onların hikâyesini dinlerken ilk başından bir an önce gitmelerini beklerken, oturmalarını istedim. Daha uzun anlatsınlar, daha uzun kalsınlar istedim. O anda ilk defa bir ümit belirdi. “Toplantıya gelir misin?” dediler. “Gelirim” dedim. “Bugün akşamüstü gelir seni alırız,” dediler. “Peki” dedim. Ama onlar gittikten sonra dayanamadım, o büyük şişeyi de bitirdim.

Geldiklerinde beni sarhoş bulmuşlar yani çok kötü vaziyetteymişim, hatırlamıyorum. “Hay Allah bu da olmadı” demişler. Ama o gece uyandığımda oturdum ve ilk defa dua etmeye, ilk defa ağlamaya başladım. O ağlamaktan değil yani yaş kendiliğinden akıyordu. Çok doluydu herhâlde içim. Ağlamamın sebebi de o dua ile birlikte ilk defa içki isteği yok oldu. Bu bir mucize idi çünkü ilk defa uyandığımda içki istemiyordum. O boş şişe de yatağımın altında duruyordu. Teşekkür ederim Allah’a ve ertesi gün toplantıya katılmaya karar verdim. Kalkar kalkmaz dediğim gibi duş yapabilmeme falan imkân olmadığı için, annem de bende kalıyordu, “Bana yardım et” dedim. Duşumu yaptım dişimi fırçaladım, hiçbir şey yiyemiyordum. O gelen iki insana, -J. ve L. idi adları-, onlara telefon ettim. “Beni toplantıya götürür müsünüz?” dedim.

O gün ilk 24 saatime başladım. Toplantıya gittim. Kimse bana “Tedavi olur musun?” falan demediği için bilmiyordum tedavi falan olunduğunu. Bir de üstelik o Valyum da çok müthiş bir şeymiş, senelerce aldım onu. Üstelik günde 70 miligram falan alıyordum. Hepsini birden kestim. Bir odaya kapattım kendimi. Her akşam toplantıya gidiyorum ama gündüz ve gece yani toplantının haricinde müthiş bir sıkıntı çekiyorum. Sonradan yazdığım kitap da 15 günümü anlattım ama 15 günü yazabildim kitapta çok uzun olmasın diye. Aslında o çok uzun bir zaman, yani uykuların düzelmeye başlamasına rağmen çektiğim yoksunluk sıkıntısı 1 ay 1,5 ay sürdü. Bugün olsaydı muhakkak gider bir tedavi olurdum. Çok daha kolay olurdu ama belki de o da lüzumluydu benim için. Çünkü o günleri hiç unutamıyorum. Bana “yaz” dediler, “her an her dakika yaz. Çok iyi gelir.” Sponsorlarım söyledi. Ve oturdum her an, her gün yazıyordum, yazabildiğim kadar.

İlk toplantımı hatırlıyorum, çok güzel geldi. Beni çok iyi anlayan insanların arasında olduğumun farkına vardım. Bir tek şüphem “Acaba dedim bunlar beni Hıristiyan mı yapacaklar?” Ama baktım ki hiç öyle dinden falan bahseden yok. Tam benim istediğim tipte bir şeydi. Yani kimlik, ırk, din böyle bir ayrıcalık yoktu. Sadece benim içkimle meşgul oluyorlardı. Herkes birbirlerine tecrübelerini anlatıyordu. Müthiş yardımcı insanlardı. Birden onları çok sevdim. Sevildiğimi hissettim. Ve “Bu gece burada kalabilir miyim?” dedim. “Kalamazsın” dediler, “eve gitmen lazım.” Fakat ondan sonra beni hiç yalnız bırakmadılar. Her an telefon edebildim, gece yarısı aradım. Eve geldiler yardım ettiler. Beni toplantıya taşıdılar.

Bir sene gayet güzel bir ayıklık geçirdim. Öyle zannediyorum. Toplantılara çok bağlandım. Bu arada kocam iflas etti. Bir hafta içinde falan oldu bu. Hiç böyle parasızlık falan çekmediğim için bilmiyordum. Üstelik de acayip para harcama tarzım vardı, yani şişelerin yanında fuzuli şeylere para harcıyordum. Bilmiyordum paranın kıymetini falan. Bu ayıklık devremde kocama çok yardımcı olabildim iflasta. Şöyle ki o bir paralize hâle geldi, ben her şeyi satabildim. Küçük bir eve girdik. Bütün bunları paylaşıyordum toplantılarda, hiç acı çekmediğimi söylüyordum ben de inanın bana çekmiyordum, dondurmuştum kendimi.

Her şey normal gidiyor gibi geliyordu. Bir odalı bir ev, işte kapı yok, tek bir kapısı vardı tuvaletin. Onun haricinde kapı mapı yoktu. Oraya girdik ve orada yaşamımızı geçirirken kocamın İran’daki işi tekrar toplanır gibi oldu. Daha iyice bir eve geçtik. Bir senemi doldurduğum sıralardı. Birinci cipimi aldım. Sevinç içinde işler de iyi gidiyor dedim. Toplantıdaki bir arkadaşım geldi ve dedi ki; “Şimdi dikkat et!” Dedim ki; “Deli mi ne? Olacak iş mi? Ben bu kadar sıkıntı geçirdim, şimdi içer miyim?” Bunu dediğimin haftasında bir akşam yataktan kalktım, (ben yataktan kalkıp su içmiyordum artık içkiyi bıraktığımdan beri) aşağı indim, iki katlıydı ev, sol tarafta mutfak sağda bar vardı, sola gideceğime sağa gittim ve susamış diye bir bardak viskiyi diktim. Yukarı çıkıp kocama haber verdim. “Ben içki içtim” dedim. Sponsorlarımı aradım. Ertesi gün toplantıya gittim. Fakat bunun vicdan azabı, sıkıntısı ve onlara ihanet ettim gibi geldi. Kendimi yeniden bir kızgınlık, kendimi yeniden sevmeme bütün hepsi geri geldi. 9 ay o toplantıların içine giremedim. 9 ay sponsorumla doğru dürüst konuşamadım. Kendimi ayrı hissetmeye başladım, değişik hissetmeye başladım, 9 ayın sonunda bir daha… Fakat gene öyle bir veya iki bardak yetti, bittim… Gene hemen “Ben içtim,” dedim. Sponsoruma telefon ettim toplantıya gittim. Yerde oturdum. Çünkü koltukta, iskemlede falan oturmaya kendimi layık görmüyordum. Yerin dibi olsa oraya geçeceğim. Bir taraftan ağlıyordum.

J.’yi ilk defa o gün orada tanıdım. Bana büyük yardımları oldu o ilk toplantımda hiç unutamıyorum. Sponsorumun dediği bir laf var, o da çok yardım etti. Dedi ki; “Ben artık seninle uğraşamayacağım. Yetti senden çektiğim 9 aydır. Seni adam olacak zannediyordum, olmadın. Sen şimdi psikoloğa git!” Yalnız bildiği bir şey vardı, psikologları hiç sevmiyordum. İçimden dedim ki. “Ben sana gösteririm. Bu ne biçim sponsor? Ben psikoloğa gitmeyeceğim ve bundan sonra içmeyeceğim.” J. bu arada bana bir dolu yardımcı olduğunu anlattı ve benim son içkim oldu. Bu aslında 20 Ağustos’tu fakat ben 30 Kasım’da kutluyorum doğum günlerimi çünkü 20 Ağustos’tan 30 Kasım’a kadar içki içmedim ama gene de kafam tam bir ayıklıkta değildi ve zaten ilk başlangıcım 30 Kasım’dır. Sanki 30 Kasım’da kafam hakikatten pırıl pırıl gibiydi ve ben dedim ki “Değiştiremeyeceğim, yansın o 20 Ağustos’tan 30 Kasım’a kadar olan zaman.”

1985 mi oluyor? 1982 ilk girişim. Şimdi 9 sene oluyor. O zamandan beri 24 saatlik olarak ağzıma içki koymadım. Yalnız bu sırada o iflas beter bir hâle geldi. Hakikaten artık hiçbir şey yok. Ekmek alacak para yok. Kocam Almanya’da işe başladı. Haftada bir geliyor. Oğlum Amerika’da. Para göndermeye imkân yok. Birtakım bir şeylerle kendi parasını kendi çıkartıyor. Kızımın üniversite zamanı geldi. Ben programı uyguluyorum. Hakikaten bu sefer acı falan çektiğimi de söylüyorum. Her şeyimi açıyorum toplantılarda. Sekizinci dokuzuncu basamaklarda, bir tanesinin cevabı olarak kızımın üniversitede okuyacak parası yoktu göndermek için, cevap olarak o sırada onun üniversite parasını bir vakıftan göndereceklerini söylediler. Mucizelerden bir tanesi yerine gelmişti. Bunun gibi bin tane mucize oldu hayatımda. O aralar beni oyalayan tek şey “Büyük Kitap”ı tercüme etmekti. Onu hem ayıklığım için yaptım hem bir gün Türkiye’ye faydası olur diye yaptım. Türkiye’ye dönmeye bir niyetimiz yoktu ama Türkiye’ye gönderirim diyordum. Çünkü hep Türkiye’dekileri düşünüyordum. Onlar da benim gibi kurtulsunlar istiyordum. Fakat biz Türkiye’ye dönmeye kendimiz mecbur olduk. İstanbul’a geldik. Bu arada bana bir dolu kasetler gönderiyorlardı arkadaşlarım. Çok zor oldu Brüksel’den ayrılmam çünkü Türkiye’de bir grup olmadığını biliyordum.

İstanbul’a geldikten sonra Bakırköy’deki hastaneye daha önce birkaç kere gitmiştim. Tekrar gittiğimde onlar çağırdılar, bir şeyler kutluyoruz dediler. Bir sempozyum vardı. Pastayı benim kesmemi istediler. İşte o pastayı keserken gazeteciler, televizyoncular konuşmaya başladı. Geldiler ve ilk defa televizyonda o zaman gözüktüm. Bir tek cümle söyledim: “Ben alkoliğim. Alkolizm bir hastalıktır. Ayıp hiçbir tarafı yoktur onun için bu rahatlıkla söyleyebiliyorum? diyebildim. Televizyonda haberlerde mi ne öyle bir geçti. Bu arada kitabım de aşağı yukarı bitmişti. Kitabım zaten benim o gündelik yazdığım şeylerden çıktı. Milliyet gazetesi oradan bir bölüm alıp bastı. Oradan telefonlar gelmeye başladı, o arada tanıdığım iki insan vardı. İki arkadaşım. Onlara 12 Basamağı devamlı yapıyordum zaten. Onlarla beraber Amerikan Hastanesinde akşamları toplanmaya başladık. 3 ay yalnız başıma oturdum. Sonra onlarla toplanmaya başladık. N. ve O.’yu İzmir ve Ankara’dan buldum. İstanbul’daki Türkçe grup kuruldu 1 Nisan tarihinde. İşte 6 sene oldu. Bugün alkolik olduğum için mutluyum. A.A.’yı bulabildim. Düşünüyordum da hayatımda yaptığım en müspet şey A.A.’ya katılmak. Bir kere alkolik olmak çok zor bir iş, alkolizmden de kurtulmak çok zor. İkisi de büyük bir başarı benim için. Şu anda kurtuldum diye bir şey söylemiyorum, 24 saatlik ayığım. Dün içmedim, bugün içmedim, yarın içmek istemiyorum ama yarını bilemem. Programı bütün hayatımın her yönüne uygulamaya çalışıyorum. Mükemmel olmak istemiyorum, zaten olmama imkân da yok. Ama doğru yolda olmak istiyorum yani Allah’ın bana gösterdiği yolda olmak istiyorum. Verdiği sevgi için çok mutluyum. Bana dolu dolu sevgi verdi. Herkese dağıtabiliyorum. Onlardan alabiliyorum. Küçüklükten itibaren hep doktor olmak isterdim. Olamadım tabii hemen evlendiğim için. Allah bana ona çok yakın bir meslek verdi. İnanamıyorum. Mucize… Amerikan Hastanesi’nde şimdi danışman olarak çalışıyorum. Çok sevdiğim bir meslek bu. Huzurluyum. Bu huzurumu programın manevi tarafına borçluyum. Benim için programın manevi tarafı olmadıkça bu program bana işlemezdi. Çünkü ezberlemek çok kolay ve ben sıkılacağımı biliyorum, yani ezberle koş, ezberle konuş, ben bir gün sıkılır çıkardım A.A.’dan.

Beni burada tutan programın manevi tarafı en fazla arkadaşlarım tabii ki. Her zaman, her akşam duamı ediyorum. Günlük envanterimi yapıyorum. Her sene dördüncü basamağımı yapıyorum. Bunlar bana çok faydalı oluyor. 12. Basamak her zaman faydalı oluyor. Kitapta yazdığım için uzun zamandır hikâyemi anlatamıyordum. Bu fırsatı bulduğum için mutluyum. Hakikaten ihtiyacım varmış anlatmaya. Aslında hepiniz için daha çok şeyler söylerdim çünkü hepinizi çok çok seviyorum. Sevgiyi bilmiyordum, sevgiyi öğrendim. Dolu dolu öğrendim. Hayatım güzelliklerle dolu. Her toplantı, her konvansiyon, her insan benim için bir sevgi timsali. Bütün isteğim, arzum Tanrı’nın gösterdiği yoldan sapmamak. Sapmadığım sürece içim rahat, huzurum yerinde. Aklımı kullanmadan önce her zaman hislerimi kullanmayı tercih ediyorum. Onlar beni doğru yola götürüyor.

Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. Hepinizi çok seviyorum. Teşekkürler…

Not: Bu belge 1994 Mayıs Edremit (Akçay) Büyük Türkiye Toplantısındaki konuşmacı kasetinden alınmıştır.

 

 

 

 

Adım E., Ben Bir Alkoliğim,

Alkolle 14 yaşımda tanıştım ve A.A.’yı bulabildiğim 65’nci yaşıma kadar da yani 51 sene alkol kullandım. Ben de herkes gibi biraz meraktan, biraz eğlenmek için ama en çok da özentiden içmeye başladım. Benim gençliğimde ki bu 1950’ler oluyor, ressamlar, şairler, yazarlar, müzisyenler, artistler, ruhbilimciler, entelektüeller yani bütün imrendiğim, özendiğim iyi insanlar içki içerdi. Çiçek pasajı, Todori’nin, Koço’nun meyhaneleri edebiyat konuşulan, müzik yapılan ve dinlenen yerlerdi. Biz yeni yetmeler de buralarda takılıp içki içer, bu güzelliklerden nasibimizi almaya çalışırdık. Daha o devirlerde saatlerce masa başında oturma ve içme durumları, arkasından ağır sarhoşluklar başlamıştı. Ama neyse ki yatılı okulda okuyordum ve bu âlemlere ancak hafta sonları ve tatillerde katılabiliyordum. Fakat daha o yaşlarda yemek, içki, eğlence üçgenini keşfetmiş, bir tanesi olmadan diğerlerinin olmayacağına inanmıştım.

Liseden sonra bir sene Ankara’da imtihana hazırlandım. Bu arada işe girip para kazanmaya da başladığım için istediğim kadar yiyip içebiliyor, kendimden daha büyük insanlarla meyhanelere gidebiliyor, özendiğim hayatı doya doya yaşayabiliyordum. Bundan sonra mimarlık tahsili yapmak için altı seneliğine Paris’e gittim ki tahminime göre asıl alkolizmle orada tanıştım. Fransızlar kusura bakmasınlar ama o devirde Paris’te talebe lokantalarında bile yemeklerde gencecik çocuklara 250 cc. şarap verilirdi. Zaten sıradan bir Fransız işçisi eğer açık havada ağır iş yapıyorsa sabah kahvaltısını en az iki bardak beyaz şarapla yapar üstüne de ısınmak için birkaç kahve konyak içerdi. Diğer normal insanlar yani bizim gibiler ise öğleden evvel pek bir şey içmez ancak öğlen yemeğinden önce birkaç aperatif alarak başlardık güne. Sonra gene normal bir Fransız’a yakışacak şekilde yemekte, en az bir litre şarap içmek gerekir ki, bunu yapamadığımız zaman size hasta olup olmadığınız sorulur. Yemek üzerine ise rutin, kahve ve konyak veya maddi durumunuza göre 42 derecelik başka bir damıtık alkol almaktadır, aksi hâlde hazım gerçekleşmez. Akşam okul veya iş çıkışı bir barda buluşup stres atmak için içilen birkaç viski veya sulandırılmış 42 derecelik alkolden sonra sıra günün asıl eğlencesi olan akşam yemeğine gelir ki, burada kısıtlama yoktur, herkes gücü yettiği kadar içer. Gücü yeten daha sonra diskoya gidip devam etmekte serbesttir. Hatta bu bir kendini ispat etme fırsatıdır ama hafta arasında bunu becerebilen çok fazla kişi gördüm dersem yanlış olur. Zaten yukarıda yazdıklarım hafta sonu ve tatil değil o devirde çalışan normal bir Fransız’ın hafta içi programı. Artık hafta sonu ve tatilleri siz tahmin edin.

Uzun lafın kısası, Fransa’da altı sene eğitim gördükten sonra yurda döndüğümde oradaki normal yaşantımı burada da sürdürmeye kalkınca pek çok akrabam ve yakınım da bana “Sen orada alkolik olmuşsun” dedi. Tabii ki Türkiye’nin dışında memleket görmemiş olan cahil insanların kusurlarına bakmadım ve onlara fazla kızmadan yaşantımı sürdürmeye devam ettim. Askerlik ve kısa süren memuriyet hayatımda da içkiyi engelleyecek bir durumla karşılaşmadığım için hayatımdaki içki dozunda hiç azılma olmadı, bilakis fiziksel ve ekonomik gücüm arttıkça alkol tüketimim de o oranda devam etti.

Orta yaşa geldiğimde artık memuriyet yapmam gerekmiyordu, bir firmanın Türkiye temsilciliğini alıp istediğim hayatı yaşama şansı elime geçmişti. Ben de bu fırsatın üzerine atladım ve evimi iş yerim yaparak mümessillik hizmeti vermeye başladım. Artık sabah erken kalkma, işe gitme mecburiyeti yoktu. Benim gibi düşünen veya bana imrenen bütün arkadaşlarıma kapım açıktı, param ve vaktim boldu. İçki âlemleri bizim evde öğleden sonra başlar sabaha kadar sürerdi. İstirahat edecek bol vaktim olduğu için içki âlemlerinin ertesi günü öğlene kadar uyuyabiliyor sabah kahvaltısını boş verip güne içkiyle başlayabiliyordum. Bu sefahat ve içki âlemleri bana görünür büyük zararlar vermeden ellili yaşlarıma kadar sürdü. Ama bir yaş dönemi, yani orta yaştan yaşlılığa geçiş dönemi olduğunu düşündüğüm elli yaşımda alkolün ağır etkileri bende kendisini ciddi olarak göstermeye başladı. Artık hafıza kayıpları, denge ve konuşma bozuklukları, ertesi günü kalkamamalar hızlı bir şekilde artmaya başladı. Bazen iki gün yataktan çıkamadığım oluyordu ve ben buna çok kızıyordum çünkü masa başı muhabbetlerini seviyordum ve sızarak bunları kaçırmak istemiyordum. Artık daha az içip sofrada uzun kalabilmek ve sızmamak için özel gayret göstermem bunun için aspirin, bal-kaymak gibi şeyler kullanmam gerekiyordu, ama sonuç hep aynıydı, artık kontrol bende değildi. Ben her zaman bir iki kadeh içmek için sofraya oturuyordum ama artık içkimi kontrol edemiyor, onu yavaşlatamıyor veya durduramıyordum. Sonuçta sızıncaya kadar içiyor, kontrolümü tamamen kaybediyor, kime ne yaptığımı hatırlamıyor, evimin yolunu bile zor bulabiliyordum. Artık öğlene kadar uyumak ayılmama yetmiyor, kendimi toparlayıp yataktan çıkabilmem 2-3 gün sürüyordu. Son zamanlarda işlerin benim için hiç de iyi gitmediğinin farkındaydım ama bunu değiştirmek için ben bir şey yapamıyordum.

İçkiyi tamamen bırakmayı aklımın ucundan bile geçirmiyordum çünkü ben içkisiz bir hayatı düşünemiyordum bile. Ama iyice azaltmam gerektiğine inanıyordum. Çünkü aile hayatım mahvoluyor bütün güzellikler elimden uçup gidiyordu. Onun için eve misafir geldiği veya bizim misafirliğe gittiğimiz günler hariç fazla içmemeye karar verdim. Bunu da şu şekilde uyguluyordum. Bir içtiğimde iki günde ancak ayıldığıma göre senede 60 kere içersem zaten 180 günde de öğlenleri bir şişe şarap içerek neden idare etmeyeyim ki diye düşündüm ve bunu yaptım. Ama her şey kâğıt üzerinde olduğu gibi olmuyor.

İçmediğimi varsaydığım günler müthiş bir dengesizlik içerisinde oluyor, etrafımdaki herkesi bundan sorumlu tutuyor, her şeyden nefret ediyor, tahammül edilmez bir insan oluyordum. Artık hayatımda en sevdiğim insan olan eşim bile bana antipatik geliyor, o ise benden nefret ediyordu. Hayatımız çekilmez bir hâle gelmiş, sonum hızla yaklaşıyordu. Bu arada yaşım da 65’e gelmişti. Sağlığım iyice bozulmaya başlamıştı. Artık bu içki işini ciddiye alıp mutlak surette azaltmalıyım diye düşünüyordum ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyordum. Sabahlara kadar içtiğim berbat bir gecenin ardından karımın bavullarını toplayıp beni terk etmeye hazırlandığını fark ettim. Ben karımın beni terk etmesini istemiyordum ama bu konuda yapılacak her şeyi daha önce yapmış, bütün kozları kullanmış, bütün yeminleri etmiş, bütün sözleri vermiştim.

Bu sırada, geceleyin kalbini iyice kırmış olduğum ama aslında çok sevmiş olduğum bayan arkadaşım, A.A. diye bir şeyi duyup duymadığımı sordu. Onun tanıdığı birisi A.A. sayesinde alkolü bırakmış ve şimdi çok mutluymuş. Eğer ilgilenirsem gelip bana bu konuda severek bilgi vermeye hazırmış. O berbat ruh hâli içerisindeyken bu fırsata hayır demem zaten imkânsızdı ama ben dışarıdan belli etmesem de, içimden içkiyi bırakmayı değil sadece azaltmayı düşünerek bu A.A’lı vatandaşlarla görüşmeyi kabul ettim. Ertesi günü geldiler iki saat konuştular. Onları dinledim ve sonuçta benim onlar gibi içmediğim, benim durumumun hiçbir zaman onlarınki kadar kötü olmadığı ve olamayacağı kararına vardım.

65 yaşındaydım, daha ne kadar yaşayacaktım ki bundan sonrası için hayatımı değiştirmeye değsin. Diğer taraftan 3-5 sarhoş bana ne verebilir ki, ben istersem Amerika’ya bile gidebilir orada tedavi olabilirim diye düşünerek A.A’lı kardeşlerimi elleri boş geri gönderdim. Ama Tanrı benim için planlarını yapmıştı ve ben her ne kadar iyileşmek istemiyorsam da bu iş olacaktı, tabii ki ben o zamanlar bunun farkında değildim, karım bu işten bir ümidi olduğunu bana hiç söylemeden benim zayıf tarafımı kullanarak hiç olmazsa bir teşekkür ziyareti yapmam için beni AA.’ya göndermeyi başardı; o ilk toplantı içimde en ufak alkolü bırakma arzusu olmamasına rağmen beni müthiş bir şekilde etkiledi ve ben hâlâ daha bugün bile bu duygunun tarifini yapamıyorum. Ama toplantıdan çıkınca bu iş burada bitmedi, benim buraya birkaç kez daha gelmem lazım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Toplantılara katıldığım günler içki içmediğimi A.A’da anlatılan her şeyin aslında ne kadar inkâr etsem de benim yaşadığım şeylere benzediğini, anlatılanlardan benim yaşamadıklarımın ise içmeye devam ettiğim taktirde eninde sonunda yaşayacağım gerçeğini anladım.

A.A. benim aradığım yerdi ve ben alkolün yerine koyacak bir şey bulmuştum. İlk başlarda pek istekli olmasam da neticede iki buçuk yılı aşkın bir süredir bölge toplantıları ve büyük toplantılar da dahil olmak üzere bütün toplantılara katılan ve program çalışan bir A.A.’lı olmuştum. Yeniden doğduğuma ve yaşamakta olduğum bu muhteşem hayatın hayatımın geri kalanıyla mukayese edilemeyecek kadar güzel olduğuna inanıyorum. Aynı yeni doğmuş gibi… Alkolsüz var olamayacağına inandığım bu yeni hayatı emekleyerek de olsa keşfediyor ve bundan büyük zevk alıyorum. Aslında etrafımdaki insanlar aynı, mekânlar aynı, her şey aynı, değişen bir tek ben varım ve benim düşünce tarzım. Ne kadar basit geliyor değil mi?

Düşünce Tarzını Değiştir, Hayatın Değişsin… A.A.da öğrendiklerim aslında bu kadar basit değil. Şaka maka 140 tane karakter kusurumun olduğunu keşfettim. Hayatı nasıl aptalca ve bir hiç uğruna heba ettiğimi gördüm. İnsanlara gerek isteyerek gerekse istemeyerek ne büyük fenalıklar yaptığımı fark ettim. Ama bu karanlık geçmişimi değiştiremeyeceğimi ondan ancak ders alabileceğimi anladım. Benim kendim için yapmadıklarımı TANRIMIN benim için yapmakta olduğunu kavradım ve bunun farkındalığını yaşamaya başladım. Artık içki içmeden yapamayacağımı zannettiğim her şeyi yapabildiğim gibi içki içerken yapamadığım pek çok şeyi de yapabiliyorum. Hayatım zenginleşti ve kalitesi arttı. Hiç tanımadığım inanç, alçakgönüllülük, hoşgörü, kabullenme, teslimiyet, dürüstlük ve benzeri pek çok ruhsal ilkeyle tanıştım. Artık hayatımın bir anlamı var ve ben bu ayık hayatın her saniyesinin tadını çıkartarak yaşıyorum…

 

 

 

 

Adım E.T., Ben Bir Alkoliğim,

Şu an gece saat 23.45 ve gönülden inandığım bir konuda 10 yıl önce benim çekmiş olduğum ıstırapları şu an çeken insanların bu ıstıraplarını dindirmek için, minicik mesaj vermek ve topluma mümkün olduğu kadar mutlu insan kazandırmak için yapılmış bir gören olarak gördüğüm için mutluluktan uçmaktayım. Ben 53 yaşında ve 25 Mart 1966 tarihinden beri içmeyen, pasif bir alkoliğim. Alkole yaşadığım şehrin (Tekirdağ) gereği, çok küçük yaşlarda başladım. Yerli köklü ailenin en küçük çocuğu idim. Küçük olmanın avantajlarını kullanarak büyüdüğüm için şımarıktım ve kimseden korkmuyordum. Buna ailem de dahildi. Hâl böyle olunca alkolle tanışma yaşım çok küçüklüğümde oldu. Orta son sınıftan itibaren alkolü vücudumda hissedip, devamlı arzu eder bir hâle gelmiştim. Bunun neticesi olarak, dersler çok kötü olduğu için yakınlardaki Edirne şehrine lise tahsili için gitmek zorunda kaldım.

Tekirdağ’ı bırakmıştım ama alkol şişeleri yine benimle beraberdi. Onun için bu nakil beni çok fazla etkilemedi. Aktörler değişmişti, bir tek tiyatroda kullanılan malzeme aynıydı. O zamanki mutluluk anlayışıma göre, mutluydum tabii ki… Bir tek şeye şükrediyorum; Tanrı o kadar içmenin yanında ders çalışma gücü de verdi diyorum kendi kendime. Mezun olduktan sonra üniversite yıllarım başladı. Şimdi düşününce o zamanki çalışma isteğinin nedenini bulabiliyorum. Herhâlde okuyup, iyi para kazanıp rahat içme duygusu olabilir. Üniversite yıllarım alkolün maksimum seviyelere çıktığı, emniyet güçleri ile bolca beraber geçirdiğim bir beş yıl oldu. Şu an nasıl yaşıyorum, nasıl sağ kaldım bilemiyorum.

Beş yıl boyunca bir gün evvelki günü hatırladığım bir günüm dahi olmadı. Hayatımın her tarafı kopuktu. Kız arkadaşımın elini ellerim titrediği için tutamıyor, bir yudum ruhsallığım olmadığı için iki kelime muhabbet edemiyordum. Böylece günler geçtikçe etrafımdaki insanlar azalıyordu. Artık gezmem gereken insanları bile seçme özgürlüğüm gitmiş, sadece alkol alan insanlarla dolaşıyor olmuştum. Bu arada babam vefat etti ve sırtıma büyük bir yük bindi. Bu da okulu bitirme zorunluluğu idi. Okumak zorundaydım ama bu arada alkolü bırakmak hiç aklıma bile gelmiyordu. Programımı yaparken alkol içme saatlerim mutlaka ayarlanıyordu. Büyük Tanrı’m bugün nasıl yardım ediyordu. O günlerde de yardım etti ve mezun oldum. Keşke mezun olmasaydım demeye başladım. Bulunduğum talebe ortamı değişmiş, yerine çalışmam ve de ağırbaşlı davranmam gereken bir topluma girmiştim. Sevgili alkolümü her saat içemiyordum veya gizli gizli içmek zorunda kalıyordum. Ama çevremin beni tanıması fazla uzun sürmedi. Alkolü gizli içebilirsiniz ama yaptıklarınızı gizleyemezsiniz.

Sonuçta bağımlı yaşamaktan vazgeçip şu anki serbest çalışma hayatıma başladım. Süperdi, çok rahat içiyordum. Personel çok iyiydi, bana hiçbir şey demiyorlardı, İşler de tıkırında gidiyordu. Patronluk yapmıyor ağabey kardeşlik yapıyorduk yazıhanede. Alkol bütün süratiyle yükselişine devam ediyordu. Ve hayatımım en güzel kararı ailem tarafından benim için verilmişti. Evleniyordum. Ben evlenirken duygusallığım hiç olmadı. Eşimi sevmiştim ama onu ne gözle görüyordum, bilemiyorum. Yalnız sanki alnına “Mükemmel bir alkolik eşi olur” yazılmıştı ki ben şu anda sağ ve ayıksam onun sayesinde oldu.

Alkollü geçen 17 yıl, dayanmak hakikaten çok zordu. Kendisine müteşekkirim. Evliliğimiz kâğıtta atılan imzadan başka bir şey değildi. Öğrenmediğim için eş sevgisi, aile sevgisi, mutluluk, fedakârlık gibi kavramlar benim için çok uzaktı. Bunlar olmayınca da mutlu bir yuva nasıl olurdu, onu varın siz takdir edin…

Yıllar ilerledikçe alkol beynime iyice oturmuş ve beni tamamlayıcı tek unsur hâline gelmişti. Artık öyle canımın istemesi falan kalmamıştı. Bir tek uyurken canım istemiyordu. İsteyerek uykuya yattığım zamanlar da iyice bitmişti, her gün sızıyordum. Bu arada ailem sarsıntı geçirmeye başlamıştı. Bebeğimiz olmuyordu. Bunların huzursuzluğu da benim içki içmemi haklı hâle getiriyordu. Bebek benim için problem teşkil ediyordu. Bir doktorun tavsiyesi ile yaklaşık 1.5 yıl içmedim. Bu yılları benim için yaşanmış saymıyorum. Kuru bir ayıklıkla, kimseyle konuşmayan, sinirli acayip bir insandım. Sonuçta sevinçli haber geldi. Bebek geliyordu. Ben daha hâlâ içmiyordum. Araya dini bir bayram girdi, bir arkadaş ziyaretine gittik. Limonata ikram edildi. Arkadaş benim içkiyi bıraktığımı bilmediği için bizim limonataları Votkalı yapmış. Bir yudum aldım ve ayak baş parmağıma kadar ateş gibi oldum. Acayip mutlu oldum arkasından. Kimse tahmin etmediği için arkadaştan bir tane daha istedim. Onu da içtim ama o bardak bitince benim hareketler hemen değişti ve hanım hemen anladı. Dünyası yıkıldı tabii ki…

Hayatımın ikinci gerileme devri başlamıştı. İstediğim kadar kuru ayık olayım, içmekten daha iyi bir hayatım vardı ama artık içmek zorundaydım ve bırakabilmem için çok büyük güçlere ihtiyacım vardı. Nihayet sekiz sene uğraştan sonra bebeğimiz dünyaya gelecekti. O gece ölüm tehlikesi olan bir doğum gerçekleşirken, eşim ve bebeğimi o gece bile yalnız bırakmıştım, meyhanedeydim. Artık akıl sağlığım iyice gitmişti. Kendimden tiksinmem gerekirken içiyorum diye kendimi seviyordum. Çevremdeki insanlar bana göre gerçek dostlardı. Bir defasında içmeyen bir arkadaşımın eşine “Eşin içmiyor ama toplumdan uzaklaşıyor, içmesini sağla” diye telkinlerde bulunacak kadar çirkinleşebiliyordum. Sanki toplumda değer görmek için içmek ve alkolik olmak gerekliydi.

1992-93 yıllarından sonra vücut direncini iyice kaybetmiş, evdeki insanların yaşama gücü azalmıştı. Minik bebeğimiz büyümüş okula gidiyor ama ruhsal olarak çok sağlıksız büyüyordu. Herhâlde bu pozisyonlar beni etkilemeye başladı ki (Biz buna şimdi dibi bulma diyoruz) ben de ruhsal olarak dibi buluyordum. Bu nedenledir ki yine içiyorum ama içimde o eski huzur olmadan içiyorum. Her masaya oturuşumda “Yarın içmeyeceğim” diye oturuyorum ama ertesi gün yine aynı lafı söylüyorum. Yavaş yavaş “Acaba ben alkolik miyim?” sorusunu kendime soruyorum ama buna “evet” demem mümkün değil tabii. Gittiğim meyhanede benden daha yaşlı, benden daha çok içen insanlar vardı. “Onlar sarhoş oluyordu, ben onlar gibi olmuyordum” düşünceleri benim bu soruya doğru cevap vermemi engelliyordu. Mukayese etmek benim işime geliyordu ve cevaplar doğru olmuyordu.

Nihayet 1996 yılının Mart ayına geldik. Bir gün kalktığımda kapıda bir bavul gördüm. Eşime sorduğumda dayanma gücü kalmadığını, içmek veya kendisi arasında bir tercih yapmamı söyledi. Tercihimi hemen yapamadım. Düşündüm, eşimi sevdiğimi anladım, tabii ki kızımı da… Eşimin isteği doğrultusunda hastaneye yatmaya karar verdim ve Balıklı Rum Hastanesine yattım. Yattığımın ikinci günü A.A.’da ayılmış arkadaşlardan bir grup geldi tanıştık. Birbirimize sıkı bir şekilde sarıldık. Acayip etkilenmiştim. Doktorumun da taburcu olurken Nişantaşı Amerikan Hastanesinde de A.A. grubu olduğunu ve bu toplantılara devam etmemi söyledi. Aynen dinledim ve devam ettim. Bu grup sayesinde 5 ay sonra 10 yıllık bir ayık olacağım inşallah.

İşimi çok ciddi tuttum. A.A.’yı ilk tanıdığım 1996 yılının Mart ayından itibaren bir ağabeyimle beraber tam sekiz ay İstanbul’a toplantıya gittim. Eşime de buradan teşekkür ediyorum. Bizi hep o götürdü ve getirdi. Sonra Nişantaşı grubundaki tüm A.A. dostlarım sayesinde 16.10.1996 tarihinde Tanrı bizi vekil kıldı ve Tekirdağ A.A. kuruldu. Kurarken beraber olduğumuz ağabeyim şu an ameliyat geçirdi. Ona acil şifalar diliyor, toplantılarımıza dönüşünü bekliyoruz. A.A. artık benim bir parçam. Nasıl evvelden alkol benim tamamlayıcım ise şimdi de A.A. tamamlayıcım. İnsanları sevmeyi, saymayı, yardımlaşmayı, tüm insanların Tanrı’nın bir kulu olduğunu, Tanrı’nın yarattığı hiçbir şeyi benim tenkit etme gibi bir yetkim olmadığını, bu nedenle insanlarla değil kendimle uğraşmayı ve en güzeli de kendime “ALKOLİĞİM” demeyi öğrendim. Alkolizmin bir hastalık olduğunu ve ölünceye kadar beraber, dostane bir şekilde yaşamamız gerektiğini öğrendim. Alkolizmin tedavisi olmadığını ve tek tedavinin ilk kadehe el uzatmamak olduğunu öğrendim. Şu an eşim, ben ve kızım ile mutluluk sıralaması yapsalar emin olun dereceye girerim.

Eğer sizin de alkol ile sorununuz varsa, lütfen bir daha deneyin. Beğenmezseniz tekrar içmeye dönebilirsiniz. Bizde devam mecburiyeti, ücret, kayıt falan yok. Ayık kalabilmem için sizlere yardım etmem gerekir. İnşallah bütün ıstırap çeken alkoliklere bu mesaj ulaşır. Sevgilerimle…

 

 

 

 

Adım F., Ben Bir Alkoliğim,

Ben deneyimlerimi, güçlerimi ve umutlarımı paylaşmak için bu satırları yazmaya çalıştım. A.A.’ya gelmeden önce son durumlarım alkol, kumarın her türlüsü, sigara, gece hayatı olan bir alkoliktim ve bunları yaşamayan, tatmayan insanların hepsi benim için birer ot gibi yaşayan insanlardı. A.A.’ya geldiğimde hastanenin verdiği antabus haplarıyla durmaya çalışıyordum. Yaşamım son derece anlamsız ve yavan geliyordu.

Alkolü A.A.’ya gelmeden önce üç yıl içinde kendi başıma bırakmaya çalıştım. En fazla bir sene bırakabildim. Hep bir şeyler sebep oluyor ve o sebeplerden dolayı içtiğimi sanıyordum. A.A.’da önce şunu öğrendim; bana içme isteği geldiğinde hayatımı yönetemediğim. Alkol iki ucu sivri bir değnek gibi karşıma çıkıyor, içersem belli bir müddet sonra her şey tersine gitmeye başlıyor. Kendimi batakhanelerde buluyor, bir daha bu durumlara düşmemek için yeminler ediyor, kendime küfrediyor ağlıyordum. Bir müddet sonra bu pişmanlıkların yerini kayıtsızlık alıyordu. A.A.’ya geldiğimde basit bir kelime iyi geldi. “Bugün içmeyeceğim.” Bu düşünce tarzını hastaneye gelen rehberimden öğrenmiştim ve hoşuma gitmişti. A.A. basamaklarını ve geleneklerini rehberim yardımıyla yapmaya başladım. Rehberim 1. basamağı 10 gün oku ve paylaşalım, demişti. 10 gün okuyup geldim. 10 gün daha okuyup gelmemi söyledi, çok kızdım. Bu da ne oluyor dedim. 10 gün sonunda rehberimle paylaşmaya gittiğimde içimden geldiği gibi paylaştım ve bana ikinci basamağa geçmemi söyledi. Ne oldu da ikinci basamağa geçiyorum dediğimde, “Farkında değil misin? artık “AMA” lafı kullanmadın.” O anda anladım ki ben kendime karşı dürüst olmayan bir insandım. O anda ağzımdan çıkan laflarla içimden gelenlere baktığımda “AMA” kelimesi ile lafı değiştirip insanların duyması gereken şeyleri söylediğimin farkına vardım. Konuşmalarımda abartarak gerçeklerden uzaklaşıyordum. Yalanlarımın temelinde hep insan korkusu ve ekonomik yetersizlik duyguları yatıyordu. Eleştirilme ve beğenilmeme korkusu kendime olan özgüvenimi yitirmeme sebep oluyordu. Artık ben sahnede rol alan bir sanatçı gibiydim. İnsanlar beni nasıl istiyorsa ben o oluyordum. Kendimi yaşamaktan korkuyordum. Yani kendime dürüst olmakla bir gerginlik içine girdim ve alkolün beni yalan bir dünya içinde yaşattığı gerçeğiyle yüz yüze gelince de hayatımı yönetemez hâle geldiğimin farkına vardım.

Alkol içip de düştüğüm güçsüz durumlar hayatımı yönetemez hâle getiriyordu. İyi de ben içmeyince de dürüstçe hayatımı yönetemiyor hep bir şeylere sığınma ihtiyacı hissediyordum. Bu yenilgiye nerelerde düştüğümü araştırdım. Sürekli beraber içtiğim arkadaşlarımla şantiye hayatı yaşıyordum. Yalnız kalınca da karanlıktan ve yalnızlıktan korktuğum için sızıyordum. Bu apaçık hakikati fark ettiğim an eski alışkanlıklarımı değiştirmeye başladım. İndiğim duraktan arkadaşlarıma kadar çekmece düzeltmeden batakhanelere kadar her şeyi yavaş yavaş acele etmeden değiştirdim. Bu arada hayatıma acele etme yavaş yap ama yap fikrini sokmaya çalıştım. Bunu uygularken: 1-Yürümeye uyguladım: Hiç acelem olmamasına rağmen o kadar acelesiz ve sabırsız bir şekilde yürüyordum ki bakıyordum hiçbir şey görmüyordum. Açıkça bakar kördüm. Bakmakla görmek arasındaki farkı yürümemi yavaşlatınca fark ettim. 2- Yemeğe uyguladım: Yemeğin lezzetini anladım. Kısacası beş duyuma uyguladım. Kokudan okşamanın keyfine kadar çok güzel şeyler yaşıyordum. Bu arada bir sürü şeyi unutuyordum. Korkunç unutkanlık başladı. Unutkanlığıma çare olan, biraz düşün acele etme yavaş yap, ne yapmam lazım? Hayatımın her bölümüne ne yapmam lazım, deyip, sorunda değil çözümde yaşamaya, bir yerden çıkmadan önce unuttuğum bir şey var mı? Yapmam gereken bir şey var mı, diye baktım.

Şunların farkına vardım; Her şeyin bir sırası var. Öncelik sırası. Yer ve zamanın çok önemli olduğunu gördüm. Çok doğru bir şeyi, zamanını ve yerini doğru tayin edemediğim zaman sevimsiz, kendini ispat etmeye çalışan bir insan oluyordum. Öncelik sırasında ise, gömleği kravatı takıp, sakal tıraşı olmaya çalışıyordum. Bu olaylarda şunu gördüm ki zamanı ve para değerlendirmesini biliyordum.

Basamakta anladıklarımı uygulayıp, sebat ettiklerim: 1. Basamakta alkole karşı güçlenmede, kurtuluş ve güçlenme yolunda önce ufak adımlar attım. Tatlı yemek, telefon terapisi yapmak, alkollü yerlerden kendimi uzak tutmak, aç kalmamak… Bu konuları kuru sarhoşluğa düştüğüm zaman unutuyordum. Tatlı yeme konusunda eşimin, telefon terapisinde A.A.’lı arkadaşlarımın desteğini alıyordum. Bana alkol çağrışımı yapan şeylerden ilk zamanlar uzak durdum.

  1. Basamak: Bu basamakta benim her fikrimin doğru olmadığını, benim fikirlerimin diğer insanların fikirleriyle desteklendiğinde o konu hakkında bilincimin aydınlandığını gördüm. Bu konuda iki aşama yaşadım. Önceleri kendini ispat etme duygusuyla hep öne atılıp kendi parlak fikirlerimi söylüyordum. Daha sonra diğer insanların fikirlerini önyargısız ve kayıtsız kalmadan dinleyip, kendi fikrimi de doğru veya yanlış söyledim. Bunları yaparken kendi inandığım anlamda Allah’a güvenip, sığındım. Ayrıca Allah’ın bana uygun gördüğü şeyleri bilmeme rağmen zaman zaman onun iradesine ters düşen şeyler yapıyorum, biliyorum ki O bağışlayıcı, onun için güvenip sığınıyorum. Nitelik mi? Nicelik mi?
  2. Basamak: Bu basamakta önce kafam karmakarışık olduğu için düşüncelerimi kalbime havale ederek düşünmeden, 1-2 dakika durmaya çalıştım. Ben düşüncelerimi havale ettikçe kalbimin sesi (kalp gözü, iman tahtası, vicdan sesi) açıldı. Zaman zaman gönül sesim kapansa da ben ilk zamanlar hep açmak için çaba sarf ediyordum. Şimdi çok şükür hep açık. Bu basamakta diğer bağımlılıklarımı tespit ettim. Sırayla, alkol, kumar, sigara ve gece hayatı. Bunların hepsini çaba sarf ederek yani istekli olarak ele aldım ve oldukça zorlandım. Bazılarını alkol hariç zaman zaman deldim. Ancak artık en az beş yıldır artık hiçbirini delmiyorum çok şükür. Ruhumun gerçek bağımsızlığı da bu bağımlılıklarımı terk edip Allah’a daha çok güvenip sığınmamı sağladı. O zaman huzur duası bir anlam kazanmaya başladı. Bu sırada şunun farkına vardım; ben sadece konuşma özürlü değil aynı zamanda anlamada da özürlüyüm. Bu yüzden ön yargılı, kayıtsız, şüpheci…

Ön yargıdan kurtulmamı sağlayan bazı kelimeler kullandım. Tabii önce huzur, sonra bunu hangi anlamda söyledim deyip kişiyi anlamaya çalışıyorum açık fikirlilikle. Kayıtsızlıktan, kalp gözüm açıldıktan sonra, hiç kimsenin kişilik haklarıma tecavüz etmesine izin vermedim. Bu arada şunları görüyor ve hissediyordum: Hayatımı yönetemediğim hangi konu veya iş olursa olsun insanlar ben yardım istemeden yardımcı olmaya kalkıyorlar. Beni yönetiyorlar, bana hükmediyorlar, denetliyorlar, sınırlıyorlar. Kim bunu bana yaparsa bu konuda bana şans verilmesini ve zaman içerisinde bunları yapmak için gayret göstereceğimi söylüyordum. Zaman içerisinde bu kızdığım insanların şimdi görüşlerini alıyor, onlardan yardım ve destek istiyorum. Bu konuda gelenekleri hayatımda uygulamaya koyuldum . Burada dikkat ettiğim, kendimi kullandırmadan, kişinin gerçekten bana ihtiyacı var mı? Nereye kadar var? Örnek: Ağabeyimle balığa çıktığımız zaman sürekli iğneyi ona bağlatıyordum. Kendi bağladığım iğne çıktığı için kendi yaptığıma güvenmiyordum. Ağabeyim belli bir zaman sonra öğrenmem için yardımcı olmayı teklif etti ve ben de öğrenip geliştirdim. Şimdi ihtiyacım olan şeyde yardım istemeye çalışıyorum ve huzur duasıyla, bilinçli mücadelenin yolunu öğrendim. Hoşlanmadığım bir şey varsa ve beni huzursuz ediyorsa bilinçli olarak onunla kalırsam olaylara göğüs germemi, gidersem yeni değişikliklere göğüs germem gerektiğini ve sonunda kendim rahat edeceğimi öğrendim. Bunu işime ve eşime bilinçli bir şekilde uyguladım ve şimdi ben rahat ediyorum. Huzur duasının bana seçme şansı verdiğini gördüm. Önemli olan kararı verip uygulamam ve sebat etmem. Ben böyle yaptığım zaman, bir müddet sonra huzurlu bir şekilde uyguladığım zaman, Allah’ın benim için gerçekleştirdiğini gördüm.

Nitelik mi? Nicelik mi? 2. Basamakta nicelik konusuna ağırlık vermemiz gerektiği yazılmış. Ben de bağımlılıklarımla uğraşıyor ve işin kalitesine yani niteliğine dikkat etmiyordum. Bill’in Gözüyle kitabında bunun tersine yapılan işlerin niteliğinin önemli olması gerektiği söylenince ilk uygulamam A.A. için oldu. Nitelikli, kaliteli bir A.A. üyesiyim; 1-A.A.’ya geliyorum. 2-A.A.’dan gün alıyorum. 3-Rehberim var. 4-Rehberlik yapıyorum. 5-Çay, ortalık temizleme işleri yapıyorum. 6-12. Basamak çalışmasına yeterli zaman ayıramıyorum. İleride ayıracağımı umut ediyorum.7-Gönüllü hizmetkârlık yapıyorum.

 

 

 

 

Adım İ., Ben Bir Alkoliğim,

Geniş bir aileye sahiptik ve her aile toplantısında içki içilirdi. Çocuklar ayrı bir masada, büyükler ise içki sofrasında. O günlerde nasıl sarhoş olunduğunu ve nasıl olup da sabahleyin bazı şeylerin hatırlanmadığını merak ederdim. Hayatımda bir kere ben de denemeye karalıydım. Alkolle ilk tanışmam 18 yaşında oldu. Üniversite yıllarımda ilk içkimi içtim. Çok hoşuma gitmişti. Daha sosyal, daha cesur oluyor, içine kapanık hâlimden kurtuluyordum. Zamanla harçlığımın kaç şişe bira edeceğini hesaplamaya başlamıştım. Borçlanıyordum ve borçlarımı babama ödetiyordum. Zaten tüm yaşamım boyunca birileri benim borçlarımı ödedi. İçki ya da onun açtığı borçlar.

Okul hayatım başarısızlıkla bitti. Askerden sonra evlendim. Evlenirken sarhoştum. Çocuğum doğduğunda sarhoştum. Barlarda kalkıp bir türlü 100 metre ilerideki hastaneye gidemiyordum. Gittiğimde ise elimde bir şişe viski vardı. Evimin tüm eşyalarını satıp içkiye yatırdığımda, çalıştığım iş yerine barlardan alacaklılar geldiğinde, eşimin kredi kartı ile sabahlara kadar içtiğimde ve nihayet eşimden ayrıldığımda yine sarhoştum.

İçmemin sebebini her zaman çevremdeki insanlarda ve yaşadığım olaylarda aradım. Ailemi ve tanıdığım herkesi kullandım. İkinci kez evlendiğimde, ikinci çocuğum olduğunda ben yine sarhoştum. Artık içkisiz bir hayat mümkün değildi. İyi niyetle başladığım her şeyin sonu rezalet oluyordu. Yüzlerce kere sadece birkaç kadeh içip kalkacağım diye sözler verdim, yeminler ettim ama ağzıma değdiği anda her şey anlamını yitiriyordu. Hiçbir borcumu zamanında ödeyemiyor, verdiğim sözü tutamıyordum. Akşam yaşadıklarımı hatırlamıyordum. Kimlerle nerelerdeydim? Bu telefon numaraları kimlerin? Ben ne yaptım? Nerelere borçlandım, korkularıyla sabahları yataktan çıkamıyordum. Tekrar içmeye başladığımda tüm korkularım bitiyor ve ben yine sarhoş oluyordum. Sabahları yine aynı kâbuslar. Bu kısır döngü 19 yıl devam etti. Tüm kredilerim bitmiş, artık ailem ve kardeşim bile benden utanır olmuşlardı ve ben kendimden nefret ediyordum.

Tanrı bana hediyesini bir alkolik eşi sayesinde ulaştırdı. Eşinin de alkolik olduğunu ama bir arkadaşlık birliği içerisinde yıllardır alkol almadan yaşayabildiğini söylediğinde umursamamıştım. Fakat bir sabah iki gün aralıksız içtikten sonra yolun sonuna geldiğimi hissettim. Artık hayaller görmeye ve kendi kendime konuşmaya başlamıştım. O arkadaşlık birliğini (Adsız Alkolikler) aradım ve bana yardım etmelerini istedim. Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan “Ben ne olacağım?” diyordum. Adsız Alkolikler’in toplantılarına katılıyordum. Fakat içmeye de devam ediyordum. Bana “Toplantılara gelmeye devam et!” diyorlardı. Ben de devam ettim…

Dört yıl bir aydır içki içmiyorum, geçmişimle yüzleşiyorum. Hiçbir şeyi tekrardan yaşayıp düzeltmek mümkün değil ama elimden geldiğince onarmaya çalışıyorum. Bana hediye edilen bu ikinci hayatımı tadını çıkartarak yaşamaya çalışıyorum. İlk çocuğumla aramızda güzel şeyler oluyor. Artık üzecek, kıracak, bozulacak bir şey kalmadı. Artık çevremi değil kendimi değiştiriyorum ve herkesi olduğu gibi kabul etmeye çalışıyorum. Her gün yeni bir şeyler öğreniyor ve bunları paylaşıyorum. İçkisiz bir hayatın var olduğunu ve eğer istersem bunun devam edeceğini biliyorum. Sadece, bugün içmemek için Tanrı’ya dua ediyorum.

 

Adım J.O., Ben Bir Alkoliğim,

Alkolle tanışmam genç yaşlarda oldu. Kendi yaşıtlarım gibi alkolü bir zevk, neşe ve erkeklik duygularımı fazlalaştıran bir sıvı olarak alıyordum. Seneler geçtikçe benim alkole olan düşkünlüğüm, onun bana vermiş olduğu zevk fazlalaşmıştı. İlk zamanlar haftada 1-2 gün aldığım alkol zamanla her akşam alma alışkanlığına dönüştü. Nedense bu durum bana daha zevkli geliyordu. Akşam belli bir saatte beraber olduğumuz ve beraber içtiğimiz bir grubumuz vardı. Öyle bir zaman olurdu ki, birimiz gelmediği zaman onun boşluğunu hisseder, acaba neden gelmedi diye merak ederdik. Zamanla öğleden sonra ve hatta sabahları bir iki kadeh içip, çivi çiviyi söker sloganını kullanmaya başladım ve zamanla içki benim için zaman tanımıyordu, ne zaman bulsam ve canım istese (ki her zaman istedi) az veya çok içiyordum. Fakat bu bana yaşımın genç olmasından fazla zarar vermiyordu. Bana zarar vermediği gibi, benim zarar verebileceğim kişiler annem, babam, eşim ve çocuklarım toktu. Onun için belki rahat içme ortamım vardı.

Anne ve babamı kaybettikten sonra dayılarımın yanında geçti gençliğimin 15-20’li yaşları. Askere gittiğim zaman içki dozum bende fazlalaştı ama istediğin zaman içkiyi bulamıyordum. İlk kolonya içmeye askerde başladım. Sonra askerlik dönüşü Ankara’da nişanlımın bir trafik kazasında ölümü (sebep olarak kendimi suçlamam) benim 1970 senesinde İstanbul’a gitmeme vesile oldu. Orada hiç ummadığım bir tesadüf beni üvey dayımla karşılaştırdı. Dayım beni himayesine aldı, bir tek özürlü çocuğu vardı. Beni beklemediğim bir hayat âlemine soktu. Kendisi İstanbul Ekspres Gazetesi sahibi ve aynı zamanda atçı idi, üç tane İngiliz saf kan yarış atımız vardı. Sanki onların sahibi dayım değil bendim. Büyükada’da evimiz, altımızda arabalarımız. Biri bana aitti, üstelik alkol aldığım için özel şoförüm vardı. Artık hayat istemediğim kadar güzeldi ki akıl almayacak kadar kendimi mutlu hissediyordum. İstediğim kadar içki içiyor ve onunla mutlu zamanlar yaşıyordum. Fakat daha sonraları içkinin bende birtakım değişiklikler yaptığını hissetmeye başladım Alkol almadığım zamanlar ellerim titriyor, kusma düzenim bozuluyor (tekliyorum), uyku uyuyamıyor, sinirli bir insan olmaya başladığımı fark ediyordum. Fakat içkiye başladıktan sonra bunların hepsinin geçtiğine tanık oluyordum. Alkolü aldığım zaman, bir arabanın çalışması için gerekli olan yakıtı aldığı gibi ben de çalışıyordum. O zamanlar bana alkolik diyenlere kızıyordum çünkü çevremde alkol bulamayan, onun için bir sürü işler yapmak mecburiyetinde kalan insanlar vardı. Benim durumum çok iyi olduğu için elimden gelen yardımı (alkol alamayanlar için) yapardım ve inanın o insanlar beni gördükleri zaman gözlerinin içi gülerdi. Ama imkânım vardı, içmem için para sorunum, benim mutlaka gitmem gerekli işim ve benden para bekleyen kimsem yoktu.

Dayım bana kendi oğlundan daha iyi bakıyordu. Bu yaşantımın sonsuza kadar böyle geçeceğini zannediyordum. Fakat öyle olmadı, dayımı kaybettim. Yengem Fransız kökenli olduğu için gazeteyi, atları ve Büyükada’daki evi satıp oğluyla Fransa’ya gitmişti. Gitmeden evvel, dayımın vasiyeti üzerine yengem bana satın almak için bir ev almamı söyledi. Alkolik kafa yengeme ben bilahare evlendiğim zaman ev alacağımı ve dayımın bana bıraktığı parayı bankaya yatırmayı önerdim. Temiz insandı kabul etti, ne bilsin benim o parayı yiyerek ve içerek alkolik olacağımı.

Zaman beni iyice yalnız bırakmıştı. İstanbul Cankurtaran’da ufak bir evim vardı, para desen o zamana göre bitmeyecek kadar çoktu. Hayatım tekmelerle beraber gayet güzel gidiyor zannediyordum.

Nasıl Alkolik Oldum? Önceleri babalar gibi içki içiyordum. Bu bana hiçbir zarar vermiyordu. Zamanla içkinin dozu fazlalaştı. İçmeden duramıyordum. Ama alkolik değildim, kendimi idare edebiliyordum fakat öyle bir an geldi ki, alkolün beni idare ettiğini anladım. Alkolden kurtulmak için önceleri kendimi ve çevremi kandırarak, 1978 senesinde alkolden yattığım zaman, iyi olmaktan ziyade hastaneden çıktıktan sonra acaba nasıl güzel içebilirim de sabahları ellerimde olan titremeler geçer diye düşünüyordum.

Çıktığım zaman titremelerim geçmiş, sabah ve öğlen içtiğim iki kadeh içkiyi içmiyor yalnız akşamları doktorumun dediği gibi yarım şişe rakı, bol ızgara ve salata gibi yiyeceklerle günlerimi düzenleyebilmiştim. Fakat bu fazla sürmedi, 3-4 ay sonra yarım şişe bir şişeye, sabah ve öğlenleri aperatif içmeye dönüştü. Bir sene sonra içkimdeki limit yoktu. Paramın yettiği kadar içiyor daha fazlasını borç yazdırıyordum. Hayatta hiçbir şeyim kalmamıştı. Param, işim, arkadaşlarım, beni çevremde baba diye bilen o alkolik insanlar bile artık bana yabancı gözüyle bakıyorlardı. Hasbelkader emekli olmuş, bir tek emekli maaşına kalmış, alkol almadan gününü geçiremeyen bir insan. Bunun ne kadar zor olduğunu yaşayan bilir. Sultanahmet gibi bir semtte, zamanında kapılarda karşılanan, içki ihtiyacı olanların can simidi olan ben, o kapılardan içeri alınmayacak bir duruma geldim. Bunun böyle yürümeyeceğine kanaat getirerek ikinci defa hastaneye yattım. Çıktığım zaman ilaçların da etkisi ve biraz da korku ile bir seneye yakın içmedim ve kendimi gayet iyi zannederek içtiğim zaman, içer sonra da bırakırım diyerek ufak ufak başladım ama on gün içinde eskisinden daha çok içmeye başladım. İçmediğim zaman uyuyamıyordum. Bir gün beyaz bir kartalın üzerinde uçuyor, bir gün makineli bir tüfekle ordu ile savaşan kahraman oluyordum. Kendimi Viking zannedip olmayan şeyleri görür olmuştum. Sanki kafayı yiyordum. Ama içtiğim zaman bunların hepsi kayboluyor, normalleşiyordum. Öyle bir zaman geldi ki, artık alkol benim her şeyimi almıştı. Sultanahmet Parkı’nda yatıyor. 200 metre ilerideki evime gidecek gücü bulamıyordum.

Eskisi gibi içemiyordum. Bünyem kaldırmıyordu fakat onsuz da yapamıyordum. Benim her şeyim alkol olmuştu; annem, babam, arkadaşım, sevgilim, hiçbiri onun yerini alamazdı. Köprü altında yatıyor, parklarda sabahlıyor ve içiyordum. Hırpani kılıklı bir insan olmuştum fakat “Ben Alkolik Değilim” diyordum. Daha nasıl olunur bilemem?

Hastaneye yatmaya karar verdiğim zaman yanımda kimse yoktu. Allah’ıma hep dua ediyordum, benim elimden tutup hastaneye yatıracak birinin olması için. Sonunda ağabeyim üç senedir İstanbul’da idi, kendisi ile aramız yoktu, işte üstün gücüm onu bana gönderdi. 1990 senesinin Şubat ayında Ankara’ya geldiğim zaman çaresiz vaka idim. Herkes ölümümü bekliyor gibiydi, zaten ben de canlı cenaze idim. Ağabeyim son bir sefer hastaneye yatmam için bana çok yardımcı oldu. Temmuz ayında Gölbaşı Hastanesinin kapısından kovuldum çünkü normale dönmem için 1-2 kadeh içmiştim. Ertesi gün içmeden gelmemi önermişler, ağabeyim zor bela tekrar hastaneye götürdü. 5 gün serum odasında yattım. Ağabeyim yanımda refakatçi olarak kalmış. Bir ay kadar hastanede yattım. Bırakmaya karar vermiştim çünkü alkolik olduğuma karar vermiştim çünkü alkolik olduğuma inanmıştım. Hastanede yattığım zamanlar 3-5 arkadaş geliyor bana, buradan çıktıktan sonra kendi aralarında toplantı yapıp dertlerini paylaşan arkadaş grubu olduğunu, benim de eğer alkolü bırakmak istiyorsam yardımcı olabileceklerini söylüyorlardı.

Hastaneden çıktıktan sonra işte o insanlarla tanıştım. Benim için yeni bir hayat başlamıştı. Dört ay gibi bir zamanda ayağa kalkıp yürüyor ve konuşabiliyordum. Alkolü bırakmak için birbirleriyle konuşan, dertleşen, yardımlaşan insanların kollarında kendimi buldum. A.A. Grubu dediğim bu yer bana sevgi ve dostluk verdi. Çünkü senelerdir sevgi ve şefkate muhtaç bir insandım, bunu bana buradaki dostlarım verdi. Artık alkol almamam için daha çok mücadele etmenin gerekli olduğunu anladım. Çünkü içersem önce bu bana kucak açan, seven, mutluluk ve insanlık veren kişilerin yüzüne bakamayacaktım. Alkolik olduğumu anlamış ve içersem her şeyin biteceğine inanan bir insandım. Fakat bu kolay olmadı. Üç sene büyük mücadele verdim. Neden üç sene diyorum çünkü beraber kaldığım evde ağabeyim vardı ve onlar içiyorlardı. Onlara sorarsanız akşamcı oldukları için içebiliyorlardı tabii bunun için benim şansım yoktu. Ama onlarla beraber yaşamaya mecburdum.

1992 senesinde kardeşim alkolden öldü. Ağabeyimle yalnız kalıyorduk. O içmeye devam ediyor ben sabah işe akşam derneğe sonra eve yatmaya gelip, içemediğim için duvarları yumrukluyordum. 1993 senesi Temmuz ayı benim farklı bir yıl oldu. Üç senemin yaş gününü kutlarken bir insan ile tanıştım ve sanki yıldırım aşkı gibi 1993 senesinin Kasım ayında evlendik ve zaman bana öyle bir şey hatırlattı ki, bu bana Allah’ın bir lütfuydu sanki. Üstün gücüm beni mükafatlandırmıştı. Onun varlığı beni bambaşka insan yapmıştı, her şeyimle değişmiştim.

İşte ben üstüne basa basa söylüyorum. A.A. olmasaydı, oradaki bana kucak açan, yalnızlığımı paylaşan, inanan canım kadar sevdiğim insanlar olmasaydı ben şu anda bir hiçtim veya yoktum. Bence bir insan alkolik olduğunu kabullense bile bunun yalnız başına olamayacağına ve ona en büyük desteğin önce Allah, sonra A.A. ve eşinden gelmesi gerektiğine inanıyorum.

Not: Sevgili arkadaşımız 2001 yılında ayık olarak Tanrı’nın Rahmetine Kavuştu. Mekânı Cennet olsun.

 

 

 

 

Adım N.G., Ben Bir Alkoliğim,

10 Mayıs 1948 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldim. İçki ile ilk tanışmam çocukluğumda oldu. Babam çok içki içerdi. Yaramaz ve şımarık bir çocuktum. Tek çocuğu olduğu evimizde huzursuz bir ortam vardı. O zamanlarda evden hatırladıklarım; yüksek sesli kavgalar, evi annemle terk etmeler, para sorunları ve alkol… Daha o yaşlarda, “Bu evde ben de yaşıyorum, benimle de ilgilenin” diye haykırıyordum. Yaramazlıklarım bazen işe yarıyor, onların dikkatini çekiyordum.

Alkolle ilk el tanışmalarım yılbaşı geceleri bana bir lütuf olarak verilen bir bardak bira ile oldu. Babam 40 yaşında siroz hastalığından öldü. Ben 13 yaşında yetim kaldım. Senelerce beni küçük yaşta yetim bırakan babamı suçladım ve hatta ondan nefret ettim. Oysa bugün onu çok iyi anlıyorum…

Okul yaşantımda hep öne çıkmak, herkesten farklı olmak, ileri olmak isterdim. Çalışkan bir talebe değildim. İlkokulda resim yeteneğimle, ortaokul ve lisede de sportif faaliyetlerimle dikkat çekmeyi başardım. Genç kızlık dönemimde bazı arkadaşlarımla beraber olduğum zamanlar hafif alkollü içkiler alıyordum. Bu benim çekingenliğimi yenmemi sağlıyor, beni rahatlatıyordu. Ben de diğer kız arkadaşlarım gibi flört etmek istiyor ama çok çekiniyordum. Bazı öğretiler, namus ve ahlak kavramları hep karşıma dikiliyordu. Hayallerimde hep “Beyaz Atlı Prens” vardı.

Beş senede liseyi bitirmiştim ama o prens daha ortada yoktu. Derken bir gün R.’ye rastladım. Çok yakışıklı, kibar, centilmen, güzel içki içen bir delikanlı idi. Flört etmeye başladık. Bu flört ayrıla barışa beş yıl sürdü. Ailesini de tanımış ve çok sevmiştim. Anlaşamadığımız çok şey vardı ama benim yaşım ilerliyor ve evde kalma korkum çoğalıyordu. Ailemin karşı çıkmasına rağmen onun ailesinin desteğiyle o askerdeyken nişanlandık. Askerliği bitince kayınpederim ona iş buldu ve onların müstakil evlerinin alt katında yuvamızı kurduk. Güya muradımıza ermiştim. Evlilikten çok şey bekliyordum. Başarılı olduğum iş hayatımı bile severek terk etmiştim. Daha ilk günlerde bu beklentilerim yavaş yavaş bozulmaya ve bana acı vermeye başladı. Ne bir kadın ne bir eş olarak istediğim şeyler oluyordu. Yalnızca güzel bir içici olmaya başlamıştım. Daha birinci sene oğlumu kucağıma aldım. İşte yaşadığım onca sene içinde beni en mutlu eden olay buydu. Eşimi olduğu gibi kabullenmeye ve kendimi iyi yönde değiştirmeye çalıştım. Ama başaramadım. Çünkü daha çok eşimi değiştirmeye çalışıyor, kendim ise kötü yönde değişiyordum. Azar azar almaya başladığım alkol gittikçe miktarını arttırıyor ve artık ihtiyaç hâline geliyordu. Bu yüzden bazen oğluma bile ters davrandığım oluyordu. Ruhi ve bedeni tatminsizliklerim arttıkça alkolde artıyordu.

Oğlum ilk okula başladığında benim için bir fırsat daha doğmuştu. Onu her gün okula götürüp getiriyor, yeni arkadaşlar ediniyor, okul faaliyetlerine katılıyordum. Fırsat buldukça arkadaşlarımın evinde gündüz de içmeye başlamıştım. Evdeki durum ise daha da kötüye gidiyordu. Eşimden bol bol dayak yiyor, hakaret işitiyor, horlanıyordum. Evdeki gizli içmelerim başlamıştı. Kendime göre içmekte haklıydım. Bütün kötü olaylar içkime gayet güzel meze oluyordu. Eşim de içkisi yüzünden işini bırakmıştı. Sefalet dolu günler yaşadık. Kendisi de eve çok az uğruyordu. Bu sıralarda çok sevdiğim fakat gerekli ilgiyi ve anlayışı gösteremediğim annem de Allah’ın rahmetine kavuştu. Öldüğü gün çok içkiliydim ve düşündüğüm tek şey olan içmek için şimdi çok iyi bir nedenim vardı. Büyük bir hırs ve arzuyla oğluma sarıldım. Artık bütün hedefim onu iyi okullarda okutmak, benim başaramadıklarımı başarmasını sağlamaktı. Aklımca o böyle mutlu olacaktı. Oğlum çabalarım ve onu zorlamamın karşılığı olarak Kadıköy Anadolu Lisesi’ni imtihanla kazandı. Tabii ben de bir “oh” çektim. Halbuki evdeki huzursuz ortam ona da tesir ediyor, ben farkında olmadan onu da bir takım psikolojik bozukluklara sokuyordu. En fazla etkilendiği şey ise babasının işsizliği ve birlikte yediğimiz dayaklardı. Bense kendimi içkiyle uyuşturuyor, sorunları erteleyip duruyordum.

Dışarıda daha rahat içebilmek için beni çok seven ve anlayan arkadaşlarımı bile kullandım. Su gibi yalan söyler, para çalar olmuştum. Şimdi anlıyorum ki kendime yalan söylüyor, kendi hayatımı çalıyor, kendimi aldatıyormuşum. Artık hayat, oğlum ve benim için çekilmez bir hâle gelmişti.

Oğlum liseyi tamamlamış ama takıntılı dersleri yüzünden mezun olamamıştı. Beraberce karar verdik. Kendimize yeni ve iyi bir hayat kurabilmek için evden kaçtık. Bir Ekim sabahı elimizde iki bavulla Isparta’da idik. Orada bir çatı katına yerleştik. Takip edilme ve bulunma korkusuyla dolu bir altı ay geçirdik. Bu arada eşimle boşandık. Oğlum birçok bunalıma girdi. Artık o da benimle birlikte içiyordu. Birbirimizi iyiye yönlendirmeye çalışıyor ama başaramıyorduk. Bu aralar intiharı çok düşündüm. Çeşitli zorluklarla İstanbul’a gidip oğlumun takıntılı derslerini temizledik. Üniversite sınavlarına hazırlandık. Yerimiz belli olmasın diye Antalya’ya gidip sınavlara girdik. Fazla ümitli değildik.

Antalya’da geçirdiğimiz üç ay ikimize de iyi geldi. Kendimizi biraz olsun toparlamıştık. Maddi durumumuz da yavaş yavaş düzeliyordu. Ankara’daki Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini kazandığını öğrendiğimiz gün bayram ettik. Gene büyük ümitlerle Ankara’ya gidip kaydını yaptırdık. Oğlumun ilk olarak arkadaşı K. ile birlikte ev tuttuk, döşedik. Fakat sorunlar bitmedi, oğlumun sorunları yüzünden okula gidemiyor ben ise delice içmeye devam ediyordum. Artık her şeye boş vermek istiyordum. Evde içmek beni tatmin etmemeye başlamıştı. Ankara barlarında gece hayatım başladı. Yanlış zamanlarda, yanlış yerlerde, yanlış şeyler yapmaya başlamıştım. Ayıldığım zaman duyduğum pişmanlığı bastırmanın en iyi yolu tekrar içip unutmaktı. Artık ne içkiyle ne de içkisiz yaşayabilir olmuştum. Oğlumla da sorunlarımız ve hatta kavgalarımız başlamıştı.

Sorunlarımızın halli için bir psikoloğa başvurdum. O değerli doktor bendeki alkol sorununu fark etti. Her şeyin düzeleceği umuduyla tedavi olmaya razı oldum. 15 gün kadar serum tedavisi gördüm. Daha sonra bana Adsız Alkolikler Grubuna katılmamı tavsiye etti. Alkolik olduğuma pek inanmadığım, sırf ilgimi çektiği için A.A.’ya gittim. Hiç beklemediğim bir ilgi ve sevgiyle karşılaştım. Oradaki insanlarla bana benzer çok şey vardı. O korkunç yalnızlığımdan kurtulmuştum. Artık içki içmiyordum ama huzurlu da değildim. Huzuru dışarıda değil kendimde bulabileceğimi bana A.A. gösterdi.

Üç ay sonra zayıf bir anımda elime gene içki kadehine gitti. Büyük bir pişmanlık ve utançla tekrar grubuma döndüm. Bu sefer alkolizmin öldürücü bir hastalık, kendimin de geriye dönüşü olmayan bir alkolik olduğunu anlamış ve kabullenmiştim. Alkolik olduğumu kabullenişimin üstünden 7 yıl geçti. Sadece alkolden uzak kalmayıp, kendimi çok güzel bir ruhsal gelişim ve değişimin içinde buldum. Her şey hemen değişmedi. Benim istekliliğim, açık fikirliliğim ve dürüstlüğüm ölçüsünde yavaş yavaş A.A. programı bende işlemeye başladı. Hâlâ sorunlarım var ama artık ümitsiz değilim. Değiştireceğim ve değiştiremeyeceğim şeyleri ayırmaya başladım. Beklentilerimi en aza indirip kabullenmelerimi çoğaltıyorum. Benden üstün güce, TANRI’ya sığındım. Daha önceki hayatımı bu günlere ulaşabilmenin bir bedeli olarak görüyor, mümkün olduğu kadar eski hatalarımı tekrarlamadan, bugünkü 24 saatimi ayık ve huzurlu geçirmeyi amaçlıyorum.

A.A. programı sayesinde kendimle barıştıktan sonra diğer insanlarla barışmam çok kolay oldu. Kin ve nefretlerimden kurtulduktan sonra gerçek sevgiyi öğrendim. İçimdeki sevgi verdikçe çoğalan çok huzur verici bir duygu. Arada sırada verdiğim sevginin yansıyıp bana geri geldiğini de görüyorum. Oğlum artık benim çabalarımı anlıyor ve saygı duyuyor. Şu aralar açık öğretimde okuyor ve henüz içki içmeye devam ediyor. Bense dualarım ve sevgimle her zaman onun yanındayım. 1992’de geldiğim A.A.’da birinci ayıklığımı kutladıktan sonra benimle hemen hemen aynı tarihlerde gruba katılmış R. ile tanıştım ve birbirimizi sevdiğimizi anlayıp hayatımızı birleştirdik. Artık 6 sene önce kendisini A.A.’da tanıdığım bir hayat arkadaşım var. Birbirimizi çok iyi anlıyoruz. Sevgi ve dürüstlükle örülmüş bir yuvam, sevgi ve anlayış bulduğum bir grubum ve hoşgörü, alçakgönüllülük kavramları ile dolu bir gelişim-değişim programım var. Tanrı’ya ve A.A.’ya şükran doluyum.

Eski eşim iki sene önce rahmetli oldu. Ölmeden önce onu affettim ve kendi hatalarımdan ötürü ondan özür diledim. Bugün onu sevgiyle hatırlıyor ve onun için dua ediyorum. Program sayesinde açılan gönül gözüm hayatımdaki mucizeleri görmemi sağlıyor. Bugün ben de başlı başına bir mucizeyim.

Bugün 3 Nisan 2005, benim A.A. doğum günüm. A.A.’ya gelip, alkolik olduğumu kabul edip, ayık 24 saatlerime başlayıp elimden geldiğince 12 Basamak programını hayatıma uygulamaya çalışıp çok şükür bu günlere gelebildim. Bir zamanlar benim için çok uzak ve hatta imkânsız gibi gördüğüm kocaman bir 12 yıl.

Bir haftadır kendimi inceliyor ve yaşamın neresinde olduğuma bakmaya çalışıyorum. Galiba en güzeli, 58 yaşındayım ve 12 yıldır ayık yaşıyorum. Bugün kendimi seviyor ve takdir edebiliyorum. Üstelik bunu egomu şişirmeden yapabiliyorum. Eşimle, oğlumla ve A.A. arkadaşlarımla ilişkilerim beni mutlu ediyor. En büyük mutluluğu da mesaj ilettiğim arkadaşları A.A.’da görünce yaşıyorum. Henüz gelemeyenlerin de bir gün geleceklerine inanıyorum. İçim sevgi dolu. Bu sevgiyi üstün gücünden alıp bol bol harcamaya çalışıyorum. Üstün gücüme teşekkür ediyorum. A.A.’ya teşekkür ediyorum. Tüm A.A. arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Zira ben bu günlere tek başıma gelemezdim.

A.A. toplantılarına gidiyorum. Mümkün olduğu kadar A.A.’ya hizmet etmeye çalışıyorum. Üstün gücüm bana eşimle birlikte iki kez de dünya konvansiyonuna katılmayı nasip etti. A.A.’nın evrenselliğini tüm ruhumla yaşadım. Bugün huzurluyum ve ayığım. Kendime ve bütün A.A. arkadaşlarıma ayık ve huzurlu daha nice 24 saatler diliyorum. Sevginin gücü bizimle olsun. Tanrım, bana verdiklerin, benden aldıkların ve bana bıraktıkların için sana şükran doluyum.

 

 

 

 

Adım N., Ben Bir Alkoliğim,

Orta hâlli bir memur ailesinin tek kızıyım. Çocukluğum yalnız ve mutsuz geçti. Bunu gençlik yılları takip etti. Her zaman içine kapanık ve asosyal biri idim. Okulda hiçbir sosyal faaliyete katılmaz, kolay kolay dostluk kuramazdım. İçkiyle o yıllar tanıştım. Kuzenimle birlikte hafta sonları geceleri odamıza çekilir, çikolata ile cep konyağı içerdik.

Liseden sonra üniversiteyi kazanamayınca işe girdim. Bu arada bir arkadaş grubum oluştu. Geceleri gittiğim yemeklerde içtiğim içkiden dolayı lakabım süngere çıkmıştı. Herkes biraz içip sarhoş olurken bana bir şey olmuyordu. Tabii ertesi günkü mide bozukluklarını hep karışık içmeme bağlıyordu çevremdekiler. Daha sonra eşimle tanıştık ve o da içeceksem adam gibi rakı içmemi, diğerlerinin iyi gelmeyeceğini uygulamalı olarak bana öğretti. Eee bende bu kabiliyet varken, hemen öğrenecektim tabii ki…

Evlendikten sonra da içmeye devam ettiğimi söylememe gerek var mı? Önceleri hafta sonu, daha sonra arada içme icat edilen günler derken, her akşam içmeye başladım. Bir şeylerin ters gittiğinin farkındalığıyla psikolog, doktor, vs., bu konu ile ilgili olarak bana yardımcı olabilecek her kapıyı çaldım. Bazı doktorlar hanım olduğum için bana inanmakta zorlandılar bile. İçkiyi sadece bana kilo aldırdığı ve zamanla karaciğerimi bozacağı endişesi için azaltmak istiyordum ama bu mümkün olmadığı gibi gittikçe miktarı da artıyordu. Önceleri haftanın belli günleri içmemek, arada zayıflama perhizleri bahanesiyle içmemek, kendini zayıflama merkezine kapatmak gibi nafile kürek çekmelerle geçiyordu.

1988 yılında eşimin ısrarı üzerine beş gün hastanede detoks olduktan sonra, A.A. (Adsız Alkolikler) ile tanıştım. Fakat içkiyi tamamen bırakma fikri aklıma hiç yatmıyordu ve bu yüzden de başaramadım. Nasıl olsa menopoza gireceğim, kemik ermesi olmamak için içemeyeceğim, bari o güne kadar içeyim derken içtiğim içkilerin neden olduğunu çok sonradan öğrendiğim miyomlar içimde büyüyerek beni ameliyat masasına sürükledi. Doktorum ameliyattan 15 gün öncesi içmeyi kesmemi söyledi ise de ben son geceye kadar içtim. Operasyon esnasında herkese verilen 1 doz bana 8 doz olarak verilmiş ve doktor ameliyattan çok beni bayıltmakla uğraştıklarını, ayrıca genişlemiş damarlarım nedeniyle neşteri vurduğu yerden artezyen gibi kan fışkırdığını bir dahaki sefer masadan kalkamayacağımı söylediğinde, keşke bunu anne-babamın yanında değil de yalnızken söyleseydi diye iç geçirmiştim.

Korku belasına ancak 2 ay dayanabildim içmemeye. Işığa uçuşan bir kelebek gibi yanacağımı bile bile içmeden duramıyordum. Taa ki eşim resti çekene kadar. “Ya ben ya da içki” diye mektup yazmıştı bana. Okudum ve hiç düşünmeden “tamam” dedim. Buraya kadardı. Hemen A.A.’yı aradım. Toplantılara gitmeye ve ne öneriliyorsa yapmaya dikkat ettim. Yani çok söz dinleyen biri oldum. Daha önce bu yollardan geçmiş arkadaşlarımın deneyimlerini kendime küpe yaptım. Şimdi ise dört yıllık ayıklık madalyam yılbaşı günü beni bekliyor. Tabii ben de onu, hem de dört gözle…

 

 

 

 

Adım M., Ben Bir Alkoliğim,

Merhaba arkadaşlar; bugün 90 gündür ayığım, bunu sizinle paylaşmak istedim… Bu akşamki grup toplantısında paylaştım ve çipimi aldım. Sabahtan hiç öyle bir niyetim yoktu çip almak gibi. 90 günlük olduğumu biliyordum ama önemsemiyordum. Öğleden sonra aklım başıma geldi. Bu 90 gün benim için çok değerliydi. Kendimi değerlendirmeliydim. Bu nasıl olabilir diye düşündüğümde en iyi ödülün toplantıya gidip üç aylık çipimi almak olduğunu düşündüm ve aldım.

8 Aralık 1995 tarihinde ilk defa A.A. grubuna geldim. İlk ayıklığım 23 ay 20 gündü. Sonra defalarca kaydım. Uzun ayıklıklar, kısa ayıklıklara bıraktı kendini. Geçmişe doğru baktığımda en değerli ayıklığımın bu 90 günlük ayıklık olduğunu hissediyorum. Eşimle boşanalı tam 2,5 sene oldu. Bu seneler zarfında kendimi dağıtmıştım. Ne içkiyle ne içkisiz yaşayabiliyordum. Belki de boşanmamızı içkime meze yapıyordum. Toplantılara hiç gitmiyordum. Kendi adıma toplantılara gitmeden ayık kalmanın mümkün olmadığını da biliyordum, cesaretim yoktu. Belki de hazır değildim.

Zannediyorum Temmuz 2000’de toplantılara devam etmeye başladım. Ondan sora iki sefer kaydım. 50-60 gün aralarında kaydım. Bir ara kendi kendime sorular sordum. Eğer toplantılarla ayık kalıyorsam niye toplantılara giderken kaydım diye. Bu düşünce moralimi çok bozuyordu. Beni karamsarlığa itiyordu. Ama şimdi farklı bir bakış açısı ile bakabiliyorum. Eğer toplantılara gitmeseydim, eski tecrübelerime dayanarak biliyorum ki, hiçbir zaman 50-60 gün ayıklık yakalayamazdım ya da daha ilerisini düşünürsem bu günkü 90 güne gelemezdim. Artık böyle bakıyorum.

Hani bilirsiniz içinde yarım bardak su olan bardağa,” bu yarısı boş” veya “bu bardağın yarısı dolu” düşüncesiyle bakıp bu ikisinin arasındaki farkı. Ben artık bu farkı biliyorum ve şimdi artık “bu bardağın yarısı dolu” diyebiliyorum. Bir de biliyorum ki, ayıklığın yolu toplantılara devam etmekle birlikte programı hayatımıza uygulamaktan geçiyor. Hiçbir zaman ders çalışır gibi program çalışmadım. Öyle yapmanın yararına da inanmadım.

Ben, 12 basamak programını, ölene kadar çalışmam gerektiğine inanıyorum. Yüreğimde hissetmedikten sonra, program bende çalışmadı. Belki hâlâ çalıştığını zannediyorum, belki de çalışmıyor. Ama kendimde bir kısmının çalıştığına inanıyorum. Rehber kullanmadım. Belki de çok rehber kullanıyorum. Cevap aradığım her konuda, o konularla daha önce karşılaşmış ve çözmüş birine gidiyorum. Ondan fikir alıyorum. Diyorum ya rehberim belki de hepinizsiniz. Bugüne kadar hiçbir basamağı sıralı olarak yaşamadım. Zaman hangisini gerektiriyorsa onu uygulamaya çalıştım. Basamaklardaki önceliğim, o an yaşamımdaki önceliklere endeksliydi. Hâlâ da öyle. Kendimce 3. basamağı yaptığıma inanıyorum. Kendimi galiba artık yüksek gücüme teslim edebiliyorum.

Yaşadığım her anda, onun bana bir mesaj verdiğini düşünüyor ve bunu doğru almaya çalışıyorum. Yaşadığım olaylar, hayatıma giren yeni kişiler hep onun bana bir mesajı. Olaylardan ve kişilerden doğru mesajı almaya çalışıyorum. Artık kendimdeki eksiklikleri görebiliyorum. Herhâlde gözüm açıldı. Düzeltmeye çalışıyorum. Bu üç ay boyunca belki de ilk defa 24 saatin, alçakgönüllülüğün, hoşgörünün, yardımlaşmanın, ilk defa mucizelerin, basit yaşamın, beklentileri aza indirmenin ve sabrın ne anlama geldiğini anladım. Eski eşime içimde var olan duygusal bağımı, toplantılara devamlı katılan arkadaşlarım bilir. Zaman zaman toplantılarda bunu anlatmıştım ve bunun beni çok rahatsız ettiğini de. Boşanmış olmamıza rağmen, bir türlü onu sevmekten vazgeçemiyordum. Hatta zaman zaman beni paspas olarak kullanmasına izin vererek, bu bilinçle hâlâ onu seviyordum. Evlilik hikâyemi anlatmayacağım. Ben boşandıktan sonra kendimi hatasız buluyordum. Ama şimdi öyle düşünmüyorum. Belki benim de hatalarım vardı. Benim için hata sayılmayacak kadar küçük nedenler, belki eşim için öncelikli sorunlardı. Bunu fark etmemiştim. Şimdi ona karşı da saygı duyuyorum. Şimdi artık bana sağlıklı bir evlat verdiği ve 9 senelik evliliğimizin genelinde mutlu olduğum için teşekkür ediyorum.

Yukarıda eklemeyi unuttum bu üç ay kin, nefret ve öfkenin de bana zarar verdiğini fark ettim. Ölümlü dünyada böyle hislerin hiçbir yararı yok. Eski eşime karşı artık bunları duymuyorum, ona sadece teşekkür ediyorum. İlk defa ayıkken bir psikolog yardımı almayı da düşündüm ve zaman zaman yardım alıyorum. Yaklaşık iki aydır hayatımda yeni bir insan var. Bir bayan arkadaş. Şu anda, onunla ilgili duygularımı tarif edemiyorum ya da tam olarak ne hissettiğimi söyleyebilecek bir kelime bulamıyorum. Dostluk mu? Şefkat mi? Sevgi mi? Aşk mı? Yoksa cinsiyetimiz olmadığı bir arkadaş mı? İnanın tam olarak bilmiyorum. Ama şu an bildiğin bir gerçek var, o da en azından kendimle ilgili olarak yaptığım maçta 1-0 önde olmam. Hiç düşünmüyordum eski eşimden başkasına adı ne olursa olsun bir duygu duyabileceğimi. Şimdi gördüm ki, başka bir kadına karşı da bir şeyler hissedebiliyorum. Bu yüzden 1-0 galibim. Bu niteliği belli olmayan ilişkimi doktorumla da paylaştım. O bana şimdilik bunun riskli olabileceğini ve kesmem gerektiğini söyledi. Çok düşündüm bunu. Kesmedim, çünkü o bayan arkadaşla olan ilişkimde beklentim yoktu. Bunu herhâlde doktora ifade edememiştim. Sadece başka bir kadına ilgi duymanın verdiği haz bana yetiyordu. Hani hep Tanrı ile konuştuğuma inanıyorum, ya acaba doktorun sesi Tanrı’nın sesi miydi? Acaba Tanrı’m bana doktor kanalı ile bir mesaj mı veriyordu? Böyle düşündüğüm zaman işler sarpa sarıyordu. Ama bir de kız arkadaşımın bana verdiklerini düşündüm. En azından daha önce de bildiğim bir atasözünü kavratmayı öğretmişti. “Azla yetinmeyen, çoğu bulamaz” Ben artık hiçbir zaman çoğu aramıyorum. Çok kelimesi benim için yeterli olan anlamına geliyor. Bu da geniş bir kavram ama azı bana yetiyor ya da yetinmeyi öğreniyorum. Belki de kız arkadaşımla yakınlaşmamız, yaşadıklarımızın benzerliğinden kaynaklanıyor. O kadar karamsar, hayattan nefret etmiş, kin, nefret ve öfkeyle boğulmuş, hiçbir zaman mutlu olamayacağına inanan birisi ki. Bir an kendimi aynada gördüm sandım. Ben ona manevi olarak yardım etmeye çalıştıkça, belki kendime de yardım ediyordum. Belki ona aşılamaya çalıştığım umut fidanlarından, kendime de birkaç tane ekiyorum. Belki de bizim arkadaşlığımızın özeti bu. Ama anlamı her ne olursa olsun, şu an onun yanında huzurluyum. Tanrıma bin şükürler olsun, bugün de ayığım. Yarın da ayık kalabilmek için onun yardımlarını diliyorum. Her gün güneş doğuyor. Ben de her doğan güneşte ayık kalmak istiyorum. Ben ayık olduğum süre içinde hayattan korkmuyorum. Çünkü yalnız değilim. Yanımda Tanrım var. Sizler varsınız…

 

 

 

 

Adım Ö., Ben Bir Alkoliğim,

Yaşamımın hiç bu kadar huzurlu ve zengin olacağını düşünemezdim. Çünkü hayata bakış açım değişti, zorlukları elimden geldiğince olumluya dönüştürebiliyor, seçimlerinin sağlıklı olmasına gayret ediyorum. Sevmenin anlamı netleşti. Kendimle barışmamı başardığımın inancındayım. Zaman zaman hayatı akışına bırakırsam da programlı bir hayatım var. Gerçekten ayak işlerini yapıp, gerisini oluruna bırakıyordum. Sonuç çoğunlukla olumlu. Yeter ki akıl sağlığım yerinde olsun. Onun için de ayık olmak zorundayım. Çünkü ben bir alkoliğim, iyileşmekte olan bir alkolik…

Benim için en zor olan alkolik olduğumu duyduğum andı. Ama şimdi “İyi ki de alkolik olmuşum” diyorum. Sağlıklı, düzenli bir hayatım var. 10 yıllık evliyim ve çalışmaktayım. 52 yaşında olmama rağmen hâlâ eğitim konuları ile ilgiliyim ve hâlâ öğreniyorum, öğretiyorum, öğrenmeye de devam ediyorum.

Dilerseniz size bir alkolik olarak öncesi ve iyileşmesi sürecinde yaşadıklarımı kısaca anlatmaya çalışayım, böylece bütün sorularınızın cevabını bu öykümde bulabilirsiniz.

Akdeniz bölgesinde güzel ve tarihi bir kasabada doğmuşum. Annemin büyük zorluklarla doğum yaptığı üçüncü ve tek sağ olmam nedeniyle aile bayram etmiş. Annem babam o bölgenin ileri gelen sülalelerindendi. Çocukluğum bir konakta aile bireyleri, çalışanlar ve misafirler (akrabalar, ailenin ahbapları şehrin ileri gelenleri) içinde geçti. Anne ve babamla üç kişi olarak, ileriki yıllarda olan kız kardeşim ile birlikte yemeğe oturduğumuzu hiç hatırlamam. Muhakkak misafir ve akşam yemeklerinde de babam, annem pek sevmemelerine rağmen alkol olurdu.

1956 yılında kız kardeşim dünyaya geldi. Aynı yıl babam bir trafik kazası sonucu 2 yıldan fazla yatmak zorunda kaldı. Bu sıkıntılı günlerde annem sevgi ve şefkatle bizlere baktı. Fakat babamın işleri yardımcıların eline kalınca oldukça kötüye gitmeye başlamıştı. O yıllarda ilkokula gidiyordum, evde tartışmalar ve akrabaların anlayamadığım yüksek sesli sözleri beni oldukça sıkmaya başlamıştı. Bu anlamsız tartışmaları hep alkollü ortamlarda yapıyorlardı. Şu an daha iyi anlıyorum ki, babam yataktaki yalnızlığımı bu sohbet denmez atmosferde gidermeye çalışırken annem de bu duruma katlanmak zorunda kalıyordu.

Benim alkolle ilk tanışmam ilkokul 5. sınıfta okurken bir bayram günü içtiğim likörle başladı. Çok hoşuma gitmişti. Ben hafif sarhoşluk yaşadığımı dün gibi hatırlıyorum. Aynı yıl o şehirde bulunan önemli bir koleji kazanmama rağmen, yatılı bir okulda okumayı tercih ettim. Evden uzakta okumak istiyordum. Hastalıklar annemin sık sık ameliyata gidişi, tartışmalar, bizim (benim ve kardeşimin) babaannemize, teyzeme veya bakıcılara bırakılmamız, babamın mutsuzluğu ben oldukça etkilemiş olacak ki, o çocuk kafamla, yatılı okumanın ve o şehirden uzaklaşmanın bana özgürlük kazandıracağını düşünüyordum. (Annem, okul dışında arkadaşlarımla oynamama, kapı önüne çıkmama pek izin vermezdi.)

Yatılı okul zamanında üst sınıf öğrencilerinden öğrendiğim bir bakkal dükkânında satılan tek-tek (bardak) şarapla içki sürecim başladı. Etüt aralarında 1-2 şarap içmek haftada bir iki kez tekrarladığım bir olağan olay hâline gelmişti. Bu bende çok hoş bir kafa yapıyor hem de kurallara karşı gelmenin keyfini yaşatıyordu. Üstelik artık büyümüştüm ve de alkole bayağı dayanıklıydım. Etüt öğretmenini atlatmanın da bir yolunu bulmuştum. 15 yaşımın heyecanı da buna eklenince beni kimse tutamazdı. Ben ölümsüzdüm, akıllıydım ve de çalışkandım. Hafta sonları arkadaşlarımla votka rakı-bira da hayatıma girmeye başlamıştı. Haftada bir iki gün bakkaldan şarap, hafta sonları bir gün iki duble votka veya rakı içiyordum. Bu durum derslerimi etkilemiyordu ya da öyle zannediyordum.

Üniversite yıllarında da artık akşamcı denen sürece girmiştim. Her gece iki duble rakı veya votka, bazen de 3-4 şişe bira içiyordum. Derslerim hiç de kötü değildi. İçme bahanesi ile arkadaşlarımı topluyor, partiler ve meyhane muhabbetleri yapıyor, o dönem çalkantı içinde olan ülkemin sorunlarını sarhoş kafalarla çözmeye çalışıyorduk. Âdeta ülkeyi kurtarıyorduk. O dönem içkimi kontrol edebiliyordum. 1976’da mastır yaptım, arkasından İngiltere’ye ekonomi okumaya gittim. Orada da içmeye devam ettim ama miktar artmıştı, artık iki duble yetmiyordu, 3-4 duble karardı!

1978’de askere çağrılınca ülkeme döndüm ve askerlik görevimi yaptım. 1980 de bitti. Üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım. Bu ara protokol ile ilgili bir başka işi de yürütüyordum. Akşam içip (protokol görevi stresli işti, heyecanımı bastırmak ve rahat çalışabilmek için dozum bayağı artmıştı) gündüz okula ders vermeye gidiyordum. 1983 yılında babam akciğer kanserinden vefat etti. Babamın ölümü bende üzüntü yerine âdeta gizli bir mutluluk vermişti. Çünkü bana artık karışamayacak, rahat içki içebilecektim, yani üstümden manevi yükü kalkmıştı. Nitekim öyle de oldu. Artı öğlenleri de içiyordum. Bu durum okul yönetiminin şiddetli tepkisini çekti, derslerdeki verimsizliğim ve sarhoşluğum işimden ayrılmama neden oldu. Artık düşüş başlamıştı.

1989’da annemin evine, o hatırlamak istemediğim anılarla dolu şehre dönmüş öğlen akşam içmeye devam ediyordum. Artık kopmalar başlamış, içkiliyken neler yaptığımı hatırlayamaz hâle gelmiştim. Çoğu kez evin yolunu şaşırıyor, tanımadığım ortamlarda ayılıyor, büyük bir utanç içinde eve dönüyordum. Pişmanlıklar, suçluluk duyguları ve utanç benim tekrar içmeme neden oluyordu. Her gün bugün içmeyeceğim diye sözler veriyor bir türlü bu sözümü tutamıyordum.

1990-1992 yılları arası artık sabahları da içmeye başlamıştım. İçmediğim zamanlar korkularım vardı, ellerim titriyor, yolda yürürken takip edildiğimi zannediyordum. Yolda karşı karşıya geçebilmek bir ölüm hâline gelmişti sanki arabalar beni çiğnemeye programlanmışlardı. Artık eve kapatmıştım kendimi. Ne bir arkadaşım ne de dostum kalmıştı. Yalnızca şişelerdi dostlarım ve de o bitmez tükenmez kâbuslar. Altıma da kaçırmaya başlamıştım. Aynaya bakamaz, banyo yapamaz olmuştum. Saç-sakalım birbirine karışmış, insanlıktan çıkmış, yemek yiyemiyor, iğne ipliğe dönmüştüm. Yalnızca içiyor, sızıyor, ayılmadan tekrar içiyordum. Kaybedecek bir şeyim kalmamıştı. “dibi bulma” denilen şey bu olmalıydı. (bunu o vakit bilmiyordum). 1992’nin Kasım’ında, annem bana “Seni bu evde artık istemiyorum. Para mı istiyorsun? Ne istersen vereceğim. Bu şehri hatta Türkiye’yi terk et git. Senin gözümün önünde yok olmana tahammül edemiyorum artık ya da doktora gitmeyi kabul edersin” dedi. Bense çaresiz psikiyatriye girmeyi kabul ettim. Neden doktora karşıydım ona da değineyim. Bence alkolik, köprü altında yatan, evsiz, serkeş insanlardı. Oysa ben iyi eğitim almış, kültürlü bir bireydim. Üstelik ailem ülkenin tanınmış sülalelerinden birine mensuptu. Ben asla alkolik olamazdım. Bu yaşadıklarım bir tek bende olan bir gariplikti. Bunu ben anlayamadığıma göre psikiyatrist mi anlayacaktı? Etrafımda bir sürü içen insan vardı. Onlardan bu tarz (benim hissettiğim ve yaşadığım olumsuzluklar hakkında) şikâyetler duymamıştım. Korkuyordum, duygularım karmakarışıktı hatta yok olmuşlardı. İçkiden başka bir şey düşünemiyordum. Beynim, vücudum doymaz şekilde alkol istiyordu. Ölemiyordum da… Psikiyatristin ilk sözü, beni dinledikten sonra ”Sen bir alkoliksin” oldu. Bunu duymak bana hakaret gibi gelmişti.

AMATEM’de detoks sürecinden sonra 45 gün ayakta tedavi oldum. Artık kendimi iyi hissediyordum. Ağzıma hiç alkol koymamam gerekiyordu. Alkole karşı bir tür alerjim vardı. Bu alerjinin adı alkolizmdi ve bir hastalıktı. Bu biyolojik, hem psikolojik, hem sosyal açıdan tükenmişti. Yeniden yapılanmam gerekliydi. Karakter kusurlarım had safhadaydı. Yalancılık, manipülasyon, öfke, karşıdakine zarar verme aktif kullanımım zamanında olmuştu. İletişimim bozulmuştu, dengem, konsantrasyonum, odaklaşmam tümden yok olmuştu. Okuyamıyordum ya da okuduğumu anlayamıyordum, yazamıyordum, yapmam gereken her şeyi erteliyor ya da yapmıyordum, verdiğim sözleri unutuyor yerine getirmiyordum, bol bol vaatte bulunup hiçbirini yerine getirmiyordum. Paramı düşüncesizce harcayıp sevgi adına yalnızlık adına elâleme içki ısmarlıyor, pahalı hediyeler alıyordum. Cinsel hayatım bir felaketti, bazı sabahları uyandığımda yanımda yatan kadının kim olduğunu bile bilmiyordum. İşte bunlar gibi nedenlerle birçok defa gelmiştim AMATEM’e. Alkolsüz bir hayatım olması gerekliydi ama nasıl?

Üç ay kadar ayık kalabildim, sonra tekrar alkole döndüm ama ne dönüş… Bıraktığım yerden tekrar başlamış âdeta sünger gibi içiyordum. Yine hastane, yine ayık kalabilme mücadelesi başladı. Bu ara bir arkadaşımın annesi A.A. (Adsız Alkolikler)’den söz etti. 1993 yılında bu gruba katıldım, hâlen bu grubun aktif üyesiyim. A.A. bir terapi grubu değildir. Adsız Alkolikler, ortak sorunlarını çözebilmek ve diğer alkoliklere yardımcı olabilmek için deneyimlerini, güçlerini ve umutlarını paylaşan kişilerin bir araya geldikleri kardeşlik kuruluşudur. Üyelik için yek şart İÇKİYİ BIRAKMA ARZUSU olup, bizler gönüllü katkılarımızla ayakta durmaktayız. A.A. hiçbir grup, tarikat, siyaset, örgüt ya da kuruluşa bağlı değildir. Hiçbir anlaşmazlığa karışmak istemez ve taraf olmaz. Önde gelen amacımız ayık kalmak ve diğer alkoliklerin ayık kalmasına yardımcı olmaktır. Bu nedenle A.A.’da ne bir hekim ne de psikolog bulunur. İşte A.A. böyle bir yer.

Yalnızca içki içmemek hayatla baş edebilmeye yetmiyordu. Bir boşluk vardı yüreğimin içinde derinlerde bir yerdi…  A.A.’da edindiğim tecrübelerimle uygulanan 12 Basamak programı sayesinde ruhsal büyüme dediğimiz sürecin içine girdim. Tekrar hoşgörü, tolerans, alçakgönüllülük gibi kavramlar yaşantıma girmeye başladı. Bir insan, bir ayağı dünde bir ayağı yarında yaşamaya çalışırsa bugünü yaşabilir mi? 24 saat programı dediğimiz, anı yaşamayı hayatıma geçirmeye gayret etmekteyim. İyileşme sürecimin il adımı kuşkusuz hekimler oldu, sonra bağımlılık danışmanımdan A.A. gruplarına giderken danışman olarak terapi aldım. Ayıklığımın ilk günlerinde, kafamdaki sisli düşünceler bir parça dağıldığı zaman, ne kadar sık hayatın gerçeklerinden kaçmak için içtiğimi fark etmiştim. Sonuçta alkolizmimi öne alıp basamakları çalışırken çok zorlandım.

Nihayet kendi içimde bir keşif yolculuğuna çıktığıma kendimi inandırmıştım. Öğrenen, büyüyen, değişen bir insan olabileceğimi, sınırlarımı kabul edebileceğimi, hayatımda ilk defa kişisel bir samimiyet için cesaret edebileceğimi düşünmek beni heyecanlandırıyordu. İçki içişim konusunda kendimi kandırmak için kullandığım zihinsel oyunların artık farkındaydım. İçme hakkımı kullanmak için sonuna kadar savaşıyor, içimdeki özgürleşmek için çırpınan bireyi sürekli bastırıyordum. İçimdeki her şeyden kaçan kişiliği de A.A.’ya geldiğim an otomatikman uçup gittiğine safça inanmaya başlamıştım. Eski düşünme ve davranış biçimlerinin ne kadar inatçı, kurnaz ve güçlü olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Zaman zaman kurnaz, şaşırtıcı ve güçlü olan alkol tarifsiz şekilde kendini istetti.

Grubun, danışmanımın motivasyon ve destekleriyle bir yılımı doldurdum. Danışmanım “Artık mezun oldun, donanımlarını yerli yerinde kullan, kendine ve acı çeken alkoliklere yardıma hazırsın” dedi. “Alkolik olduğunu unutma, o senden akıllı, boşluğunu yakalamasına müsaade etme.” Doktor, danışman, A.A. grubu. Bu üçgene borçluyum bugünkü hayatımı. Bir de kendime. Aslında ben bir şey yapmadım! Sade ve sadece söylenenleri dinledim, bana uyanları hayatıma geçirmeye çalıştım, yani ayak işini yaptım. Bir güç bana yardım eti… Her şeyimi o Üstün Gücüme borçluyum. Ona âşığım, ruhsal büyümem hep onun sayesinde oldu istediğim sürece de olmaya devam edeceğine inanıyorum. İyi ki de alkolik olmuşum yoksa bunların farkında bile olmayacaktım.

Bugün ayığım, seviyorum, paylaşıyorum hayatın zorluklarıyla yüzleşmekten korkmuyorum. Çünkü yalnız değilim. Yoluma devam ediyorum. Tüm yaşayan her şeye âşığım. 11 Mart 2004.

 

 

 

 

Adım R., Ben Bir Alkoliğim,

1942 yılında alkolik bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Çocukluğumu yaşadım diyemem. Çünkü, 4-5 yaşlarındayken annemle babamın arasında arabulucu olarak gidip geldiğimi çok iyi hatırlıyorum. Hatta bir keresinde Alanya’dan Mersin’e tomruk yüklü motor üzerinde denizde sallana sallana gittik babamla. Bu gidiş gelişler yüzünden ilkokula Alanya’da başlayıp, sırayla Osmaniye, Ceyhan, Bahçe ve tekrar Alanya olmak üzere beş ayrı şehirde okudum. Annemle babamın ayrılıp barışmaları arasında ben kızamık geçirdim onlardan ayrı. Ben sünnet oldum onlardan ayrı… Bana ne bir kızamık şekeri alan ne de çocukluktan erkekliğe ilk adımımı attığım sünnetimde acımı ve gururumu paylaştığım anne baba vardı yanımda… Böylesine düzensiz bir aile içerisinde geçirdim ömrümün ilk 11 yılını. Alkolün tadına da ilkokul üçüncü sınıfta, babama bakkaldan şarap taşırken baktım.

Babam bizi, ben Bahçe İlkokulunda dörtten beşe geçtiğim yaz terletti. Gittiği yeri bilmiyordum. Küçük amcam gelip “Sizi dayınıza göndereceğim” dedi. Annem, ben ve iki kız kardeşim Mersin’den Hacet vapurunun ambarına binerek Alanya’da dayımın yanına gittik. Ortaokulu orada bitirdim. Benim en iyi geçen üç yılımdı bu hayatımda.

1957’de liseyi okumak için Ankara’ya geldim ve lisede derslerden kaçtığım günler Hacettepe sırtlarında simit ile şarap içmeye ve sigaraya başladım. İçkinin kucağına oturduğum ilk yıllardı lise hayatım! 1960 Eylül’ünden itibaren kendim para kazanmaya başlamıştım. Öğretmen vekilliği yapıyordum. Aldığım aylık köyde, nahiye merkezinde bana bol bol içki alma imkânı veriyordu. 1961’de delicesine bir kıza tutulmuştum. Öylesine bir tutkuydu ki bu üzerime silah sıkılmasına bile aldırış etmiyor, ölümüne peşine takılıyordum. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girince 1962 senesinde söz kestik o hatunla. Ben Ankara’ya fakülteye geldim. Geldim amma içip içip şiir yazmaktan derslere devam etmediğim için üst üste sınıfta çakmaya başladım.

Fakültede üçüncü yılımdı, kızın anne babasına bir mektup yazarak akıbetimin meçhul olduğunu, kızlarını evlendirmelerini öğütledim. Bu ilk aşk defterini de böylece kapattım. Kendimi siyasete, cemiyetçiliğe verdim. Bu arada bir akşam kapı çalındı. Karşımda yıllardır görmediğim babam duruyordu. Duruyordu ama babam bana beni soruyordu. Evde yatıramadım, sarhoş olduğu için hiçbir otel de onu almıyordu. Nihayet polis yardımıyla onu bir otele yerleştirebildim. Sabah gittiğimde babam yoktu.

Fakülte hayatımda okulda çok başka işlerle uğraştığım için Ankara Hukuk’u ikinci sınıfta terk ettim. Askerliğimi er olarak, altı buçuk ayını üçüncü sınıf cezaevinde geçirmek suretiyle tamamladım. Askerden sonra bir bankaya girdim. 1972 yılının Cumhuriyet Bayramı’nda Ceyhan’da bayram yerinde bir çift yeşil göze tav oldum ve onunla 1973 Eylül’ünde evlendim. Karımı istemeye gidildiği akşam tatlı yemeye beni meyhaneden alıp götürdüler. Düğünümde de zilzurna sarhoştum. Ben işe giderken de, işte de sürekli içiyordum.

1974’te kızım oldu. Çocuk bir yaşına gelmişti ki bunalıma girdim intihara teşebbüs ettim. Hastanede midemi yıkamışlar. Bir gün mü, iki gün mü orada kaldım. Taburcu olduktan sonra bankadaki arkadaşlar, müdür, kaynana, kayınbaba beni oldukça şımarttılar. Ben daha da içmeye başladım. 1975’te bankadan ayrılıp çocukları Ceyhan’da bırakarak İzmir’e gittim. İzmir Gültepe Belediyesi Reisi gençlik olaylarından arkadaşımdı. Orada işe başladım. Tekrar siyaset, sendikacılık, hareketli bir hayat ve bol içki. Siyasi nüfuzla karımın tayinini de İzmir’e yaptırdım.

1976’da oğlum oldu. Ben belediyeden ayrılmak zorunda kalmıştım çünkü belediye maaş veremez durumdaydı. İzmir Karabağlar’da bir soba imalatçısının, sonra da Eşref Paşa Pazarı’nda pazarcılığa başladım. Karım da şehir merkezinde öğretmenlik yapıyordu. 1983 yılında arkadaşımın sünger mağazası yandı, ben yine açıkta kalmıştım. Müşterimiz olan bir mobilyacının Kapılar’daki meyhanesinde barmenliğe başladım. Daha sonra İzmir Ekmek Sanayi A.Ş.’nin muhasebesine girdim. İçki yüzünden ilk defa işimden kovuldum. 1986 yılında İzmir Fuarındaki lunaparkta önce sigaraya kasnak attıranların yanında, daha sonra sigaraya tüfek attıran reyonda çalışmaya başladım. Bu durumlarım karıma dama demiş olmalı ki 1987 yılının Haziran’ında ilk intihar teşebbüsünde bulundu. İzmir Devlet Hastanesinde kurtarıldı ama karnındaki bebeği özürlü doğacağı tıbben kesinleşmişti. Ben, karım ölümle pençeleşirken hastanenin bahçesinde sütle votka karıştırıp içiyor, hasta bakıcılara da içiriyordum. Güya karıma iyi baksınlar diye. Bu hadiseden sonra karımı Ceyhan’a annesinin, kardeşlerinin yanına gönderdim. Aradan bir ay geçmişti ki karım orada da intihar girişiminde bulunmuş ve bu sefer başarılı olarak bizi karnındaki bebeyle terk edip gitmişti. Cenazesine yetişemedim. Ama mezarının başında gece yarıları içmeyi bildim. Orada da yattım.

Karım öldüğünde kızım orta ikide, oğlan da ilkokulu yeni bitirmişti. Her ikisini de anneanne ve teyzelerinin yanında bırakarak İzmir’e döndüm. Artık, hani köprü altı çocukları derler ya, o tip hayat başladı benim için. Ben köprü altında değil ama İzmir’in meşhur oteller sokağının berduşlarından olmuştum. İzmir’de ne kadar tanıdığım varsa hepsine borçlandım. Üstelik verem de olmuştum, tedavi görmem icap ediyordu. Antalya’ya anama sığındım. Burada biraz bitim kanlanınca Ceyhan’a çocukların yanına gittim. Doluca da bir para almıştım. Ceyhan’da iyi kötü bir çevrem vardı. Lokanta veresiye, otel veresiye, velhasıl veresiye bir hayat başladı benim için. Ta ki borç geliri çok aşınca aklıma cin bir fikir gelmişti. Sağlık karnem vardı, hastaneye yatar hem vücudumu dinlendirir hem de borçları biraz hafifletirim diye… 1,5 ay kadar Ç. Ü. Balcalı Hastanesi psikiyatri servisinde alkol tedavisi gördüm. Çıktıktan sonra Gazipaşa’ya gittim. Altı ay kadar antabus korkusuna içemedim. Ceyhan’daki borçlarımı temizledim. Bu arada benim verem kanamalı olarak tekrarladı. Adana Balcalar Hastanesi Göğüs Servisinin kontrolünde yeniden tedaviye başladım. Kontrol için Adana’ya her gidişimde ufak ufak içmeye başladım. Kontrolü bahane edip Adana’da kalmak için uğraşırken annemle kavga edip Ceyhan’a yerleştim. Kısa bir süre sonra borçlar tekrar çoğaldı. Bu sefer İzmir Çeşme Ilıca’daki arsayı satma bahanesiyle alacaklardan biraz daha borç alarak, 1991 Kasım’ın 15’inde Ceyhan’dan ayrıldım. İzmir’e yerleştim.

15 Aralık 1991’de Ege Üniversitesi Gastroloji bölümüne yattım. Alkolik siroz teşhisi kondu. 1,5 ay hastanede yattıktan sonra buradan çıktım. Çıkar çıkmaz tekrar alkole başladım. Otel borcumu ödemek için para arama turuna çıktım. Yolum Ankara’ya düştü. Lise arkadaşlarımdan birine para istemeye gittiğimde o akşam arkadaşların yemeğinin olduğunu öğrendim. Toplantıya ben de katıldım. Arkadaşlar beni bırakmadılar. Ertesi gün Bakırköy Hastanesi başhekiminden söz aldıklarını, beni AMATEM’e yatıracaklarını söyleyip, iç çamaşırları ve 1 milyon verip İstanbul’a gönderdiler.

22 Haziran 1992’den 1 Eylül 1992’ye kadar AMATEM’de yattım. Oradan çıkar çıkmaz vapur iskelesinde içmeye başladım. İzmir’e, otele nasıl geldiğimi bilmiyorum. Aniden ayaklarım şişti. Bir ay koltuk değneği ile yürüdüm.

Kasım 1992’de Ankara’ya gelip Tıp Fakültesi Psikiyatri servisine yattım. 15 Ocak 1993’te taburcu oldum. Bu sefer tren istasyonunda içmeye başladım. Bir ay kadar İzmir’de kaldıktan sonra Gazipaşa’ya geçtim.

1993 Temmuz’unda Antalya Devlet Hastanesinin Psikiyatri servisine yattım. 21 gün tedaviden sonra çıktım. O gün psikologla randevum vardı ben yine içtim. Gazipaşa’dan Antalya’ya her hafta psikoloğa gidiyor ve yine de içiyordum. Tekrar Ankara Tıp Fakültesi’ne gitmeye başladım. Yıldırım Hocayla konuşmam sonucu olmazsa olmaz şartı olan A.A.’ya devam kaydıyla 8 Kasım 1993’te hastaneye yattım. Hoca tarafından gönderildiğim ilk A.A. toplantısıyla birlikte ayık yaşamanın ne anlama geldiğini bilen insanlara katılmış oldum.

Şimdi, 7 yıldır ayık yaşama bağlayan A.A.’nın bendeki etkileri nelerdi? Onlardan bahsedeyim biraz: 1- A.A’ya ilk geldiğimde alkolle sorunu olanın yalnız ben olmadığımı, benim gibi başkalarının da kötü alışkanlıklar ve duygulara sahip olduğunu, onlardan farklı olmadığımı anlayıp, aralarına kabul edilmeyi yaşadım. 2- Bir grup tarafından kabul edilmem ve oraya ait olduğumu bilmem yalnızlık duygusundan kurtulmamı sağladı. 3- A.A. toplantılarında gördüğüm kişilerin anlattıkları yaşam öyküleri bağımlılıkları, başarısız bırakma girişimleri, çekilen onca güçlüklere rağmen nasıl ayık yaşama geçtikleri ve ayık yaşadıkları, bana çarenin var olduğunu somut örneklerle göstererek ümit verdi. 4- A.A. toplantılarında anlatılanları dinlerken, sorunlarımın nedenlerini ve kaynaklarını önceden bilmediğim ya da kabul edemediğim tarafları öğrendim. Bazı durumlar ve bazı kişilere yönelik davranışlarımın gerçekçi olmadığını, yaşamımın önceki dönemlerindeki duygulardan kaynaklandığını, kişilere karşı duyduğum sevgi ya da sevgisizliğin kendi geçmiş yaşantımla ilgili olduğunun farkına vardım. 5- Katıldığım toplantılarda, kendine sıkıntı veren şeyleri, bir başkasına karşı olumlu-olumsuz duygularını rahatlıkla anlatanların nasıl ferahladıklarını görüp sıkıntılarımı içime atmamam gerektiğini öğrendim. 6- Grup toplantılarında başkalarına yaklaşmayı, insanlarla iyi geçinmeyi topluluklara ve başka kişilere güven duymayı, yaşadığım güçlükleri paylaşarak halletmeyi öğrendim. 7- Başkalarına ne kadar yaklaşırsam yaklaşayım, yaşamla tek başıma yüzleşmek zorunda olduğumu anladım ve ne kadar destek alırsam alayım, ne kadar yol gösterilirse gösterilsin yaşama biçimim için asıl sorumluluğun bana ait olduğunu bazı acılardan ve ölümden kaçış olmadığının farkına vararak küçük gündelik sorunları daha az dert edersem tüm zorlukların barışa çıkan birer patika olduğunu öğrendim.

Yedi yıldır talebesi olduğum A.A. okulunun bana verdiği eğitimle, 5,5 yılını yalnız (yalnız değil aslında Üstün Gücüm, ben ve kitaplarım bir arada tek başıma) yaşadığım Gazipaşa’da ayık yaşamımı sürdürebilmem için benim de kendime göre yöntemler bulmam gerekli. Şimdi de onlardan bahsetmeye çalışacağım; A- Huzur duası: Sabah kalkınca, akşam yatarken huzur duasını okumayı adet edindim. Değiştiremeyeceğim alkolikliğimi huzur içinde kabul edebilmeyi, yaşamımı ayık bir alkolik olarak sürdürebilmek için gerekli cesaret ve aklı Tanrı’dan hep diledim. B- Farklılıklarla yaşamaya alışmak için sabırlı olmam ve hoşgörülü davranmam gerektiği bilinciyle hareket etmeye çalıştım. C- Sıkıntılar ister alkolden olsun, ister olmasın tüm insanların yardımına koşmayı hedef seçtim. D- Çevremi bakan gözlerle değil, gören gözlerle izlemeye gayret ettim. E- Yedi yıl öncesine kadar dışlandığım ve benim dışladığım her kesim insanla diyalog kurup, toplumun bir parçası olduğumu kabul ettirmenin zevkini yaşadım ve yaşıyorum. F- Sabahları günü ayık geçirmek için Tanrı’dan yardım istedim. Akşamları günü ayık geçirdiğim için Tanrı’ya şükrettim. G- Her gün akşam üstü A.A. toplantı saatlerinde yürüyüş yaparak, günün envanterini çıkarırım. Elimdeki gün kaçmadan, o gün için değiştirebileceğim bir şeyin olup olmadığını araştırır, kendimi artısıyla eksisiyle yargılarım ki aklanamadığım bir durum varsa düzeltmek için vakti kaçırmamış olayım. H- Göremediğim şeyleri yeniden yakalamak ve görmek için sık sık seyahat etmenin ayık kalmamda çok faydasını gördüm. Yolculuklarda değişik karakterlerdeki kişilerle sohbetler, değişik yöreler, değişik yiyecekler, değişik hava kendimi dinlemekten alıkoydu beni… Sürekli bir şeylerle meşgul oldum. İ-Dünyanın güzelliklerini gördükçe ve onlarla yaşamayı öğrendikçe, kendi içimdeki güzellikler de dışa vurmaya başladı ve ben hayatı her geçen gün daha çok sevmeye başladım. Bu sebeple yaşama daha sıkı sarılmaya ve hayatımı dolu dolu yaşamaya çalıştım. Bunun için de çalışıyorum.

 

 

 

 

Adım R., Ben Bir Alkoliğim,

İşte size bir mucize… Nereden nereye? İlkokulu köyde bitirmiş ve bir de sağlıksız bir ailede yetişmiş bir çocuk olarak Bursa merkeze yerleştiğimizde sudan çıkmış balık gibiydim. İçine kapanık, kendini ifade edemeyen bir çocuk. Ta ki ilk içkiyi içtiğim 16 yaşına kadar. Alkolle birlikte hayatım da değişmişti. Artık çok daha rahat ve çok daha cesur görüyordum kendimi. Yalnız anlamadığım bir şey vardı, ben herkes gibi içmiyordum. Diğerlerinden hep fazla içiyordum. Baktım olmuyor, kendimden büyüklere takılmaya başladım. Alkol bende çok çabuk etki göstermişti, çok kısa zamanda beni yönetmeye başlamıştı.

1973 Yılının Temmuz ayında askere gittim. Bu benim için alkolden uzaklaşmam demekti. Daha on günlük askerken bir yolunu bulup içmeye başladım. Bölük komutanını dahi kandırarak beraber içmeye başladık. Asker dönüşü tekrar eski mesleğim olan muhasebeciliğe başladım. Mesleğimde çok iyiydim, çok para ve itibar kazanıyordum. Ailem bunu fırsat bilerek, belki de içmeyi durdururum diye beni evlenmeye ikna etti ve evlendim. Düğün gecesi nikâh memuru gelmiş ve adamcağızı yarım saat bekletmişler. Çünkü ben ortalıkta yoktum. Salondan kaçmış, içki içiyordum. Yarım saat sonra geldim ve nikâhımız kıyıldı. Gerdek gecemi sarhoş geçirmiştim. Daha sonra bir kamu kuruluşunda işe başladım. Bu işe başlamam da alkol almamı engellememişti. Alkol beni tamamen yönetmeye başlamıştı. Resmi işimle birlikte kendime ait bir işyeri de açtım. Çok para kazanmama rağmen işi yürütemedim ve borçla kapattım. Bu arada oğlum dünyaya geldi, beş yıl sonra da kızım oldu. Ben bunların farkında değildim. Tabii ki iki çocuğum olduğunu biliyordum ama ben onlar için bir şey yapmıyordum. Her içtiğim kadeh bana zehir geliyordu. Savurganlık had safhaya varmıştı. Paranın hesabını hiç yapmıyordum. Derken evime ve işyerime icralar gelmeye başladı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Her an depresyondaydım, geceleri halüsinasyon görüyordum ve çok korkuyordum.

Gerçekten hayatım yönetilemez bir hâle gelmişti. Altı bankadan kredi almıştım ve ödeyemediğim için bunalım geçiriyor, daha çok içiyordum. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir içkili restorandı devren aldım. Tabii bunu alırken param olmadığı için eşime düğünde takılan altınları sattım. İlk zamanlar işyerimde içmiyordum ama bu da çok kısa sürdü. Artık işyerimde de devamlı alkollüydüm. Derken bu işyerini de zararına devretmeye mecbur kaldım. Bu restoranın bana bir yararı oldu. Dibi bulmamı sağladı. Gerçekten artık olmuyordu. Eşimle konuşuyor ama bir çözüm bulamıyordum. Sorunun alkol olduğunu anlamıştım. Çok çabuk yükseldiğim işyerimde sıradan bir eleman olmuştum. Bütün bunlar onuruma dokunuyor ve daha çok içiyordum. Kendimle baş başa kaldığımda Allah’a yalvarıyordum ama başkalarının yanında yine alkolüme laf söyletmiyordum. Ölmek istiyor beceremiyordum. Eşimin söylediğine göre son bir yıl her gece sabaha çıkmaz, ölür diye beklemiş.

Oğlum ben alkolü bıraktığım tarihte 14 yaşındaydı ve evi terk etmek için hazırlık yapıyormuş. Eşim bana nasıl dayandı bilmiyorum. İşin tuhaf tarafı bazen 10 gün 15 gün eve de gitmiyordum. Kumar ve pavyon hayatı da başlamıştı. Maneviyat ve maddiyat adına her şeyimi kaybetmiştim. Bu durumdan kurtulmayı o kadar çok istiyordum ki, işte tam bu sırada Allah benim isteğimi duydu ve mucize bir şekilde beni A.A. ile tanıştırdı. Daha önce aynı iş yerinde çalıştığım bir arkadaşım bana A.A. mesajını getirdi. Baştan olmaz falan dediysem de arkadaşım, eşi ve benim eşim birlikte A.A.’nın Büyük Toplantısına gittik. A.A. ile ilk tanışmam bu büyük toplantıda oldu. İlk toplantıda bana 12 Geleneği okuttular, çok utanmıştım. İlk defa kalabalık önünde ayık olarak bir şey okuyordum.

Bursa’da öğrenimine devam eden bir arkadaşımın uğraşıları sonucu bir grup kurmaya karar verdik. İlk toplantımızı 01.12.1992 tarihinde dört arkadaş ile beraber bahsi geçen arkadaşın öğrenci evinde yaptık. Sonra İstanbul Nişantaşı grubunun destekleriyle grubumuz daha da gelişti. Artık ayık yaşamaya çalışıyordum. Fakat eski arkadaşlarımdan da kopamıyordum. Sürekli kendimi ispatlamaya uğraşırken 43 günlük ayıklığımda kaydım. İki gün (31.12.1992) içtikten sonra bir daha ağzıma alkol koymadım. A.A.’da basamaklara başladığımda güçsüzlüğümün yanı sıra maneviyatımda da bir eksiklik olduğunu fark ettim ve kendimi manevi olarak geliştirmeye çalıştım. Bu hemen olacak şey değildi. Üçüncü Basamağı yapmam çok zamanımı aldı ve nihayet bir gün o ışığı görebildim. Gördüğüm andan itibaren hayatım daha kolay bir hâle geldi ve özgürlüğümü kazandığımı fark ettim.

A.A. bana neler verdi? Şunu gördüm ki; 12 Basamaklı programı çalıştıkça içimde var olan ve hiç bitmeyen enerjimi dışarı çıkarabilmiştim. Yalnız enerjimi değil, içimde var olan diğer bütün güzellikleri de dışarı çıkarabilmiştim. Şunu anlamıştım ki; ben içgüdülerimi ters çalıştırıyordum. Doğru çalıştırabildiğimde ise bir sorun olmuyordu. Ayık yaşamımda bildiğim bir şey de Allah’ın ödülleriydi. Ailem bir arada, eşim ve iki çocuğumla birlikte huzurlu bir hayat sürdürmekteyiz.

Dokuz yıllık ayıklığıma yaklaştığımda 2001 yılının Eylül ayında İstanbul’a yerleşmeye karar verdik. Oğlum İstanbul’da okuyordu. Kızım da İstanbul’da bir üniversite kazandığı için bu şehre yerleştik. Bir müddet Nişantaşı Grubuna devam ettikten sonra 08.11.2001 tarihinde Moda Grubunun kurulmasıyla bu gruba devam ediyorum. (Anadolu yakasında bir A.A. grubu bulunmadığından, bu grup ihtiyaç üzerine kuruldu.) Bana ve aileme bu huzurlu hayatı yaşattığı için Allah’a, A.A.’ya ve tüm A.A.’lı arkadaşlarıma şükranlarımı sunuyorum ve her gün sizler için dua ediyorum. Biliyorum ki siz yoksanız, ben de yokum.

Düşünüyorum da bugün 12 yıllık ayıklığı geçtim. Fakat değil 12 yıl 120 yıl geçse de bu duruma geleceğimi düşünemezdim. Yoktan var oldum. Ben çok denedim, yalnız yapamadım ama biz yapıyoruz ve başarıyoruz. Gelmeye devam edin, inanın birlikte başarıyoruz. 2004 R.Y.

 

 

 

 

Adım S., Ben Bir Alkoliğim ve Bağımlıyım,

Adım S. “Ben bir alkoliğim”, hikâyemi yazarken benim gibi alkol-madde-alkol üçgeninin içinde olan alkoliklerin olduğunu göz önüne alarak, A.A. guruplarında aslında bağımlı kavramı içinde olan, iyileşmekte olan alkolikler olduğundan bu hikâyemi bir bütün olarak yazmaya karar verdim.  Bağımlılığa 14 – 15 yaşlarındayken sigara ile başladım. Okulda, maçlarda, kafeteryalarda, partilerde sigara kullanıyorduk. Sigara içmek, bir yerde bizim artık çocuk olmadığımızı, yetişkin olduğumuzu ispatlıyordu. İçmeyen birçok arkadaşlar da kısa zamanda içici oluyordu. Önceleri dumanı ciğerime çekmiyor, dudak tiryakisi olarak içiyordum; kısa bir dudak tiryakiliğinden sonra tam manasıyla sigara içicisi oldum. Artık zevk için değil, bağımlı, nikotin bağımlısı olduğum için sigara kullanıyordum. Aslında ailemizden, büyüklerimizden gizli içtiğimizden, sigara içebilmemiz için onlardan uzaklaşmamız, paketleri saklamamız, kokusu için bir düzine önlemler aldığımız için, bağımlılığın inkâr, yalan, gizleme gibi davranışlarının ilk adımlarını atmış olduk. Zamanla evdeki partilerde, yemeklerde, diskoteklerde alkol içmeye başladım. Herkesten fazla içebilmek sanki bir marifetti. Dubleyi, küçük rakıyı her kez içebilir, ama bir büyük içip hâlâ ayakta olabilmek güya benim dayanma gücümü ispatlıyordu. Aslında farkında olmadan toleransım artıyordu ve ağır içiciliğe ilk adımlarımı atmaya başlamıştım.

Düzenli olarak her cumartesi akşamları Rumeli Kavağına içkili akşam yemeklerine grup olarak gitmeye başladık. Masamızda mezeler, yemekler, salatalar ve rakılar hiç eksik olmuyordu. Etrafa hava atar gibi boşalan rakı şişelerini masanın bir ucunda topluyor, kaç şişe içtiğimizi güya herkese ispatlamaya çalışıyorduk. Evdeki partilere on altı – on yedi yaşlarındayken uyuşturucu da girmişti. Kullanıcı, içici bir arkadaşımız sayesinde bizler de kullanıyor, hayallere dalıyor, keyif alıyorduk. Hatta bazı müzik, yeme alışkanlıklarımızı da uyuşturucu kültürüyle bağdaştırıp yeni ekoller oluşturuyorduk. Tabii ki yakın çevre arkadaşlarımız, kız arkadaşlarımız da kullanıyordu. Partiler düzenliyor, zaman zaman da ahlak kuralları duyguları ortadan kalkıyor, olmadık davranışlarda bulunuyorduk. Önceki paylaşma yerini ego ve menfaatlere bırakmıştı. Bağımlılığın egoist temellerini de atmıştık. Uyuşturucu ve alkol artık yerini almıştı.

Tahsilim için Avrupa’ya gittim. Avrupa’da madde temini ve kullanımı Türkiye’ye nazaran çok daha yaygın ve kolaydı. İlk gittiğim ülkede altı ay kadar kaldım. Tabii ki bağımlı kişilerle ilişki ve arkadaşlıklar kurmak çok zor olmadı. Sanki bir bağımlı diğer bir bağımlıyı arada işitsel bir iletişim olmadan sezgi yoluyla, mıknatıs gibi çekiyor, birbirlerini buluyordu. Asıl ileri safhadaki bağımlılığım on iki sene yaşadığım başka bir ülkede başladı. Yirmi üç yaşlarında eroinle tanıştım. Çevremde sokaklarda uyuşturucu kullanan insanlar çoktu. Hatta ve hatta yakın çevremde de bağımlı insanlar vardı. Başta herkes kendi kullandığı maddeyi kullanıyordu. Zamanla merak başladı. Acaba başka bir madde nasıl etki yapıyordu? Uyuşturucu bulamadığım zamanlardaki yoksunluğu önce alkolle sonra ilaçlarla gidermeye başlamıştım. Kanuni ve yasal olarak bir sorunum yoktu. Çünkü o ülkede madde bağımlısı bir nevi hasta olarak görüldüğü için, eğer kullanıcıysa üzerinde dört gram, evinde on iki grama kadar kullandığı maddeden bulundurabiliyordu. Bu satıcılığa değil kullanıma giriyordu. Yakalanınca tabii ki maddeye el konuluyor, yasal işlemi çok basit, hapis cezası gerektirmeyen bir prosedürden ibaretti.

Zamanla uyuşturucu kültürüm artmış, yeni çevreler edinmiş, sorumluluklarım geri plana atılmıştı. Şimdilik kontrolüm altındaydı. Kullanım arasındaki toleranslar uzundu. Kullandığım miktar az ve kontrollüydü. Bu üç-dört sene kadar iyi gitti. İşimi yapabiliyor, aile ve ev hayatıma devam edebiliyordum. Oysa eşim bu durumu bilmiyor, farkına varmıyordu. Çocuğum ise daha çok küçüktü. Toleransım artmış, kullandığım miktar çoğalmıştı. Toleransım artıkça kullandığım maddelerin daha saf veya daha etkileyici olanını arıyordum. Maddeler cinsel gücümü de aşırı derecede arttırıyordu. Fakat bu bir balayı dönemi gibi belirli bir süre etkili oluyor, daha sonra ise bağımlının cinsel hayatı tamamen bozuluyor.

Bütün gelirim madde teminine gidiyordu. Ev sadece eşimin geliri ile dönüyordu. Artık hiçbir sorumluluk duygusu kalmamıştı. Uyarıcı beni iyice paranoyak yapmıştı. Beynim hep daha fazlasını istiyordu, fakat bedenim bunu kaldıramayacak duruma gelmişti. Büyük alımlara arabuluculuk yapıyor, her zaman kendime yeterince uyuşturucuyu temin edebiliyordum. Artık iyice çıkmazdaydım. Bir yandan başıma yasal olarak iş açabileceğimden diğer yandan bedensel olarak ölmekten korkuyordum. Artık bir şekilde bu illetten kurtulmam lazımdı. Beton bırakma (hiçbir madde almadan) veya soğuk bırakma yapmaya karar vermiştim. Aileme durumu anlattım; “Ben krize gireceğim. Kaç gün, kaç saat, kaç hafta sürer bilemem. Bana kesinlikle doktor çağırmayın, kesinlikle bir hastaneye yatırmayın. Evde muhakkak birisi beni beklesin. Kimse yoksa kapıyı üzerime kilitleyin. Evde para bulundurmayın, çünkü madde temin edebilmek için çalarım. Beni sigara almaya dahi yollamayın,” dedim. Artık bu uyuşturucu illetinden kurtulmaya karar vermiştim veya vermek zorundaydım. Çünkü bünyem, bedenim eriyordu. Bağımlılarda gördüğüm son aşamayı, yani acı ve sefaleti çekmek istemiyordum. Aciz şekilde sürünenleri, çektikleri acıyı ve çaresizliği görmüştüm. Hayatında madde temininden başka hiçbir şey düşünmeyen bağımlıların durumuna düşmek istemiyordum. Artık bırakmanın zamanı gelmişti. Bırakmazsam o beni bırakacaktı. Ben başkalarından farklıydım. Kendi dünyamda ve bağımlıların dünyasında yaşıyordum.

Uyuşturucu yüzünden karımdan boşanmıştım. Oğlum sekiz yaşındaydı. Bazı davranışlarımı fark ediyordu. Eğer devam etseydim, bugün beraber tatil yapabildiğim, sık sık görüştüğüm, aramızda baba oğul değil arkadaş ilişkisi olan oğlumu kaybedecektim. Diğer taraftan çok geniş bir akraba bağı olan ailemin üzüntüsü, endişeleri, en önemlisi Allah’a karşı bir kul olarak kendi kendimi yok etmeye çalışmam beni eroini bırakma noktasına getirdi.

Üç hafta sonunda yavaş yavaş yemek yiyebilmeye başladım. Çorba, haşlanmış patates, kızarmış ekmek gibi yağsız, hazmı kolay gıdaları çok az da olsa yiyebiliyordum. Gazetelerde manşetleri okuyup, ara sıra televizyon seyredebiliyordum. Dördüncü haftada artık daha rahattım. Sıkıntılarım ve ağrılarım kalmamıştı. Gıdamı alabiliyordum. Gece uyuyabiliyordum. İyileşmiştim ama kendime güvenemiyor, uyuşturucuyu bir an dahi aklımdan çıkartamıyordum. Bu sorunu da ailemle paylaştım. Aileme, beni yalnız başıma dışarı bırakmamalarını, sigaramı dahi aldırtmamalarını, dışarıya çıksak bile ailece gidip ailece geri dönmemizi söyledim. Bu iki ay kadar sürdü. Babam sağ olsun bizi açık havaya, boğaza yemeğe götürmeye başladı. Zaten daha öncelerinde de hafta sonları her zaman götürürdü. Benim sıkılmamam açısından bana daha çok zaman ayırdı ve daha sık, gün aşırı evden dışarı çıkartıyordu. Daha sonra babamla beraber büroya gitmeye başladım. Babamla gidip, babamla eve dönüyordum. Uyuşturucu konusu kapanmıştı ama alkolik olmam için farkında olmadan ilk sağlam temeli atmıştım. Gerçi hele ilk iki haftada on dört gün = 336 saat = 20.160 dakika… Kolay değildi her dakikayı yaşamak, saatleri doldurmak, günleri saymak, kolay değildi… Ama maalesef ikinci haftada bırakılması çok zor olan bir bağımlılıktan, sonuçları daha kötü olan bir başka bağımlılığa adım atmıştım. Yatak odamda içkilerin olduğu bir büfe vardı. Çok sıkıntı ve acı çektiğim ikinci haftada çare olarak içki içmeye başladım. Yılana sarıldığımı bugün anlayabiliyorum. Nitekim acı ve sıkıntıları giderebilmek için dolaptan viski alıp içiyordum.  İşte ilk şişeden içki içmem böyle başladı. Kendi kendime aman şu uyuşturucuyu bırakayım, içkiyi nasıl olsa bırakırım veya içkiyi nasıl olsa aramam düşünceleri oluştu. Uyuşturucuyu bıraktıktan sonra “içki neymiş? Üç gün içmem dördüncü gün aramam, içkiyi nasıl olsa bırakırım” diye kendi kendimi avuttum. Ama içki, uyuşturucu yoksunluğundaki ilacım beni fethetmeye, esir almaya başlamıştı ve ben bunun farkında dahi olmadan alkolik olmuştum. Alkol artık benim gündem maddem olmuştu. Her zaman ve her yerde bana yetecek şekilde alkol bulundurmak zorundaydım. Yoksa yoksunluk çekiyordum. Yoksunluğum bir iç huzursuzluğu ile başlıyor, terleme ve titremeyle devam ediyordu. Alkol içtiğim zaman bütün bu yoksunluk belirtileri yerini bir rahatlamaya bırakıyordu. Zamanla bu yoksunluk belirtilerinin araları kısalıyor, içtiğim alkol miktarı da artıyordu.

Sosyal çevremi tamamen bırakmıştım. Çünkü bu çevrede yeterince alkol içemiyordum. Yalnız içmeyi tercih ediyordum. Alkol içtiğimi inkâr ediyor, çevremden bunu saklamaya çalışıyor, alkolsüz içeceklerin içerisine alkol karıştırarak bunu gizlemeye çalışıyordum. Bu sayede istediğim kadar içebiliyor, kimse bana karışmıyor, sızma noktasına geldiğimde de sızıyordum. Belirli bir süre sonra da sabahtan içmeye başladım. Vücudumu ayakta tutabilmek için, metabolizmamı çalıştırabilmek için, kısacası ayakta durabilmek için içmek zorundaydım. Bu içme davranışının nasıl geliştiğini hayatımda yaşadığım süreçle anlatmaya çalışacağım. Son zamanlarda büroda çekmecemde konyağım eksik olmuyordu. Kola almak bahanesi ile bürodan bakkala gidiyor, yanında da bir şişe konyak alıyordum. İkisi de bir poşette olduğu için kolaylıkla kimseye fark ettirmeden büroya içkiyi kolaylıkla sokuyordum. Çayıma, kahveme artık konyak giriyordu. Daha sonraki haftalarda konyak şişeleri çoğalmaya, zula yerlerinin büro saati dışında hazırlanması, boş şişelerin dışarıya transfer işlemleri, evde dolaplarımın, çekmecelerimin arkalarına içki şişeleri saklamalar vs. gibi yolları öğrenmiştim. Sanki kimseye çaktırmadan içiyordum.

Zamanla konyak kokmaya başladı. O yüzden bana göre daha az alkol kokan votkaya geçtim. Cebimde naneli çikletler, diş macunları hiç eksik olmuyordu. Arabada dahi zulalarım vardı. İşimiz gereği ben güneye, Akdeniz sahilinde Alanya’ya kırk kilometre mesafede olan bir kasabaya gittim. Yolda dahi az da olsa içmek durumundaydım, yoksa yoksunluktan araba dahi kullanamazdım.

Önceleri işim çok yoğun değildi. Gelecek olan tesis için alt yapıyı hazırlıyor, bir yandan da yeni yeni insanlarla tanışıyordum. Genelde tanıştığım insanlarla içki masası kurup, samimiyetimi koyulaştırıyordum. Gündüz içmelerini bir ara bırakmıştım. Belki iklimin sıcak olması veya alkolizmin hemen başında olduğum için yoksunluğumu yirmi dört saat tutabiliyordum. Bilemiyorum. Fakat buna karşın akşam içtiğim dubleler fazlalaşıyor, yediğim yemekler, mezeler azalıyordu. Çok yersem istifra ediyordum. Yaşadığım yerde aşağı yukarı hiçbir etkinlik yoktu. Sinema, tiyatro, eğlence yeri vs. gibi. Bana sadece akşamcılık tek meşgale olarak kalıyordu. Kendime özgü bir yaşam kurmak zorundaydım.

İsviçre’den İstanbul’a oradan da Anadolu’ya gitmiştim. Bu aslında, köyünden dışarı hiç çıkmamış bir Anadolu insanının, İstanbul’a oradan da İsviçre’ye gitmesi gibi, aralarında hiçbir farklılık yoktu. Aynı şekilde ben de bir uyum sağlama zorluğuna geçmiştim. Sosyal yaşamımı sadece erkekler arasında içki masasında geçirdiğimi gördüm. Yalnız yaşadığım için aile ziyaretlerine de gidemiyordum. Tek başına yaşayan bir erkeğin aile içine girmesi ters düşüyordu. Hatta ve hatta bekar olduğum için kiralık ev bulamıyor, otelde kalıyordum. Kaldığım otelde genellikle müteahhitler ve şantiyelerde görev yapan yöneticiler vardı. Pek tabii ki onlarla beraber aynı masaları paylaşıyorduk. Daha sonra tesis kurulduğunda üzerime daha büyük sorumluklar aldığım için, çalışma saatlerimin uzunluğu ve yorgunluğumdan dolayı akşam içkileri bir dublede kalıyordu. Zamanla bununla yetinememeye başladım. Akşamki dubleler artmadı ama yerini saat 18.00 civarında yorgunluk viskisi, sonraları öğlen yemeklerinde bira ve saat 11.00 kahvesinin içine konyak girmeye başladı.

Babam yazın Alanya’da kalıyordu. Şantiyeye gelmeye başladığında üzerimdeki sorumluluk azalmıştı. İçkiye daha fazla zaman ayırabiliyordum. Öğlen yemeklerinin yerine 13.00 – 15.00 arası sıcakta serinlemek amacı ile bira alıyorduk. Babamın akşamları Alanya’ya dönmesiyle de akşamcılığım devam ediyordu. Babam bizimle akşam yemeğine kaldığında fazla içmediğim için, yemeğe gitmeden önce gizli olarak içiyor, yemekte bir duble, eve döndüğümde ise alkol almaya devam ediyordum. Zamanla toleransım artmıştı. Artık dışarıda içmiyordum.  Evime gidip balkona oturup, belki biraz leblebi veya beş altı erik ile bir küçüğü, daha sonraları bir büyüğü içiyordum. Bu içmeler gündüze de geçmişti. Bir ara şantiyeden yok olup, eve gelip içiyor, sonra sızıyor, bir iki saatlik sızmadan sonra çok az içip şantiyeye geri dönüyordum.

İçmeden dışarı çıkamıyordum. Artık keyif verdiği için değil, ayakta durabilmek için içiyordum. İş sırasında da yoksunluk çekmeye başladığım an biraz içiyordum. Babamın İstanbul’a dönmesine yakın berbat bir hâlde Alanya’da özel bir hastaneye yatıp, iki üç günde kanımı temizletip (detoksifikasyon = çeşitli metabolizmalardan çıkan zehirleri atmaya yarayan biyolojik süreçlerin tümü) aslanlar gibi şantiyenin, işlerin başına geçiyordum. Çünkü sorumluluklar yine bendeydi ve alkollü bir şekilde bunlar yapılamıyordu. Artık içki içebilmem için bahaneler yaratmam, kendime göre nedenler bulmam gerekiyordu. Bunlar aslında içgüdüme yerleşmiş olan bağımlılık ve içme arzusunu ortaya çıkarıyordu. Yine işten sonra önce bir tek sonra bir duble ………. aynı çark belki yedi defa döndü durdu. Aralarındaki tek fark içebilme süremin kısalmasıydı. Önceleri altı aya kadar, sonra iki aya kadar, daha sonraları bir aya kadar kısalmıştı. Yani bir duble içmeye başlamamla hastaneye yatma sürelerim kısalmıştı. Buna daha sonra başka bir sakinleştirici de eklendi. Çünkü alkol tek başına yetmez olmuştu.

Hastaneden taburcu olduğum zaman bana alkol içme isteği geldiğinde kullanmam için bir sakinleştirici verilmişti. Önce alkol içmeden doktorumun verdiği dozda ilacı kullanıyor, sonra bu doz yetmiyor, ilacın dozu artıyordu. En sonunda bu da yetmiyor hem alkol hem de ilacı birlikte kullanıyordum. Babam ben hastaneden çıktıktan sonra rahatlıyor, benim artık tedavi olduğuma inanıyor, içi rahat bir şekilde İstanbul’a dönüyordu. Artık şantiyeye işlere bakmak, benim yapamadığım işleri toparlamak amacı ile değil, ben içtiğim için çalışamaz durumda olduğum için gelmeye başladı. Belki yedi sekiz defa tekrar nüks etmemden, kaymamdan dolayı, artık bana haklı olarak güvenmiyordu. Tesisin bir müşterisi vardı. Babam baktı ki bu iş benimle yürümeyecek, tesisi olduğu gibi bir şirkete devretti. Ben biraz da pişmanlıktan olsa gerekir, babamlara yazlığa gitmeden önce alkolü azaltmaya, hatta bırakmaya karar verdim. Fakat alkolün yeri sakinleştirici ile doldurulmuştu. Alkol azaldıkça sakinleştirici artıyordu. Alkolü bırakmış bir şekilde yazlığa gittim. Yeniden başlamam uzun sürmedi. Bir gün bir arkadaşımda tekila ikram edildi. Hayır diyemedim. Bir kadehin arkasından ikinci, üçüncü derken yine birkaç gün içinde gece gündüz içer hâle geldim. Artık sabahları uyandığımda başucumda duran votkadan içmezsem, tuvalete koşup safra çıkartıyordum. Sanki midem ters yüz çevriliyordu. İçtiğim zaman rahatlıyor, bir sigarayı keyifle içiyor, tekrar bir yudum alıp odamdan çıkıyordum. Gün boyunca tekrar tekrar odama gidip içiyor, öğlen uykusu bahanesiyle daha fazla içiyor ve sızıyordum. Eve, odamın arka penceresinden kolaylıkla içki sokabiliyor, geceleri boş şişeleri çöpe götürüp atıyordum. Kokmasın diye votkayı tercih ediyor, özellikle diş temizliğine önem veriyordum(!), bol mentollü diş macunlarıyla, mentollü çikletlerin ana müşterisi ve ana tüketicisi konumuna gelmiştim. Alkolü bırakmak istiyordum. Fakat oğlumun yaz tatili için yazlığa gelmesine birkaç gün kalmıştı. Oğlumun beni alkol yoksunluğunda görmesini istemiyordum.

İçki benim gün boyu ayakta durabilmemi sağlıyordu. Yalnız bir sorun vardı, o da balığa pek çıkamıyordum. Balığa birlikte teknesiyle çıktığım kişinin karşısında sabahın köründe içemediğim için, balıkta alkol yoksunluğu çekiyordum. Bu yüzden de oğlumu bahane ederek balığa çıkmıyordum. Üç hafta az çok oğlumla ilgilendim diyemem, ama beraber oldum. Bu üç hafta bana çok dokundu. Oğlumu havaalanından almaya ve havaalanına götürmeye gücüm yetmediği için, onca kilometreleri babam gitmişti. Oğlum, karşısında çökmüş ve alkolik bir baba görmüştü. O yüzden alkolü de uyuşturucuyu nasıl bıraktıysam aynı şekilde bırakmaya karar verdim. Ortam da çok iyiydi. Oğlum gitmiş ben ailemle yalnız kalmıştım. Hiç çevreme göstermeden odamda kendimi izole edecek, üç günlük bir yoksunluk krizinden sonra her şey geride kalacaktı. Artık içtiğimin ailem tarafından da bilindiğini fark ediyordum. İnkâr etmenin hiçbir anlamı kalmamış, sıra yüzleşmeye gelmişti. Yine uyuşturucuyu bırakmamdaki gibi ailemle açıkça konuştum. Aslında ailem başından beri içtiğimi biliyor, tartışmalara inkâra meyil vermemek için bilmezlikten geliyor, benimle yüzleşmekten kaçınıyorlardı. Yine aynı şekilde kendi kendime bırakacağımı söyledim. Üç gün titrer, terler, sıkıntı çekerim dedim. Tabii ki aklıma o güne kadar hiç yaşamadığım, alkolü bırakma sırasında yaşayacaklarım gelmedi.

İlk iki gün hiç içmedim. Terlemeler, titremeler, sıkıntılar, hâlsizlik gelip geçiyordu. Ailem bu krizin birkaç günde geçeceğinden haberdar, bana müdahale etmiyorlardı. Bir de tabii ki uyuşturucuyu bırakma gücünü gösterebildiğim için, bunu da başarabileceğime inanmışlardı. Üçüncü günden sonra halüsinasyonlar görmeye, sesler ve konuşmalar duymaya başladım. Bunların bugünkü bilgimle tıbbın, “delirium tremens” diye adlandırdığı bir rüya hezeyanı olduğunu bilmiyor ve beklemiyordum. Alkoliklerde birdenbire alkolden kesilme yüzünden meydana çıkar. Temelinde zihin karışıklığı bulunan şiddetli bir rüya hezeyanı gelişir. Göz ve kulaklarda algılanan birtakım korkunç hayaller belirir. Bu hayaller kişiyi saldırgan, tehlikeli veya uysal, olmadık konuşmalarda ve tepkilerde bulunmaya itebilir. Nitekim çok şiddetli bir endişe hâli bu duruma eşlik eder. Delirium tremens öldürücü olabilir. Kişi çırpınma krizleri ve nöbetle birlikte gelen biyolojik bozuklukların kolaylaştırdığı başka bir alkolizm komplikasyonu esnasında beliren kalp-damar kolapsusu gibi birçok rahatsızlıktan kurtulamaz ve ölür.

Tedavim hastaneye ilk yatışımdan itibaren dört sene sürdü. Alkole, bağımlılığa karşı kendi savunma mekanizmalarım ile ayık kalmayı günbegün, saatbesaat sürdürebiliyorum. Hastane tedavisi, hastaneden sonra doktorla bireysel görüşmeler, doktorun verdiği ilaçları onun verdiği dozda ve aksatmadan kullanmanın yanı sıra A.A. grup toplantıları, paylaşımların çok önemli olduğunu biliyorum.

Ben bu saydıklarımı başlangıçta hiç önemsemedim. Hatta ve hatta alay ettim. Her seferinde nüks ve kaymalar yaşadım. Dokuz aydır hiçbir A.A. toplantısını, paylaşımı kaçırmamaya, periyodik bir şekilde bireysel görüşmelere gitmeye ve doktorumun verdiği şekilde ilaç kullanmaya özen gösteriyordum. 1996 eylül ayında A.A. ile tanıştım. Fakat A.A.’yı önemsemedim, 12 basamak programını benimsemedim. Sadece tıbbi olanaklar ile bu hastalığımı yendiğimi sandığım anda, 1999 yılım içmek ve hastane tedavileri ile geçti. En son Ocak 2000’de yine hastaneden tedavim tamamlanmış olarak çıktım. Şimdi 2005 yılının nisan ayındayım ve ayığım. (5 sene 3 ay). Bunu sağlamamdaki en önemli faktör tıbbın alkolü bedenimden arındırdıktan sonra düzenliden öte devamlı olarak istikrarlı bir şekilde A.A. toplantılarına; grup, şehir, memleket ayrımı yapmadan katılmamdan kaynaklandığını çok iyi biliyorum.

A.A. toplantılarına katıldım, hizmet aldım. A.A.’nın 12 basamağını yaşamıma uyguladıkça vaatlerin gerçekleştiğini gördüm; A.A. bütünlüğü için 12 geleneğe mümkün olduğunca sadık kalmaya çalıştım. Yazdıklarım başımdan geçen gerçek olay ve deneyimlerimdir. Benim yazdıklarım tabii ki her alkoliğin başından aynı şekilde geçmemiş olabilir. Bu yazdıklarım benim kendi yaşantımdan, kendi duygularımdan ve kendi şahsi görüşlerimden oluşmaktadır.

Benim bağımlılığım yirmi dört senede gelişti. Bu süreç içerisinde her maddenin haz veren yanını yaşadım. Bu haz veren duyumların sadece bir balayı dönemi olabileceğini düşünemedim. Madde kullanımım beni fiziksel rahatsızlıklara, ruhsal sıkıntılara ve sosyal kayıplara uğrattı. Özellikle ruhsal sıkıntılar ve fiziksel yoksunluklar beni devamlı madde kullanımına yöneltti. Bütün sorumluluklarımı yitirdim. Duygu ve düşüncelerimin olumsuz yönde değişmesine sebep oldum. Aile ve sosyal çevremi yok ettim. Sadece kendime değil, aileme ve çevreme, endişe, çaresizlik, özveri ve fedakârlıklar çektirdim. Şahsiyetimi yitirdim, yalancı oldum, işimi ve ailemi kaybettim. Normal yaşamdan çok hızlı inişim, kayıplarım çok hızlı bir şekilde oluştu. Bunların telafisi hızlı değil, basamak basamak ve çok büyük bir emekle yeniden yapılandı. Bu ruhsal değişimden dolayı ve buna bağlı olan hastalıkların, depresyonların, sıkıntıların, bunalımların, çaresizliklerin çıkabileceğini hiç düşünmedim. Her madde kullanımından sonra hep daha fazlasını istedim. Bünyem alıştıkça kullandığım miktarlar arttı. Değişik maddelere, yeni ve denenmemiş maddelere yöneldim. Bunlar yeterli olamıyordu. Hep daha fazlasını arıyordum. Şimdi ise tavanın paranoyaya, dibin ise koma hâline girme ve ölüme neden olduğunu tecrübelerim ve yaşadıklarımla biliyorum. Tavan ile dibin arasında ise bana göre sürüne sürüne, çeke çeke, çektire çektire ölümün var olduğunu biliyorum. Bir bağımlının tedavisinin sadece kullanılan maddenin bırakılması veya maddenin vücuttan temizlenmesiyle mümkün olmadığını, tedavinin fizyolojik yanının çok çabuk tedavi edildiğini, fakat psikolojik ve sosyal tedavinin uzun bir süreç gerektirdiğinin unutulmaması gerekir. Bağımlılık nasıl uzun bir süreç içerisinde gelişiyorsa, tedavisi de uzun bir süreç gerektirir. Bağımlılıktan ayıklığa geçiş bir yerde bir yıkma ve yeniden yapma işidir. Oturduğumuz evi yapmadan önce, nasıl yıkmamız, nasıl yeniden yapmamız gerektiğini iyice planlamak lazımdır. Yapım sırasında kullanacağımız araç ve gereçleri tespit etmemiz gerekir. Planlamadan, yapıma kadar geçen süreç içerisinde sığınabileceğimiz geçici bir ev bulmamız gerektiği de unutulmamalıdır. Ancak bu şekilde yenisi eskisinden daha iyi olabilir.

“Ne yapayım, hiç farkına varmadan alkolik oldum” gibi düşüncelerimin yanlış olduğunu şimdi görebiliyorum. Bir yerde ben rastlantı sözünü, nedenini bilmediğim veya bilmek istemediğim olaylar için, bir de nedenini rasyonelleştirdiğim bahanelerden dolayı kullanmış olduğumu bugün görebiliyorum. Sokrates’e göre, insanlar erdeme erişerek mutluluğu elde ederler. Nasıl yemeklerin bolluğundan değil de lezzetinden zevk alırsam, mutluluğa erişmek için de sanal yolları bırakıp, kişiliğimde var olan duygularımla mutluluğa erişme yollarını aradım. Bunun ayık yaşamımda mümkün olduğunu yaşadım. Bütün erdemler hoş yaşamayı sağlamak içindir. Benim amacım mutlu yaşamak ve bu mutluluğumu bozacak her türlü bağımlılıklardan kaçınmaktır. Ruh yaşamımı yükseltirken vücut sağlığımı bozmamam veya tam tersi vücut sağlığımı yükseltirken ruh sağlığımı bozmamam gerekir. Bir amacım da davranışlarımla vücut acılarımı olduğu kadar ruh acılarımı da önlemektir. Madde kullanırken ruh sağlığım haz alma düşüncesine eşit değerde olduğu için, maddeyle bu mutluluğu sağlarken hem ruh hem de vücut sağlığımı bozmuş oluyordum. İçerken mutlu oluyorum. İçtikten sonra mutsuz oluyorum. Bir yerde kendi mutsuzluğumu, kendi içme mutluluğundan ortaya çıkartıyorum. Ayık yaşamımda, bir eylem ancak başı ve sonu veya sonucu bana mutluluk sağlıyorsa, o eylemi gerçekleştiriyorum. Başı iyi, sonucu belirli olmayan eylemler, benim ayıklığımı riske sokabileceğinden bu rizikoya mümkün olduğunca girmiyorum.

Bugün benim için mutluluk, ruh sağlığımın, vücut sağlığımın ve beden acısının yokluğunda var oluyor. Eskiden beni uyuşturucu, içki masaları, eğlenceler, kıyasıya içme ve âlemler mutlu ediyordu. Bugün ise beni mutlu kılan, akla uygun ve sade alışkanlıklar arayacağım ve sakınamayacağım davranışları iyice ölçebilen, bedenime rahatsızlık veren çarpık düşünceleri söküp atabilen aklımdır. Her acıyı ve her zevki, yararı ve zararı akıl yoluyla gözden geçirebiliyor ve değerlendirebiliyorum. Bazı durumlarda iyi kötü olduğu gibi, kötü de iyi olabiliyor. Benim en yüksek erdemim iyi ve sağlıklı yaşamaktır. Bunun için doğruyu seçmeye, sabırla süreçleri beklemeye, ölçülü olma ve paylaşmayı tercih ediyorum. İyi bir çevrede yaşıyorum. Çeşitli ilgilerim aşırı bir çizgiye varınca mutlu oluyorum. Ayık yaşamımda bunu öğrendiğim için, artık bağımlılığımla ilgili olan bağlar ayık yaşamımla ilgili bağlardan önemsiz kalıyor. Yalnız bunun da bir sınırı olduğunun bilincindeyim. Örneğin; eğilimimi başı boş bırakıp mutlu olmak için içki içersem hastalanırım. Böylelikle de kendi eğilimimi kendimden ötürü, kendimi kısıtlarım.

Hiç kimse alkolik olabilmek için alkole başlamaz. Bağımlılık bir süreç içerisinde sinsice gelişen bir hastalıktır. Bağımlılığın gelişmesini karakterize eden bazı kriterler oluşuyor. Bağımlı olan kişi genellikle bunun farkına ancak alkole dayalı sorunlar ortaya çıkınca fark edebiliyor. Bende bu kriterler önceleri bir sıkıntımı, stresimi, sevincimi, üzüntümü alkolle gidermekle başladı. Yavaş yavaş alkol gündem maddemi oluşturmaya başladı. Sadece alkollü ortamlara girmeye, alkol kullanan arkadaşlarımla arkadaşlık etmeye, alkolsüz ortamlara gitmeden önce alkol içmeye, fazla alkol içtiğimi inkâr etmeye başladım. Bu kullanımdan ötürü diğer aile, sosyal, yasal, iş ve sağlık problemlerim kendini göstermeye başladı. Çevrem alkolik olduğumun farkına varmıştı. Bense içmek zorundaydım. Ne zaman ki alkolden dolayı ayağa kalkamaz duruma geldim, o zaman aile tarafından hastaneye kaldırıldım. Madde bağımlılığımda da aynı sorunları yaşadım. Ne zaman ki bünyem artık uyuşturucu maddeleri kaldıramaz hâle geldi, o zaman tedavi zorunlu hâle geldi. Alkolde de, maddede de bağımlılığımın devam etmesi hâlinde beni ölüm bekliyordu.

Birçok kişi bağımlı olduğunun farkına varamaz, hastalığını kabullenemez. Hastalığının farkında olan birçok bağımlı, hastalıktan utandığı için tedavisini erteler. Bağımlı toplumdan dışlandığı için kendini öz bağımlılardan oluşan bir sosyal grubun içerisine girer. Bu da tedaviyi daha geciktirir ve hatta bağımlıyı tedavi almaya karşı duruma dahi getirebilir. Olası erken müdahale ve tedaviyi önler.

Bağımlılık birçok kişi tarafından bir süreç hastalığı olarak tanımlanmaz. İrade meselesi, irade problemi olarak görülür. Bazılarımız fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik problemlere direnç gösteremediğimiz için bir maddeye bağımlı oluruz. Alışkanlıklarımız önce bilinçli düşünceyle, sonra bilinçsiz davranışlarla oluşur ve zamanla beynimizin derinliklerine yerleşmiş aktif bir düşünce ve davranış alışkanlığı hâline gelebilir. Vazgeçilemez hâle gelmiş bir alışkanlık, ne kadar çok tekrarlanırsa bilinçaltı için bir zevke dönüşür. Bilinçli olarak bu duruma müdahale edilmedikçe alışkanlık devam eder. Yapıcı ve yıkıcı alışkanlıklar vardır. Bilinçaltımız bunları yargılayıp hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğuna karar veremez. Çıkarımcı mantık yürütme yoluyla işler. Madde veya alkol tesiri altında olan bir kişinin sağlıklı bir mantık mekanizması tam olarak çalışmadığı için bu eylemlere müdahale edemez. Kendimden örnek vererek alışkanlıklarımın nasıl bağımlılığa dönüştüğünü okuduğunuzda bunun bir irade sorunu olmadığını görebilirsiniz. Bir bağımlı olarak en kızdığım sözlerden bir tanesi “İradene hâkim olamadın mı?” Tedavi görmüş her bağımlı içmemek için büyük mücadele verir. Eğer nüks etmiş, tekrar alkole başlamış ise, bence bunun sebebini iradede aramak yanlıştır. İşte tüm bu yazdıklarım ve bakış açım yeniden yapılanmam ile A.A.’nın bana vermiş olduğu sevgi, hoşgörü ve ruhsal olan programı yaşama geçirebilmemle gelişti. Hayat ne olduğuna karar verip, verdiğin kararı deneyimleme sürecidir.

 

 

 

 

Adım Mehmet B., Alkoliğim,

Adım Mehmet B., alkoliğim… Bugüne kadar ev grubumdaki toplantılarda hemen hemen her şeyimi paylaştım. Paylaşmadıklarım varsa eğer yeri gelmediğinden veya aklıma gelmediğindendir. Bütün arkadaşlarım hayat hikâyemi biliyor. Hayat hikâyemi bir de yazılı olarak paylaşmanın bana iyi geleceğini düşünerek yazmaya başladım. Toplantılarda parça parça paylaşmaya benzemiyor. Hayat hikâyesi çok kolay olmayan, kronolojik sıra takip eden, 4. Basamak benzeri bir şey… Aynı basamak çalışır gibi insanı gerilere götüren, dürüstlüğü ön plana çıkaran bir çalışma…

İlkokul çağlarım keyifli, pek farkına varmadan geçti. En net hatırladığım olay 27 Mayıs’ta tankların büyük gürültüler çıkararak okulun önünden geçmesi idi… Ne zaman ki ortaokula başladım, işte o zaman karşıma bir sürü problem çıktı. En önemli problemlerim dersler ve sınıftaki kızlardı. AA’da 4. Basamağımı yazarken (aklımdan uçup gitmiş olan) ilk içki içtiğim sınıf çayını hatırladım. Daha sonraları sınıf çayları çok hoşuma gitmeye başladı. İçmek, gülmek, eğlenmek, dans eder gibi yapmak bir şekilde kendimi iyi hissetmemi ve bana büyük gözüken o küçücük problemlerimi ertelememi sağladı. Ta ki lisede pul klübü odasında ellerimizde sigara, oyun kâğıtları ve masanın üzerinde bir şişe içki ile yakalanıncaya dek. Biz 4 kişi okul içinde illegal örgüt kurmuş gibi bütün hocalar tarafından yargılandık. Notlarım da zaten 5’ten şaşma, 6’yı aşma düzeyinde gittiği için bavulumu topladım ve son sene Pertevniyal Lisesi’ne yazıldım. Gider gitmez de Pertevniyal Lisesi basketbol takımına girdim. Sebebi ise haftada bazen bir bazen iki antrenman sonrası Çiçek Pasajı’na gidip “köpek” gibi içmeme olanak sağlıyor olmasıydı.

Bütün ailem, özellikle babam tıp okumamı istiyordu. Türkiye’de tıp fakültesini kazanamadığım için Avusturya’ya tıp okumaya babamın nezaretinde gittim. Ne hikmetse babam da benimle beraber Avusturya’ya gelmişti. Uzun uğraşlar sonucu tıp fakültesine giremeyeceğim kesinleşince kaydımı işletme fakültesine yaptırdık. Bu arada Türkiye’yi de çeker mi diye sorduktan sonra Schaub Lorenz marka transistörlü bir radyo aldık. Babam 3-4 gün kaldıktan sonra Türkiye’ye döndü… Babam gidince, ben her zaman düşlediğim ama bir türlü yaşayamadığım hayatı yaşamaya başladım. Kim takar üniversiteyi, nerede akşam, orada sabah… O şehir senin bu şehir benim … Elma şarabını Yugoslavya’da, tatlı şarabı İtalya’da, Schnaps’ı da Almanya’da içer oldum… Bir pizzacıda çalışır gibi de yapıyordum. Bana göre her şey iyiydi. Ben akıllı, asi, üniversiteye gidenlerse aptal ve koyundular.

Bu arada en büyük aşkım, tıp okuyan E.ile tanıştım. Tabii ki içmem yüzünden okul iyice zayıfladı. Hele sınıfta bir iki kere ders esnasında sızdıktan ve hocalar tarafından “ti”ye alındıktan sonra üniversiteden iyice soğudum. Zaten meraklısı da hiç olmadım. Okul içmeme hep engeldi. Yaşamım içmek, gece klüpleri ve kız arkadaşım arasında geçti durdu… Ve tabii ki üniversiteyi tamamen unuttum. Unuttum demek yanlış, içmediğim zaman hep gelip aklıma takıldı, takılmaması için de ben hep içtim… İçmekten çok büyük bir keyif aldım…

Yazları İstanbul’a gelmek zorunda olmam (elimde olsa gelmezdim) benim için ölüme eşdeğer bir azaptı. İstanbul’a gelme zamanı yaklaştıkça yalan senaryoları yazmaya başlıyordum. Üniversite antetli kâğıtlarda tahrifatlar yapıp, şu dersten şu notu aldım, bundan geçtim filan gibi sallayıp duruyordum. Tabii ki bu yalanlar -küçük de olsalar- zaman içinde büyümeye, içki dozunun artmasına ve kendimi içki içen bir grubun içine izole etmeme neden oldular… Oysa ben kendimi hep toplum içinde sanmaya devam ettim… Bana inanan tek kişi sevgilim E. idi veya ben öyle sanıyordum. Bütün bu yorucu senaryolar (inanıyorum ki üniversiteye devam etsem bu kadar yorulmazdım) kaldığım yurttaki bir Avusturya’lı ile kavga etmem ve nezarethaneye götürülmemle son buldu.

Avusturya macerası bitmişti… Çok büyük bir suçluluk duygusu ile geri döndüm. Trenle geri gelirken aklıma Merzifonlu’nun da benimle aynı kara kaderi paylaştığını düşündüm durdum. Kader utansındı… İçkim Türkiye’de daha da arttı. Beni kimse anlamıyordu. Avusturyalı E.’ den ayrıldım, hayatımda doktor filan istemiyordum, bir de E. benim başarısızlığımın tek tanığı idi bana göre.

Avusturya’ya gitmeden önce filolojiyi kazanmış, dondurmuştum. Alman Dili ve Edebiyatına yazıldım. Sanırım daha birinci sınıfın sonunda idim, arkadaşım E’yi annem ve babam çok içtiğim için çağırmışlar, Türkiye’ye geldi, kendisini birkaç gün içinde bir sürü hakaretle Avusturya’ya geri yolladım. Bu arada çalıştığım bir şirketteki kız arkadaşım B. ile yıldırım nikâhıyla evlendim. Evlendiğimde de zil zurna sarhoştum. Hatta düğünde tempo tutup, “Yazık olmuş geline düşmüş sarhoş eline”, şarkısını söyleyip durdular. Evlendikten kısa bir süre sonra bir vesile ile Vehbi Koç’un karşısına çıktım, iş aradığımı söyledim, o da beni bir müdürüne, müdür de Antalya’ya havale etti. Karımla beraber Antalya’ya gittik, yer değiştirme fikri benim alkolümü azaltmaktan çok fazlalaştırdı. Non stop içtim ve hayret bir şeydir ki, kör topal da olsa yine de işime gittim… Karım 5-6 ay sonra benim geçimsizliğim ve alkolüm yüzünden İstanbul’a döndü. Evliliğimizin temeli de zaten bozuktu aslında.

Ben Antalya’da içmeye devam ederken devamlı tecil ettirdiğim askerliğim geldi. Askerde de dört ayağımın üstüne düştüm, içebileceğim bir yerdi, ben de devamlı içtim. Askerde iken başıma bir sürü olay geldi, ben de her zamanki gibi “kader kimine kavun, kimine kelek” tekerlemesine takılıp kaldım. Zaten içtiğim süre içinde mutlaka bir bahanem olurdu ve benim işlerimin niye hep ters, başkalarının işlerininse niye doğru gittiğini bir türlü anlayamadım, anlamak istemedim. Ben askerde iken ilk karımdan boşandım ve tabii ki arkadaşlarımla kurtuluşumu kutladım.

Askerden dönünce en iyi anladığım iş olan fotoğrafçılığa başladım. İçkimin altın çağlarını yaşarken yavaş yavaş işler iyi gitmemeye başladı. Kör topal gidişim 10-12 sene sürdü, bundan sonraki 4-5 senede dışarı çıkamaz hâle geldim. Geceler hep abuk sabuk yerlerde sonlanıyordu, yemek de yiyemiyordum. Etrafımda pek kimse de kalmamıştı. Ben içki ile çoğalacağımı umarken, günübirlik yalan yanlış ilişkiler, yalnızlık ve izolasyon içine girdim… Bir sabah saat 06.00 civarında mutfağın biraz yukarıda olan penceresi önünde, çıplak, elimde içki şişesi ile sızmaya çalışırken işe gitmek için durakta otobüs bekleyen insanlar gördüm… Bu işte bir yanlışlık var diye düşündüm. Kendimi her zamankinden daha iğrenç ve işe yaramaz hissettim. Ertesi gün yataktan çıkmadım, hem titredim hem terledim, içmedim. Telefonlar da durmadan çaldı… Azap dolu 2-3 gün sonra aklım biraz başıma gelir gibi oldu ve 6 ay sürecek ayıklığım başladı. İşlerim bu arada biraz düzelir gibi oldu ise de ben hep sudan çıkmış balık gibiydim. Bütün sülalemin doktor olmasına rağmen bu 6 ayı ilaçsız geçirdim, bir şekilde de ilaca ihtiyaç duymamıştım zaten.

Bir yılbaşı gecesi içkiye saat 21.00 de başlayıp, 01.00 gibi bırakmak niyeti ile (zaten artık içkiyi durdurabiliyordum) yeniden içtim. Saat bir oldu ama bırakmak ne mümkün, benim yılbaşı kutlamalarım dört ay kadar sürdü, başladığım yere geri döndüm. İçkiyi ikinci bırakışımda yine yalnızdım ve ilk bırakışım gibi olacağını sandım, ama hiç de öyle olmadı. Deliryuma girip bir sürü uzaylı ile konuşup durmuşum. 3-4 gün sonra kendime gelmeye ve yavaş yavaş olanı biteni anlamaya başladım. Anladığımı sandıklarım çok tutarsızdı ve ben de çok yorgundum. İlk zamanlar pek ayağa kalkamadım, tuvalete, su içmeye dört ayağımın üstünde gittim. Ayağa kalkıp yürümem de yine 4-5 günümü aldı, düşerim diye dışarı da çıkamadım, köşedeki büfeden telefonla yarım ekmek ve salam getirdiler bir de sigara… Ve benim ayıklığımın ilk farkına varan büfeci Laz Ali oldu, abi rakı istemedin, dedi…

Babam bana çok yardım etmeye çalıştı ama bir türlü aynı frekansa gelemedik. Belki de ben hazır değildim. Babamın bana bulduğu bir terapi grubuna iki sene süreyle katıldım. Niye ayık kaldığımı bilemeden içmedim, epey zorlandığım anlar oldu, inatlaştım, içmedim. Bu grubun bana epey faydası oldu. Bu gruba devam ederken terapistimiz bir Aktüel dergisi ile toplantıya geldi, derginin kapağında, “Mum yakıyorlar, el ele tutuşup dua ediyorlar ve ayık kalıyorlar” diye bir yazı vardı. Merak ettim bunlar kim, ne yapıyorlar diye ve ertesi gün hemen dergide yazan adrese gittim. Amerikan Hastanesi zemin katında bir sürü güleryüzlü arkadaş beni toplantı salonunun camlı kapısında karşıladı ve elime kahve tutuşturdular. Hiç kimse bana kimsin, nesin diye sormadı. Doğru yerde olduğumu hissettim.

AA’ya gelmeden önce kızımın annesi ile tanışmıştım, annemin de bir şekilde onayladığı birisi idi. N. bir gün ben hamileyim diye bana geldi, ben de evlenelim dedim, 2-3 ay içinde evlendik, odur budur derken yeni evimizde yaşarken herhâlde öyle rahatsız olmuşum ki, ben bakkala gidiyorum deyip evden çıktım ve bir daha da geri dönmedim. Zaten fotoğraf stüdyosunun üstünde yaşadığım bir mekân vardı, oraya gittim. Çok kısa bir süre sonra AA’dan bir kız arkadaşımla beraber Muğla’ya gittik ve orada yaşamaya başladık.

Ayrıldığım N.’nin hamileliği devam ediyordu, bir süre sonra kızımın doğumu için İstanbul’a geldim, kısa bir zaman kaldıktan sonra tekrar köye döndüm. Karım benden boşanmak istemedi, onun için de hamileliğini kullandı, boşanmamız bir sene sürdü. Boşandıktan 1-2 ay sonra AA’lı kız arkadaşımla evlendim. Bir süre anlaşamaz gibi oldu isek de beraberliğimiz bir şekilde sürdü. Bir yılbaşı öncesi araba ile Marmaris’e giderken ben bir kaza yaptım, kazada karım yanımdaydı ve yaşamını yitirdi, bense birtakım kırıklar ve hepatit b ile kazayı atlattım. Karımı öldürmüş olma duygusu ile epey mücadele ettim, uzun bir süre kendimi suçladım.

Aradan bir süre geçtikten sonra N. ile, yani şimdiki oğlumun annesi ile karşılaştım, zaten çok daha önce de beraberliğimiz vardı. Dört sene kadar sonra N. ile evlendim. Muğla’nın bir köyünde oturuyorduk, benim İstanbul’da olduğum bir zaman karım N M.armaris’ten köye dönerken arabada teyzesi ve Ata varken bir kaza yapmış, kazadan yalnızca oğlum Ata mucize eseri kurtulmuş. Karım ve teyzesi olay yerinde vefat etmişler. Yine uzun süren hastane zamanları başladı ve şükür iyi bitti.

Ben köyde yaşamaya devam ettim. Bu son trafik kazasından 3-4 sene kadar sonraydı sanırım, E. ile tanıştım, ilişkimiz bizi evliliğe doğru götürdü, başarısız bir evlilik oldu, başından itibaren bazı şeyler yürümedi. Bu arada köyden ayrılıp Sapanca’da annemin evine taşındık, burada da problemler bitmedi. Bu evliliğe giderken 17-18 sene olan ayıklığıma güvenmiştim, ama gördüm ki ayıklığıma güvenerek hata etmişim…

Sapanca’ya taşındıktan sonra babamın yaşlılık dolayısı ile rahatsızlığı arttı. İstanbul’a gelmeyi hiç istemiyor olmama rağmen babamın son zamanlarında hep beraber olmak benim için huzur verici oldu. Bana eğrisi ve doğrusu ile hep arka çıkmış olan babama hizmet etme olanağı buldum, elimden geldiği kadarı ile de hizmet ettim.

Babamın vefatından kısa bir süre sonra da en son karımla anlaşarak ayrıldık. Yaşamım içinde birçok insanı kırdım ama en fazla kırdığımı düşündüğüm Avusturya’daki sevgilime bir özür mektubu yazdım. “Seni unutmadım” diye cevap yazdı, karşılıklı mektuplaşmaya, daha sonra telefonlaşmaya başladık ve en sonunda ben Avusturya’ya gittim ve 37 sene sonra tekrar karşılaştık. Karşılıklı gidip gelmeler oldu, üç seneden beri devam eden iyi bir ilişkimiz var. Umarım iyi de devam eder…

AA’yı bulduktan sonra elimden geldiğince hizmet etmeye, gelenek ve basamakları günlük hayatıma uygulamaya çalıştım. Bir sürü hatamın yanı sıra kimi zaman da başarılı oldum… Her şeyden önce büyük ölçüde kendimle barıştım. 15 sene ayıklığıma ödül olarak Avrupa Almanca Konuşan Ülkeler Konvansiyonu’na gittim, 5000 kişinin el ele tutuşarak dua etmeleri benim için çok duygusal bir andı… Ayık olduğuma bir kere daha şükrettim. Eksiklerime odaklanıp üzülmek ve sövmek yerine elimdekilere bakıp şükredebiliyorum. Bir sarhoş olmaktan utanırken ayık bir AA’lı olmaktan hep gurur duydum… AA’dan yolu geçen bütün arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum. Onlar hep yol göstericim oldular. Ben ayık kalmayı tek başıma başaramazdım… Mehmet B.

 

 

 

Adım Betül; Alkoliğim!

Her zaman uyumsuzdum. Kendimi, belki doğuştan gelen bir beyin frengisi ya da kan uyuşmazlığı gibi bir şeyle sakatlandığıma inandırıyordum. Çok sever gibi görünüp; aslında hiç sevmeyen -üstelik bunun farkında bile olmayan- bir ailem vardı. Hatırlayabildiğim en eski kisişel tarihimden başlayarak, bugüne kadar yaptığım hiçbir seyi onaylamadılar .Lanet olası çekirdek ailede, tuhaf akrabalar çemberinde, doğadaki besin zincirinde yerim yoktu… Çocukluğumda, dünyaya; korku filmlerinde, oyun parkında ürkütücü bir müzik eşliğinde ip atlayan, saçları örgülü kız çocuğu bakışlarıyla baktım. Sonuç; mükemmeliyetçi bir kifayetsiz muhteris ergen…

13-14 yaşlarımda ilk içkimi içtim. İçince ‘normal’leştim. Güldüm, keyiflendim. Hayata dayanmanın iksirini buldum yani. İçinde yaşayamadığım dünyadan kaçış kapısını o yaşlarda keşfettim. Alice, nihayet “Harikalar Diyarı”ndaydı… Fakülteye başladığımda, alkole çok yakın bir arkadaş daha buldum: Hap! İçtiğim alkolün ve hapların miktarı arttıkça daha bir iyileşiyordum. Kendime ait bir dünya kurabiliyordum. Halüsinasyonlarım eğlenceliydi.

Fakülte bitmeden, aşırı korumacı ve nefes almama izin vermeyen ailemden bulduğum ilk kocaya kaçarak kurtuldum. Hatay’a yerleştim. Adam, nikahın ertesi günü, sevgilisiyle tatile gitti. Alkol-hap-sigara ‘kutsal üçlemesi’ne taptım. Ama yavaş yavaş, içki masalarında sinirlenmeye, ufak tartışmalara da başladım. Alkol, artık beni neşelendirmiyor, aksine depresif ve agresif bir hâle getiriyordu.

Bir oğlum oldu. 4 gün yaşayıp gitti. İlk defa o zaman intihar ettim. Sonra bir kızım oldu. Derin doğum sonrası depresyonla beraber… Adama ve bebeğe dayanamaz hâle gelince, başka bir adamla Mersin’e kaçtım. Kaçmayı çoktan öğrenmiştim. Sıkıntıdan tek kurtuluş yolu oydu. Gitgide daha çok içmeye başladım. İkinci koca doktordu ve ev de içki/hap cennetiydi. Ama bu işte de bir terslik vardı. Adama “Bir sişe alkol ve 40 hap yuttum” diyordum ve o da “Yarın hastaneye gel de karaciğer tetkiki yapalım” diyordu. Ben içmeyeyim de kim içsindi? Ondan da boşanıp İstanbul’a geri geldim ve Beyoğlu’na taşındım. Hicret ve vadedilen topraklar…

Alkol, bütün güzelliklerin anasıydı. Hovarda bir ayyaş olmuştum artık. Yanında huzurlu hissedebileceğim birinin elbisesini birçok adama giydirmeye çalıştım. Hiçbirine yakışmadı. Bu arada ikinci intihar. Sarhoş bileğimden akan kanları seyredip sakinleşmek ve 13 dikiş. İçki içmeden normalleşemeyecek bir duruma geldim bir süre sonra. O normallik nasıl bir şeyse artık… İçip sakinleşiyor, devamını içip saldırganlaşıyordum.

Hatırlamayacak kadar içmeye başladım nihayet. İstediğim de buydu galiba. İçeyim unutayım, zaman geçsin, defolup gideyim. Telefonlarda insanlara küfün ediyor, hiçbir masadan gülerek kalkmıyordum. Bir sürü asalak biriktirip, onlara içki ısmarlayıp beni dinlemelerini, dahası saçmalamalarıma tahammül etmelerini sağlıyordum. Ama yetmiyordu. Artık, kurup içinde yaşadığım dünyanın bir illüzyon olduğunun farkındaydım. O zaman, daha çok içip, kalan son beyin hücrelerimi de uyuşturdum.

Sonra İstanbul’da daralıp Bodrum’a yerleştim. Neden? Bilmiyorum. Belki sadece derimin altında huzursuz olduğum için. Herkesten iyice uzaklaşmıştım. Hiçbir tanıdığım da yoktu etrafımda: İzolasyon! Artık bütün içkiler bana kalmıştı. Evimde bir doberman, bir pug ve bir de bahçıvan vardı. Adama evin alt katında bir oda verip, orta hizmetçim yaptım. Markete gidiyor, yemek yapıyor, havuzu temizliyor, köpekleri gezdiriyordu. Birkaç kere salıncaktan düştüğümü, birkaç kere de havuza yuvarlandığımı hatırlıyorum. Adam kurtarmasa boğulacaktım.

Sonra yine İstanbul’u özledim. Geri geldiğimde, artık sabahları da içiyordum. Evden çıkmadan… Marketten gelen içki ve sigarayla beslenerek… Yemek yemeden… Uyumadan… Ayılmak için duşa girip, akan suyun altında… İki ay boyunca sokakta yürümeden… Telefonlara cevap vermeden… Defalarca ve kırılırcasına çalınan kapıyı açmadan… Galiba bu sefer unutmak için değil; ölmek için. Bir ilkbahar gününe kadar… 10-15 kişiye “Bana gelin, terasta parti verelim” dediğimi hatırlıyorum. Yalnızlıktan bunalmıştım galiba. O partiye, eline içkisini alan gelmiş. İçmişim. Küfür etmişim. Ağlamışım. Terastan atlarken tutmuşlar.

Gece, kendi kusmuğumda uyandım. Sabaha kadar bir yudum suya karşılık bir kilo kustum. Banyoda düşüp kaldım. Klozete sarılıp sızdım. En son da kan kustum. Ertesi gün AA’ya geldim. Dünyaya uzaydan düşmüş ve insanlar tarafından anlaşılması, sevilmesi, kabul edilmesi mümkün olmayan tek canlı türü olduğumu sanırken, benden başkalarının da aynı şeyleri hissettiğini dinledim ilk toplantıda. Aidiyet duygum gelişti karşılıksız verdiklerimde. Karşılıksız verdiğimde, kendimi tuhaf bir şeyler hissederken yakaladım. Adı ‘mutluluk’muş. Yalnız olmadığımı anladım. Tek başıma beceremediğimi; hep beraberken yapabildiğimi fark ettim: İçmemek!

AA’ya ilk geldiğimde sorduğum sorulara gülüyorum şimdi: “Doğumgünümde de mi içmeyeceğim?” “Kızımın düğününde de mi içmeyeceğim?” Kızım nişanlandi bu arada. Nişanın her dakikasını hatırlıyorum. İcmedim, saçmalamadım, utanmadım. İçki içmeden neşelenebildim, dans bile ettim. AA bana dedi ki “İçmek istiyorsan senin sorunun. İçmek istemiyorsan hepimizin sorunu.” AA’ya inandım. İçmiyorum. Huzurluyum. Mutlu olmayı öğreniyorum. Yolumda yalnız değilim. Dünya ayıkken daha güzelmiş.

 

 

————————————————————————————————————————

DÜNYA HAYAT HİKÂYELERİ

 

  1. BÖLÜM: AA’NIN ÖNCÜLERİ: Bu ilklerin öyküleri AA’da ayıklığın kalıcı olduğunun kanıtıdır.

 

  1. BÖLÜM: UÇURUMUN KENARINDAN DÖNDÜLER: Bu bölümdeki hikâyeler alkolik olup olmadığını anlamanıza yardımcı olabilir, ayrıca AA’nın size göre olup olmadığına da karar verebilirsiniz.

 

III. BÖLÜM: HEMEN HER ŞEYLERİNİ YİTİRMİŞLERDİ: BU BÖLÜMDE OKUYACAĞINIZ 13 ÖYKÜ ALKOLİZMİN EN IZDIRAPLI SAFHASINI ANLATIYOR. Hemen hemen her şeylerini kaybetmişlerdi. İçki sorunlarının umutsuz olduğunu düşünenler bu etkileyici öykülerde umut bulabilirler.

 

  1. BÖLÜM: AA’NIN ÖNCÜLERİ

Bu bölümde hikâyelerini okuyacağınız 12 erkek ve kadın AA’nın ilk gruplarının ilk üyeleridir. Hepsi sonuna kadar ayık yaşayıp ecelleriyle öldüler. Bu adsız alkoliklerin ayık yaşam süreleri 15 ila 46 yıl arasında değişmektedir. Tüm bu insanlar AA’nın öncüleridir. Aktif alkolizmden kurtulmanın kalıcı olabileceğinin şahitleridirler.

 

(1) ÜÇ NUMARALI ADSIZ ALKOLİK

Dünyadaki ilk AA grubu olan 1 numaralı Akron Grubunun öncü üyesi. İnancını hiç yitirmedi. Ve bundan dolayı da o ve binlerce alkolik yepyeni bir yaşama kavuştu.

Kentucky’de Carlyle kasabasında bir çiftlikte bir ailenin beş çocuğundan biri olarak dünyaya geldim. Annemle babam hâli vakti yerinde insanlardı. Kentucky’li bir kızla evlendim. Birlikte Akron’a geldik. Burada Akron Hukuk Fakültesini bitirdim. Benim durumum bir yönüyle oldukça olağandışı sayılabilir. Alkolik oluşumu haklı çıkarabilecek mutsuz çocukluk öykülerim yoktu. Alkole eğilimim, görünüşte son derece normaldi. Mutlu bir evliliğim vardı ve daha önce de söylediğim gibi bilinçli ya da bilinçsiz beni içmeye itecek hiçbir nedenim yoktu. Yine de geçmişimden açıkça anlaşılabileceği gibi, benim durumum son derece ciddi bir vakaydı. İçkinin beni yerlerde süründürmeye başlamasından önce, beş yıllık bir şehir meclisi üyesiydim ve Kenmore’da (burası daha sonra Akron kentine katılmış olan bir banliyödür) bir şirkette mali konularda yönetici olarak hatırı sayılır bir başarı elde etmiştim. Ama, tabii, içki içmem arttıkça her şeyi tek tek yitirdim. Dr. Bob ve Bill bana geldiklerinde artık tükenmek üzereydim.

İlk kez sekiz yaşındayken sarhoş oldum. Bunda annemle babamın hiç suçu yoktu. Çünkü her ikisi de içki içmeye çok karşı olan insanlardı. Bir gün birkaç işçi çiftliğimizdeki ahırı temizliyorlardı. Ben de oralarda oynuyordum. Ahırda bir fıçı sert elma şarabı vardı. Onlar çalışırlarken ben de gidip bu şaraptan içtim. Eve dönüşte bayılmışım ve beni taşımak zorunda kalmışlar. Babamın evde tıbbi amaçlar ve misafirlere ikram etmek üzere viski bulundurduğunu hatırlıyorum. Ortalıkta kimse yokken gidip bu viskiden içer, sonra da içtiğim anlaşılmasın diye üstüne su doldururdum. Eyalet üniversitesine kaydoluncaya kadar bu böyle sürdü ve üniversitedeki dört yılın sonunda ayyaşın biri olduğumu fark ettim. Sabahları midem bulanarak ve bütün vücudum titreyerek uyanıyordum ve yatağımın baş ucunda her zaman bir şişe bulunuyordu. Uzanıp bu şişeyi alır ve bir yudum içerdim; birkaç dakika sonra da yataktan kalkar biraz daha içer, tıraş olur, kahvaltı eder ve küçük bir şişeye doldurduğum içkiyi arka cebime koyup okula giderdim. Bu sırada 1917 yılındaydık. Üniversitedeki son yılımın ikinci sömestrinde okulu bıraktım ve orduya yazıldım. O zamanlar, vatanseverlik diyordum buna. Daha sonra aslında alkolden kaçmakta olduğumu fark ettim. Bunun bir dereceye kadar faydası oldu. Çünkü gittiğim yerlerde alkollü hiçbir içki alamıyordum. Böylece içki içme alışkanlığım bozuldu. Sonra içki yasağı yürürlüğe girdi. Bulunabilen içkinin kalitesinin çok kötü olması, hatta bazen ölümlere yol açması, evlenmiş olmam, bir işimin olması gibi nedenler üç ya da dört yıl içkiden uzak kalmama neden oldu. Buna rağmen yeterli miktarda içki bulduğumda içip sarhoş oluyordum. Karımla ben bazı briç klüplerine üyeydik. Buralarda şarap yapılıp içiliyordu. Üç-beş defa içtikten sonra bu şarabın beni hiç tatmin etmediğini gördüm, çünkü bana yetecek miktarda vermiyorlardı. Böylece sunulan içkiyi geri çevirmeye başladım. Ne var ki bu sorunu da çabucak hallettim. Kendi şişemi yanımda götürüp banyoya veya bahçedeki fundalıklara gizliyordum. Zamanla giderek daha da fazla içer oldum. Haftada iki ya da üç kez işe gitmiyordum; evde gözüme uyku girmeksizin yerlerde yatıyor, gittiğim yerden şişeye uzanıp içiyor ve tekrar müthiş bir kayıtsızlığa dalıp gidiyordum.

1935 yılının ilk altı ayı boyunca alkol zehirlenmesi nedeniyle sekiz kere hastaneye kaldırıldım ve her defasında nerede olduğumun farkında olmaksızın üç dört gün fiziksel olarak yatağa zincirlenmiş olarak yattım. 26 Haziran 1935’te bir hastanede kendime geldiğimde, “tüm cesaretimi yitirmiştim” demek, durumumu anlatmakta çok hafif kalır. Daha önce yedi kez hastanede yatıp çıkmıştım ve yedi defasında da bir daha hiç içki içmemeye kesin kararlıydım –yani en azından yedi- sekiz ay içmeyeceğim diyordum kendi kendime. Ne yazık ki bunu hiç başaramadım. Neden böyle olduğunu ve ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum. O sabah başka bir odaya alınmıştım ve karım da yanımdaydı. Kendi kendime, “Şimdi bana, artık her şey bitti” diyecek diye düşünüyordum ve bundan dolayı da onu suçlayamazdım. Ayrıca kendimi haklı çıkarmaya da niyetim yoktu. Karım bana içki ile ilgili olarak iki adamla konuştuğunu söyledi. Böyle bir şey yaptığı için karıma çok kızdım ama o bana bu iki kişinin de benim gibi ayyaş olduklarını söyledi. Kızgınlığım geçti. Kendi sarhoşluğumu başka ayyaşlarla konuşmak o kadar da kötü değildi. Karım ‘İçkiyi bırakacaksın’ dedi. İnanmamama rağmen, bu sözcüklerin benim için değeri büyüktü. Karımın söylediğine göre, konuştuğu bu eski ayyaşların insana içkiyi bıraktıran bir planları varmış ve bu planın bir parçası da kendi sarhoşluğunu bir başka sarhoşa anlatmakmış. Bu, onların kendilerinin ayık kalmasına yardımcı oluyormuş. Diğer bütün insanlar benimle bana yardım etmek için konuşmuşlardı ve gururum, bu insanlara kulak vermesi engelliyor, kendi kendime kızmama neden oluyordu. Ama buna karşılık hiç değilse kısa bir süre, bu insanlar ne diyor diye dinlemezsem kaba davranmış olacağımı ve onlara yardım etmemiş gibi görüneceğimi düşünüyordum. Karım ayrıca, param olsa –ki yoktu- ve bir ödeme yapmak istesem bile bu iki adamın böyle bir şeyi kabul etmeyeceklerini söyledi. Beyler odama girdi ve bana, daha sonra Adsız Alkolikler olarak bilinecek olan programlarını anlatmaya başladılar. O zamanlar anlatacak pek fazla bir şey yoktu. Yattığım yerden şöyle bir baktım. Her ikisi de 1.80’in üzerinde sevimli insanlardı (Sonradan, gelenlerin Bill W. ve Dr. Bob olduklarını öğrendim). Çok geçmeden birbirimize içkiliyken yaşadığımız bazı olayları anlatmaya başladık ve doğal olarak, ben kısa bir süre sonra bu insanların ne söylediklerini çok iyi bildiklerini anladım. İnsan sarhoşken, ayıkken görmediği şeyleri görür, alamadığı kokuları duyar. Eğer o anda onların neden bahsettiklerini bildiklerini anlamamış olsaydım, onlarla konuşmaya bile istekli olmazdım. Bir süre sonra Bill şöyle dedi: “Sen epeydir konuşuyorsun. Şimdi bırak da bir iki dakika ben konuşayım.” Neyse, Bill hikâyemi biraz daha dinledikten sonra doktora dönüp “Galiba bu adam, üzerinde durup kurtarılmaya değer” dedi. Benim duyduğumu bildiğini hiç sanmıyorum ama ben duydum. Sonra ikisi de dönüp bana ‘İçkiyi bırakmak istiyor musun?’ dediler ve şöyle sürdürdüler sözlerini: ‘Senin içmen bizim üstümüze vazife değil. Buraya senin haklarını ve ayrıcalıklarını elinden almak için gelmedik. Ama ayık kalmanızı sağladığına inandığımız bir programımız var. Bu programın bir parçası da yardıma ihtiyacı olan ve bunu isteyen kişiye bu programı götürmek. Şimdi, eğer istemiyorsan hiç zamanını almayacağız ve buradan çıkıp bir başkasını arayacağız.” Hemen ardından, içkiyi, hiç kimseden yardım almadan, kendi kendime bırakabileceğime ve hastaneden çıkınca bir daha ağzıma bir yudum bile içki koymayacağıma inanıp inanmadığımı sordular. Eğer inanıyorsan, bu harikulade bir şeydi, hiç sorun yoktu ve böylesine bir irade gösterebilecek bir adamı ancak takdir edebilirlerdi. Ama onların aradığı, bir içki sorunu olduğunu ve bu sorunla tek başına başa çıkamayacağını bilen ve başkasından yardım isteyen bir kişiydi. Ardından Yüksek bir Güce inanıp inanmadığımı sordular. Bu soruyu yanıtlamakta hiç zorlanmadım çünkü Tanrı’ya inancımı hiç yitirmemiştim. Ayrıca birkaç kez yardım bulmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştım. Daha sonra öğrenmek istedikleri şuydu: Ben, bu Yüksek Güce yaklaşıp, sakin bir biçimde ve hiç şart koşmaksızın yardım istemeye hazır mıydım? Bana konuştuklarımızı düşünmemi söyleyip gittiler.

Orada, o hastane yatağında yatarken, geçmişe dönüp hayatımı gözden geçirdim. Alkolün bana yaptıklarını, kaçırdığım fırsatları, bana bahşedilmiş fakat benim boş yere harcadığım yeteneklerimi düşündüm ve sonunda eğer içkiyi bırakmayı istemiyorsam bile, içmemem gerektiğine ve bırakmak için her şeyi yapmaya istekli olduğuma karar verdim. Dibe vurduğumu ve sorunumla tek başına başa çıkamayacağımı itiraf etmeye hazırdım. Tüm bunları düşünüp içkinin bana nelere mal olduğu kafama dank edince, Yüksek Güce –benim için Tanrı’ydı- kayıtsız şartsız teslim oldum ve alkole karşı güçsüz olduğumu kabul ettim. Aslında, kendim için yapamadıklarımı bundan böyle Tanrı’nın benim için yapmasını istediğimi kabul ediyordum. Her gün, benim için en iyisi olduğunu düşündüğüm şeyler konusunda Tanrı’nın onayını almaya çalışmak yerine, O’nun iradesinin ne olduğunu anlamaya ve izlemeye gayret edecektim. Bill ve Dr. Bob tekrar geldiklerinde bunu onlara söyledim. Biri, sanıyorum doktordu, ‘İçkiyi bırakmak istiyorsun, öyle mi?’ diye sordu. ‘Evet doktor’ dedim, “en azından beş, altı ya da sekiz ay, kendimi iyice toparlayıp karımın ve birkaç kişinin daha saygısını yeniden kazanıncaya, mali durumumu düzeltinceye vs. vs. kadar içkiyi bırakmak istiyorum”

Her ikisi de bu sözlerime kahkahalarla güldü ve şöyle dediler: ‘Bu, şimdiye kadar yaptıklarına göre daha iyi, öyle değil mi?’ Tabii ki öyleydi. ‘Sana kötü bir haberimiz var’ diye devam ettiler. ‘Bu, ilk duyduğumuzda, bizim için de kötü haberdi, muhtemelen senin için de öyle olacak. İster altı gün, altı ay ya da altı yıl bırak, herhangi bir yerde, herhangi bir zaman, tek bir duyum içki içtiğin anda, er ya da geç tıpkı şu son altı ayda olduğun gibi, kendini yine bu hastanede bu yatağa bağlı bulursun. Sen bir alkoliksin’. Hatırlayabildiğim kadarıyla ‘alkolik’ sözcüğünü hayatımda ilk kez dikkate alıyordum. Ben hep bir ‘sarhoş ya da ayyaş’ olduğumu düşünmüştüm. Bunu kendilerine söylediğimde, ‘Hayır, sen hastasın’ dediler, ‘ne kadar süre içmediğin hiç önemli değil, bir iki kadeh içkiden sonra aynı şimdiki hâline gelirsin.’ O zaman için, bu hiç de iç açıcı bir haber değildi. Sonra bir soru daha sordular: ‘İçkiyi 24 saatliğine bırakabilirsin, değil mi?’ ‘Evet, tabii’ dedim. ‘herkes 24 saat içkiden uzak durabilir.’ ‘Bizim söylediğimiz de bu’ dediler, ‘her defasında bir 24 saat’.

Üzerimden müthiş bir yük kalkmıştı. İçkiyi bırakmayı her düşünüşümde, aklıma hep önümde uzanan içkiden uzak, uzun yavan yıllar geliyordu; tamamen bana bağlı bu 24 saat fikrinin çok yardımı oldu. (Bu noktada editörler yatakta yatan Dr. Bill D’nin hikâyesine, yatağın kenarında oturan Bill W’nun hikâyesinden bir ekleme yapıyorlar). Bill W. şöyle der: Dr. Bob’la birlikte yataktaki adamı (Bill D.) ilk gördüğümüzden bu yana tam 19 yıl geçti. Bill hastane yatağından şaşkın, soru dolu gözlerle bakıyordu bize. Bu olaydan iki gün önce Dr. Bob bana şöyle demişti: ‘Sen ve ben, eğer ayık kalmak istiyorsak işe koyulmalıyız.’ Bob hemen Akron şehir hastanesini arayıp hemşireyle konuştu ve hemşireye kendisinin ve New York’lu bir adamın alkolizmle ilgili bir tedavi yolu bulduklarını söyledi. Dr. Bob’un eski hâlini çok iyi bilen hemşire ise şaka yollu ‘Doktor, sanırım bu tedaviyi siz kendinizde denediniz bile’ dedi… ve evet, bir hastası vardı hemşirenin. Serserinin tekiydi. Biraz önce D.T. (Delirium tremens) hâlinde getirilmişti. İki hemşirenin gözlerini morartmıştı ve şu anda da yatağa kayışlarla bağlanmış olarak yatıyordu. ‘İşinize yarar mı?’ diye sormuştu hemşire. Dr. Bob verilecek ilaçları bildirmiş ve hastanın özel bir odaya alınması konusunda talimat vermişti; ayrıca hasta kendine gelir gelmez orada olacağımızı söylemişti. Bill fazla etkilenmiş görünmüyordu. Gözlerinde müthiş üzgün bir ifade vardı. Canından bezmiş bir hâlde ‘Beyler’ demişti. ‘Gerçekten çok iyi insanlarsınız ama önerilerinizin bana hiçbir yararı dokunmaz. Ben öylesine berbat bir durumdayım ki bu hastaneden çıkmaya bile korkuyorum. Bana din masalları da anlatmayın. Bir zamanlar kilisede dini ayinlerde görev alırdım ve bugün de Tanrı’ya inanıyorum. Ama sanırım O bana o kadar inanmıyor. Bunun üzerine Dr. Bob’ın yanıtı ‘Bill, yarın belki de kendini çok daha iyi hissedeceksin’, olmuştu. ‘Bizi tekrar görmek istemez misin?’ ‘Tabii ki isterim’ demişti Bill. ‘Belki de hiç faydası olmayacak ama yine de her ikinizi tekrar görmek isterim. Sizler neden söz ettiğimizi kesinlikle biliyorsunuz!’

Daha sonraki gelişimizde Bill’in yanında eşi Henriatta vardı. Bill, heyecanla bizi göstererek ‘İşte, sana sözünü ettiğim beni anlayan adamlar bunlar’ demişti karısına. Sonra Bill bize nasıl bütün gece hiç uyumadığını anlatmıştı. Umutsuzluğundan zifiri karanlığından her nasılsa yeni bir umut doğmuştu. Şöyle düşünmüştü: ‘Onlar yapabildiyse ben de yapabilirim.’ Bunu kendi kendisine defalarca tekrarlamıştı. Nihayet, umudu inanca dönüşmüştü. Şimdi artık emindi. Ardından müthiş bir sevinç duymuştu. Sonunda her yanını huzur sarmış ve uyumuştu. Ziyaretimiz daha bitmeden, Bill karısına dönüp ‘Sevgilim, elbiselerimi getir’ dedi. ‘Buradan çıkıp gidiyorum.’Bill W. o hastaneden özgür bir adam olarak çıktı ve bir daha hiç içmedi. AA’nın Bir Numaralı Grubu o gün oluşmuştu.

Şimdi Bill D’nin hikâyesine geri dönelim. Bill ve doktorla ilk tanışmamızın üzerinden iki ya da üç gün geçtikten sonra, nihayet bütün irademi Tanrı’ya teslim etmeye ve programı elimden geldiğince uygulamaya karar verdim. Onların konuşmaları ve hareketleri bana güven aşılamıştı; buna rağmen daha hâlâ tamamıyla emin değildim. Programın yararları konusunda kuşku duymuyordum. Programda başarılı olamamaktan korkuyordum. Sonunda Tanrı’nın gücüne sığınarak dört elle bu işe sarılmaya karar verdim. Bu karara varır varmaz büyük bir rahatlama hissettim. Güvenilir ve beni asla yarı yolda bırakmayacak bir yardımcın olduğunu biliyordum. O’na sarılıp, bana ilettiklerine kulak verirsem bu işi başaracaktım.

Daha sonra o iki dostum geri geldi. Onlara dedim ki “Ben Yüksek Gücüme gittim ve O’na, kendisini her şeyin üstünde tuttuğumu söyledim. Bunu yaptım ve şimdi burada, sizin yanınızda yine yapmaya hazırım. Bu sözleri söylemeye de hazırım ve bundan da hiç utanmıyorum.” Bu teslimiyet, daha önce de dediğim gibi, bana büyük bir güven vardı, üzerimden büyük bir ağırlık kalktı. O iki dosta bundan böyle fevkalade katı bir insan olacağımızı da söyledim. Çünkü içkinin yanı sıra yaptığım başka şeyler de vardı; sigara içiyor, poker oynuyordum; at yarışlarında da oynadığımız oluyordu. Bana ‘Şu anda başın içkiyle yeterince dertte zaten. Bütün gücünü içkiden kurtulmak için harcaman gerekiyor, öyle değil mi?’ diye sordular. İsteksizce ‘Evet’ diye yanıt verdim. ‘Sanırım öyle yapmam gerekiyor.’ Bütün öteki şeyleri, yani tüm yanlışlarımdan bir anda kurtulmayı bir kenara bırakıp olanca dikkatimi içki üzerinde yoğunlaştırmamı söylediler. Bu arada onlara yaşadığım başarısızlıkları anlattım; bu bir tür vicdan araştırmasıydı ve hiç de zor olmamıştı, çünkü açıkça görebildiğim o kadar çok hata vardı ve ben bütün hatalarımı öyle iyi biliyordum ki. Sonra bana ‘Bir şey daha var’ dediler. ‘Bu programı ihtiyacı olan ve istekli olan birine de götürmelisin.’

O sıralarda bir işim yoktu. Doğal olarak, uzunca bir süre fiziksel olarak da toparlanamadım. Bu anlamda iyileşmem bir-bir buçuk yıl sürdü. Zor bir dönemdi. Fakat kısa süre sonra, kaybettiğim dostlarımı buldum ve uzunca bir süre ayık kaldıktan sonra, onların bunu geçmiş yıllarda, o berbat duruma düşmeden öncesinde olduğu gibi yaklaştıklarını gördüm; öyle ki para kazanmayı o kadar fazla dert edinmedim. Tüm vaktimi bu dostlukları geri kazanmak ve çok acı verdiğim karıma çektiklerini unutturmak için harcadım.

AA’nın benim için yaptıklarını anlatmak çok zor. Programa katılmayı yürekten istedim. Öteki arkadaşlarımda öyle bir özgürlük, mutluluk, öyle bir şey vardı ki bana herkes sahip olabilmeliydi. Bir yanıt bulmaya çalışıyorum. Daha fazlasının, bende olmayan bir şeyin olduğunun da farkındaydım. Hastaneden çıktıktan bir-iki hafta sonra bir gün, Bill karımla ve benimle konuşmak üzere evimize geldi. Birlikte öğlen yemeği yedik. Konuşulanları dinlerken neden böyle bir özgürlüğe sahip olduklarını düşünüyordum. Bill karıma bakarak ‘Henrietta’ dedi, ‘Tanrı, bu berbat hastalıktan kurtararak bana öyle büyük bir ihsanda bulundu ki hep bundan söz etmek, insanlara anlatmak istiyorum.’ ‘Tamam’ diye düşündüm, sanırım cevabı buldum. Bu, Bill’in korkunç hastalıktan kurtulduğu için duyduğu minneti ve başarısını Tanrı’yla borçluydu. Öylesine büyük bir şükran duyuyordu ki bunu başkalarıyla paylaşmak istiyordu. Şöyle demişti Bill, ‘Tanrı bana, beni bu korkunç hastalıktan kurtararak çok büyük bir ihsanda bulundu, öyle ki sürekli bundan söz etmek istiyorum.’ Bu sözler AA programı ve benim için altın değerindeydi.

Zaman geçtikçe sağlığıma kavuştum. Artık sürekli başkalarından kaçıp saklanmak zorunda da değildim; her şey tek kelime ile harikulade idi. Toplantılara hâlâ gidiyorum çünkü gitmek hoşuma gidiyor. Konuşmaktan zevk duyduğum kişileri görüyorum. Toplantılara gitmemin bir başka nedeni de ayık geçirdiğim bunca yıl için duyduğum minnettir. Programa ve programdaki insanlara müteşekkirim ve yaşadığım sürece de toplantılara gitmek istiyorum. Programdan öğrendiğim harika bir şey daha var; bunu defalarca ‘Grapevine’ dergisinde de okudum, insanlar da tek tek söylediler, arkadaşlarımın AA toplantılarında da dile getirdiklerini duydum: ‘AA’ya sadece ayık kalabilmek için geldim, ama AA vasıtası ile Tanrı’yı buldum.’ Bence bir insanın yaşamı boyunca yapabileceği en harikulade iş bu işte.

 

(2) ONA BİRİNİN GERÇEĞİ GÖSTERMESİ GEREKİYORDU

“Fikrini değiştirmeye zorlayan kişi hâlâ eskisi gibi düşünüyordur.” Ama şimdi hikâyesini okuyacağınız kişi için geçerli değil bu.

Ailenin üç çocuğunun en büyüğüydüm. Babam alkolikti. En eski anılarımdan biri babamın masasının üzerinde duran, üzeri x etiketli ve ‘Zehir’ yazan şişedir. O zamanlar babamın bir daha hiç içmeyeceğim diye söz verdiğini hatırlıyorum. Ama tabii ki içti. Ayrıca çok iyi bir satıcı olduğunu da hatırlıyorum. Kente geldiğinde –biz küçük bir kasaba olan Moskova’da oturuyorduk- bakkaldan eve bir şeyler almak için ondan para isterdim. Bana para vermezdi ama kendisi, beni bakkala götürüp çikolata alırdı. Ben de daha sonra çikolatayı geri verip, yerine ekmek alırdım. O zaman daha 6 yaşındaydım. Babam 1901 yılında, ben sekiz yaşındayken öldü. İlkokul iki ya da üçteydim. Hemen okulu bırakıp çalışmaya başladım. O yaşımdan lise çağıma gelene kadar okula dönmedim. Kafamda hep yapacağım büyük işlerin hayalini kurardım. Aslına bakarsanız, hayallerimin yarısına yakınını gerçekleştirdim de ama ondan sonra bütün hevesimi kaybettim. Bu, tüm hayatım boyunca hep böyle oldu.

Ben 16 yaşındayken annem yeniden evlendi. Böylece elime okula dönme fırsatı geçmiş oldu. Liseye yazıldım ama ortaokulu tümüyle atlamış olduğum için hiç de başarılı bir öğrenci değildim. Böylece sadece futbol sezonu boyunca okula gidip sonra da bırakmayı adet edindim. İçimde hep çok önemli bir insan olma hırs ve isteği vardı, çünkü sanıyorum daha o zamanlar için özel bir yeteneğim olmadığının farkındaydım. Önceleri erkek kardeşimi kıskanırdım. O her şeyi benden daha iyi yapıyordu; çünkü kendini yaptığı işe verirdi ve nasıl yapılacağını öğrenirdi. Ben kendimi hiçbir zaman bir işe veremezdim. Acaba ben de onun kadar başarılı bir insan olabilir miydim, bilmiyorum.

19 yaşındayken cici bir kızla evlendim. Cuyahoga Falls’da daha önceden bir arazi satın almıştım. Sonra bunu parselleyip sattım ve yaklaşık 40.000 dolar kâr ettim. O zamanlar çok büyük bir paraydı bu. Kazandığım parayla birkaç ev yaptırdım. Fakat daha sonra bu evlerle ilgilenmedim. Yeteri kadar vakit ayırmıyordum. Sonuç olarak ödemem gereken işçi ücretleri birikti. Para kaybettim, ondan sonra da kâr ettiğim paranın büyük bir kısmını har vurup harman savurdum. 18 yaşında lise sondayken lise takımı, Akron’un dışında tanınmış bir kulüpte yemek verdi. Arkadaşlardan birinin arabasına binip gittik ve kulüpte yemek salonuna gitmeden önce bara uğradık. Ben bizim çocukları Seranton ve Cleveland’da yaşamış bir şehir çocuğu olarak etkileyebilmek için, ‘İçki içmiyor musun?’ diye sordum. Tuhaf tuhaf birbirlerine baktılar ve nihayet bir tanesi bir bardak bira içebileceğini söyleyince ardından diğerleri de aynı şeyi istediler. Ben sek bir martini ısmarladım. Martini’nin neye benzediğinden bile haberim yoktu, ama barda oturan bir adamın ısmarladığını duymuştum. Hayatımda içtiğim ilk içkiydi bu. Ne yaptığını görmek için bardaki adamı gözlüyordum. Adam içkisini eline alıp kokladı ve masaya geri koydu; ben de aynısını yaptım. Adam sigarasından birkaç nefes çekti, ben de sigaramdan birkaç nefes çektim. Adam bardağı alıp martininin yarısını içti, ben de benimkinin yarısını içtim ve beynim yerinden fırlıyor zannettim. Burnum tahriş olmuştu, nefes alamıyordum; martiniyi hiç sevmemiştim, çünkü sevilecek bir tarafı yoktu. Ama yine de adamı izlemeye devam ettim. İçkisinin kalanını bir dikişte içti, ben de öyle yaptım. Adam martininin içindeki zeytini yedi, ben de kendi bardağımdaki zeytini yedim. Zeytini bile sevmemiştim. Neresinden bakarsanız bakın berbat bir içkiydi martini. Sonraki bir saat içinde dokuz martini içtim.

Yirmi iki yıl boyunca Dr. Bob bana o gün yaptığım şeyin düğmeyi çevirip hep daha fazla alkol isteyen bir düzeneği harekete geçirmekten ibaret olduğunu söyledi. Bunu bilmiyordum tabii. O martinileri içmek için hiçbir nedenim yoktu. Arkadaşlarım beni dışarı arabaya taşımışlar ve onlar içeride eğlenirken ben arabada uyumuşum. Hayatımda ilk kez sert alkollü içki içmem ve kısa sürede filmi koparmam işte bu partide olmuştur.

İçtiğim içkiden hiç zevk de almamıştım. Birdenbire çok ve hızlı içmiştim. Hemen o gün hayatım boyunca bir daha hiç martini içmemeye kesin karar verdim. İçki içince dayak yemiş gibi oluyordum. Bu olaydan sanıyorum bir sene sonrasına kadar ağzıma içki koymadım. Daha önce sözünü ettiğim parselleri satışa çıkaracaktım. Parselleme ile ilgili olarak birçok kişi çalışıyordu. Arsaları satışa sunmak için Pazar günü öğleden sonra işe gelmelerini söylemiştim. Ben de oraya gittim ve bir testi sert elma şarabı ile bir galon şarap alıp içmeleri için çalışanlara verdim. Günün sonunda iş bitip onlar gittiğinde, ben içmeye devam ettim. Daha sonra yaptığım sözleşmelere ve cebimdeki paraya baktığımda altı parsel satmış olduğumu gördüm. Fakat kime satış yaptığımı kesinlikle bilmiyordum; bu kişileri hatırlamıyordum bile. Kim olduklarını anlayabilmek için daha sonra telefon rehberine bakmak zorunda kaldım. Şarap ve elma şarabıyla film bir kez daha kopmuştu. Eğer içki içersem, ne yaptığımı bilemeyecek hâle geldiğimi daha baştan fark etmiştim. İçki içemeyen bir insan olduğuma karar verdim. Hiç değilse şu gerçeği biliyordum: ben normal insanlar gibi içki içemiyordum. Fakat bütün gücümle normal insanlar gibi içmeye çabaladım; bu çabalama tam 22 yıl sürdü. Parsellerden üçünü Cleveland’lı yaşlı bir hanıma satmıştım. Daha sonra paramı tahsil etmek için senetleri alıp Cleveland’a gittim. Kadın paramı nakit olarak ödedi. Ertesi sabah gözlerimi Cleveland hapishanesinde açtım. Gardiyan bir zarf içinde 1175 dolarımı bana geri verdi. Neler olup bittiğini hiç hatırlamıyordum. Bu olay, bir önceki içki maceramdan altı ya da sekiz ay sonra oldu. Daha sonra evlendim. (Önceden de söylediğim gibi 19 yaşındaydım) Artık evlenmiştim ya, kendimi bir yetişkin gibi hissediyordum ve ilk iş olarak da gidip iki kasa viski satın aldım. Bunları içmeye niyetim yoktu. (Burada şunu söyleyebilirim, ben hayatım boyunca asla sarhoş olmak niyetiyle içmedim. Böyle bir şeye istek de duymadım. Yani ben öyle düşünüyordum.) Genç, evli bir erkektim. Evimde mutfak dolabında viskim vardı. Akşamları karıma bulaşık yıkarken yardım ettiğimde kendime bir fincan çay hazırlar, içine biraz da viski koyardım. Böylece akşamları birkaç fincan viskiyi çayla idare ediyordum. Bu, bir süre düzenli olarak böyle sürüp gitti. Sonraları maçlara, gösterilenlere ya da kutlama toplantılarına gitmeye başladık ve ben her seferinde sarhoş oldum. Aynı dönemde işlerimi savsaklamaya ve sorumluluklarımdan kaçmaya da başladım. Her işini bir sonraki güne erteliyordum ve sonuçta işler birikiyor ve ardından da yine film kopuyordu.

  1. Dünya Savaşı’ndan hemen önce, bütün parsellerimi satınca ham kauçuk içine girdim. Altı ay sonra Akron’da sadece bir başka borsacı ile ben kalmıştım. Dünya kauçuk borsasında iki borsacıdan biri olarak, ne yaparsam yapayım para kazanıyordum. Bununla birlikte, Akron’dan ayrılıp Chicago’ya gidersem içip sarhoş olacağımı biliyordum. Elimde yapmam gereken günlük işler olduğu sürece, arada sırada içiyor ve her içişimde sarhoş olmuyordum. Periyodik içkiciydim. Herhangi büyük bir olay, içki içme konusunda ifrata götürüyordu beni. Ben çoktandır ciddi bir sorun hâline gelmiştim. Ben her işi büyük boyutlarda yapmak eğilimindeydim. Cebimde sadece 7 dolar varken, gelecek yıl kazandığımda aileme yüz ya da iki yüz dolar vermeyi planlıyordum, ama o yedi doların birazını onlara şimdi vermeyi aklıma bile getirmiyordum.

Kauçuk işi 1916’dan 1922’ye kadar yaklaşık 6 yıl çok para getirdi. Yirmili yıllarda ise tümüyle çöktü. Firestone dışında her şirket o yıllarda yeniden yapılanmaya gitmişti. Büyük paralar kazanmanın hep eşiğine kadar geliyordum. Önemli insanları tanımaya özen gösteriyordum. Bütün anlaşmaları yapıyordum, öyle ki geriye sadece işe başlamak kalıyordu; tüm planlar ve yatırımlar yapılmışken ben tutup birdenbire ‘Canı cehenneme’ deyip vazgeçiyordum her şeyden.

Başarıya bu kadar yaklaşıyordum işte. Sanıyorum bir milyonerle aradaki fark benim yeteri kadar gücüm olmayışıydı ya da kısmetsizdim ben. O günlerde, 1919-1920 yıllarında, Akron büyük bir hızla büyüyen ve gelişen bir kentti. Hem de East Market Caddesine yakın bir arsa satın aldım. Niyetim buraya üç yüz daireli bir apartman yapmaktı. Bir taraftaki yüz dairede bekâr hanımlar, öteki taraftaki yüz dairede erkekler, ortadaki yüz dairede de evli çiftler oturacaktı. Bodrum katında ise bir kuru temizlemeci, berber, bilardo salonu, bakkal ve apartman sakinlerinin her türlü ihtiyacını karşılayacak dükkânlar olacaktı. Dairelerin yarısını, hiç değilse sözlü olarak, ihaleye çıkardım. Müteahhitler ikinci ipoteğin yarısını ödemeyi kabul etmişlerdi. Tam bu sırada bu işten de sıtkım sıyrıldı ve yaptığım bağlantıyı 5000 dolara elden çıkardım ve bu defteri kapattım.

Bir başka seferinde kauçuk ortaklığı projesi aklıma geldi. Düşüncem şöyleydi: Bütün şirketler ellerindeki finans kaynaklarını bir araya getirecek ve böylece bir fon oluşturulacaktı. Fiyatı düşükken fon adına piyasadan kauçuk alınacaktı. Böylece fiyatlar en alt düzeye gelinceye kadar kauçuk stoklamış olacaktık. Bütün yapacağımız iş fiyatların yükselmesini bekleyip kauçuğu satmaktı. Projede yer alan şirketler, toplanacak para ve bize verilen sözler, bu işin mümkün olduğunu gösteriyordu. Bu iş üzerinde çalıştım. Kauçuk işlerindeki en büyük şirketleri kapsayan bir ön sözleşme hazırladım. Ama sonra bir daha sözleşme üzerinde durmadım bile. Bence, başladığım işleri bitirmememin içki sorunumla hiç ilgisi yoktu.

Başarısızlığımı örtbas etmek için mi içtim yoksa içtiğim için mi başarısız oldum, bilmiyorum. Başarısızlığımın mantıklı bir açıklamasını da bulmuştum. Şöyle düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum: Er ya da geç ayyaşın biri olacağım ve böyle olacağımı bu dünyada bilen tek insan da benim. Hatırladığım bir şey daha var; arkadaşlarım çeşitli işlere beni öneriyorlardı ve ben bu fırsatların tümünü geri çeviriyordum, çünkü gelecekte bir gün mutlaka sarhoş olacağımı ve arkadaşlarımı kıracağımı sezinliyordum. Bu arada evdeki durum da pek iç açıcı değildi. Biri kız, biri erkek iki çocuğumuz vardı. Oğlan on iki yaşındayken karımla boşandık. Fikir benden çıkmıştı. Zavallı karıma, kendisiyle evli olmazsam, muhtemelen içkiyi bırakabileceğimi söylediğimi hatırlıyorum. Ayrıca, hiçbir şekilde hareketlerimin kısıtlanmasından hoşlanmadığımı da belirtmiştim! Belli bir saatte eve gelmekten hoşlanmıyordum, ondan hoşlanmıyordum, bundan hoşlanmıyordum. Öyle sanıyorum ki zavallı karım, içkiyi bırakabileyim diye sonunda beni boşadı! Tahmin edileceği gibi, üzerimden bir parçacık da olsa o baskı kalkınca daha beter içmeye başladım. Çoktandır aklımı kaçırmış olduğuma inanıyordum, çünkü yapmayı hiç de istemediğim o kadar çok şey yapmıştım ki. Çocuklarımı ihmal etmeyi hiç istemiyordum. Onları her babanın evlatlarını sevdiği kadar sevdiğime inanıyordum. Ama onları ihmal etmiştim. Kavga etmek istemiyor ama kendimi hep bir kavganın ortasında buluyordum. Tutuklanmak istemiyor ama tutuklanıyordum. Sarhoş araba kullanıp masum insanların hayatlarını tehlikeye sokmak istemiyordum ama yaptığım buydu. Doğal olarak da bütün bunlardan dolayı deli olduğuma karar vermiştim. Bütün endişem başkalarının da benim deli olduğumu anlamalarıydı. Şöyle düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum: içkiyi bırakacağım, günde sekiz saat, haftada beş gün gerçekten çok çalışacağım. Çok para kazanacağım ve sonra yeniden içmeye başlayabilirim. Oysa evvelce tam tersini düşünüyor ve içki içerim diye işe gitmekten korkuyordum! Bütün bu hayallerimin sonunda ise yine içiyordum. Şimdi artık bırakacaktım.

Sanırım 1927 yılıydı. 1925 ya da 26’da boşanmıştım. Bir keresinde 364 gün hiç içmediğimi hatırlıyorum ama yılını çıkaramıyorum. Bir defasında Max. R’ye gitmiş ve kamyonlarından birinde şoförlük işine talip olmuştum. Max benim içki problemimi biliyordu ve ne durumda olduğumu sordu. Ona doksan gündür içmediğimi ve içki içemeyen insanlardan olduğum kanısına vardığımı söyledim. Bu gerçeği bilen bir insan olarak, yaşadığım sürece bir daha ağzıma bir yudum bile içki koymamaya kararlı olduğumu belirttim. Bu sözüm üzerine ve doksan gündür ayık olduğum için Max beni işe aldı ve bana kendine ait bir arazideki parselleri satma görevini verdi. Satış Müdürü olmuştum ve emrimde dört kişi çalışıyordu. Max’le ilk konuşmaya gittiğimde üstün başım dökülüyordu, aradan dört ay geçtiğinde ise giydiğimden başka tam altı takım elbisem daha vardı. Bir otomobil almıştım.

Bir erkeğin isteyebileceği her şeye sahiptim ve o gün arabamla Akron’dan Cleveland’a gidiyordum. Az önce bankaya uğramış ve hesabımda yaklaşık 2000 dolar olduğunu öğrenmiştim. Yolda giderken, altı ay öncesine göre nasıl oluyor da her şey böylesine değişti diye düşünüyordum. Sonunda, sarhoş olmadığım için böyle olduğuna karar verdim. Ve sarhoş değildim çünkü bu kadar zamandır bir yudum bile içmemiştim. Hemen o anda, oracıkta, eğer dua denebilirse bir dua ettim. Onca aydır hiç içmemiş olduğum için bir şükran ifadesiydi bu. Kimse bana bir şey vaat etmediği ya da beni herhangi bir şekilde tehdit etmediği hâlde yine o anda ve oracıkta ömrümün sonuna kadar bir daha hiç içmemeye yemin ettim. (Annem ve babam Katolikti ve ben de Katolik olarak vaftiz edilmiştim. Ama vaftiz töreninden sonra bir Protestanla evlenmiş ve dinle bağlantım tümden unutulmuştu. Dolayısıyla hiçbir din ile uzun süren bir ilintim olmamıştı.) İşte bir daha asla içmemeye çok ciddi olarak yemin ettiğimde arabamla Cleveland’a doğru yol alıyordum. Saat öğleden sonra üç buçuktu. Ertesi gün saat üç buçukta Champlain Strect Karakolunun alkollü araba kullanmak ve görevli memura hakaretten hapisteydim ve o kadar gururla giydiğim elbise öyle bir hâldeydi ki ertesi sabah mahkemeye çıkabilmem için gardiyan bana bir pantolon bulmak zorunda kaldı.

Olay şöyle gelişmişti: Daha önceleri birlikte içtiğim bir adama rastlamıştım. Bu adamla ne zaman karşılaşsak -ismini o zaman da bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum- hep sarhoş olurduk. Ona rastlamıştım. Her hâliyle iyi durumda olduğu belliydi; yüzü gözü de düzgündü. Bana durumumla ve görünüşümle ilgili iltifatlar etmeye başladı. Ben de ona dokuz aydır hiç içmediğimi söyledim. ‘Ben de üç aydır ağzıma bir yudum içki koymadım’ dedi. Yirmi dakika kadar orada ayaküstü birbirimize parasal, zihinsel ve moral açısından ne kadar iyi durumda olduğumuzu anlattık. Sonra yolcu yolunda gerek deyip el sıkıştık. Bir an elimi bırakmadı ve ‘Bak ne diyeceğim,’ dedi, ‘eski günlerin hatırına sana bir içki ısmarlayayım. Ama eğer bir tane daha içelim dersen suratının ortasına yumruğu yersin.’ Şöyle düşündük: -ya da en azından ben öyle düşündüm- Benim içmediğimi bilen kimse yoktu. Tek bir kadeh içebilir, ondan sonra da durabilirdim. Kimsenin ruhu bile duymazdı. ‘Peki’ dedim. Sonra bir bara girdik; çıkışımı hatırlamıyorum.

Beni sabah iki buçukta bir tramvayın parçaladığı arabamda bulmuşlar. Özel tramvay yoluna girmişim, tramvay da bana çarpmış. Beni ancak arabanın tepesinden çıkarabilmişler. Üzerimdeki elbise de böyle parçalanmış. Cebimdeki yüz doları, kol saatimi ve tabii ki arabamı kaybetmiştim. En önemli kaybım ise ayıklığımdı. Ve aralıklarla da olsa son kuruşum tükeninceye kadar içmeye devam ettim. Sonunda kızkardeşimin evine sığındım. Sigaralarımı bile kızkardeşimin bakkalına sipariş ediyor ve siparişlerle birlikte eve göndermesini söylüyordum. Her şey tıpkı Max’ın yanında çalışmaya başlamadan önceki hâline dönmüştü.

1932’de birkaç arkadaşım Christian Science’ı denememi söyledi; başka arkadaşlarına çok yararlı olmuştu. Kilisede çalışan bazı arkadaşlarımın yardımıyla bu mezhebi incelemeye başladım. Onların yardımlarının çok faydası oldu. İçkiyi hemen bıraktım. Bu insanlara ulaşmam çok garip şartlar altında olmuştu. Söylediğim bazı sözler beni onlara götürmüştü. Birisine bu mezhebe gireceğimi söylemiştim ama bunu hiç hatırlamıyordum. Böylece kendimi burada bulmuştum. Bir ay kadar her Pazar ve Çarşamba günleri toplantılarına gittim. Eğer içki konusunda bir konferans varsa, Akron’a yüz kilometre bile uzakta olsa gidiyordum. Sonra, yağmur yağıyor, kar yağıyor diye ya da başka bahanelerle bazı toplantılara gitmemeye başladım. Sonunda tümden vazgeçtim. Bana bu kadar iyi davranan insanlardan da kaçıyordum. Toplantılara neden gitmediğimi açıklamak yerine onlarla karşılaşmamaya çalışıyordum. Bir altı ay daha ayık kaldım. On beşinci ayın sonunda sadece bira içmeye karar verdim. Beş gün boyunca her akşam işten çıkınca bir bardak bira içtikten sonra, içkiyi gerçekten yenip yenmediğimi anlamanın zamanı geldiğini düşündüm.

O akşam bira içmedim. Arabamla eve dönerken kendimi hararetle kutladım, çünkü alkole karşı güçlü olduğumu ispatlamıştım. İçmemiştim. Madem ki alkolle başa çıkabiliyordum, bir kadeh içmemem için hiçbir neden yoktu. Sonra da eve dönmeden bir yerde durup bir kadeh içtim. Sonraki günlerde de bira içmeye devam ettim. Ve bir gün bir kadeh viskinin bana zararı dokunmayacağını düşündüm, böylece bir kadeh viski içmeye karar verdim. Bu arada aklıma bir şey daha geldi; madem ki bir kadeh içecektim, bu iki de olabilirdi. Böylece iki-üç hafta kadar her akşam iki kadeh viski içtim. Bir oturuşta çok uzun süre içmiyordum. En uzun sarhoşluğum sanırım on bir gün sürdü; ama genellikle iki gün içiyordum ve bu iki günün birini hiç hatırlamıyordum. Ama ondan sonra verdiğim kararı tamamen unutup nerede içki bulursam içmeye başladım. Bu on beş ay ayıklıkla geçen dini deneyimim 1932 yılında oldu. Sonra yine içmeye başladım. Bu defa biraz daha kontrollü içiyordum. Belki biraz daha uzun sürelerle içiyordum ama esas itibarıyla biçim aynıydı. Bu dini deneyimim sonlarına doğru Firestone şirketinde bir iş bulmuştum. Durumum fena değildi, idare edip gidiyordum. Bazen içkiyi fazla kaçırıyordum ve o zaman derhal şirket tarafından uyarılıyordum. Bana bu durum daha fazla tahammül gösteremeyeceklerini belirtiyorlardı, yani gerçeğin onlar da farkındaydı; çok sık ve çok fazla içiyordum.

İçki tutkumun beni nerelere sürüklediğini gösterebilmek için size başımdan geçen bir olayı daha anlatayım. Bir Pazar akşamı saat dokuzda çok güzel bir hafta sonu geçirmiş olarak eve dönüyordum. Aklıma bir kadeh içki içmek geldi. Bir bara gittim ve orada bir kavgaya karıştım. Tutuklanıp hapse atıldım. İçeride emirler verip patronluk taslamayı kalkıştığım iki-üç kişi beni dövdü. Çok kötü dayak yemiştim. Ayaküstü bir isyan mahkemesi kurup, bu adamlara bir süpürge sopasıyla vurmaya kalkmışım. Yediğim dayaktan burnum ve yanak kemiğim kırılmıştı. Yüzüm saçlarımın diplerine kadar mosmordu.

Ertesi sabah beni mahkemeye çıkardıklarında her tarafım çürük içindeydi ve dudaklarım şişmişti. Mahkemede öylesine berbat görünüyordum ki hâkim davayı erteledi; bana bazı kâğıtlar imzalatıp hastaneye gitmeme izin verdi. Aşağı kata indim. Kır saçlı kıdemli bir polis memuru bana eşyalarımı iade ederken ‘dışarı bu hâlde mi çıkacaksın?’ diye sordu. ‘Herhâlde burada kalacak değilim,’ dedim. Üzerimde beyaz pantolon, beyaz ayakkabılar ve kan içinde kalmış beyaz bir gömlek vardı. Memur ‘Bari bir taksiye bin’ dedi. Sanki bir otel kapıcısıyla konuşuyormuşum gibi ‘Tamam’ dedim ‘bana bir taksi çağır’. Gerçekten de bir taksi çağırdı.

Arabaya bindikten sonra ‘İçki satan bir dükkâna çek’ dedim. North Hill’de bir dükkâna gittik ve ben şoföre para verip bana içki alması için onu içeri yolladım. Şoför içkimi getirince hemen koca bir yudum içtim. Eve geldiğimizde ücreti bir çek yazarak ödemek zorunda kaldım. Biraz daha içtim ve günün geri kalanında uyudum. Gece uyandığımda yanlarında pansiyoner olarak kaldığım aile eve dönmüştü. Onlara bir içki teklif ettim. Hepsi merdivenin altına gelmişti. Yukarıdan başımı uzatıp baktım. Ev sahibi kadın yüzümün hâlini görünce düşüp bayıldı. Tedaviye ihtiyacım olduğuna karar verip bir doktor çağırdılar. Gelen doktor tesadüfen tanıdık çıktı. Adam odaya girip hâlimi görür görmez beni hastaneye gönderdi. On gündür hastanedeydim. Bir sabah hemşire Ignatia (bu yörede AA’nın gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır) kapıdan başını uzatıp muzip bir ifadeyle bakarak ‘Belki yüzünü tekrar adama benzetebiliriz’ dedi. On dört gün sonra taburcu oldum. Üç gün sonra da işe başladım. Ertesi gün muayeneye çağrıldım ve doktor çalışmama imkân olmadığı için on günlük rapor verdi çünkü gözüm hasar görmüştü. On gün işe gitmedim ve bu on gün içinde iki kez sarhoş oldum. Bu da benim içkiye karşı ne kadar güçsüz olduğumu gösteriyordu.

Kısa bir süre sonra, bir grup insanla tanışmış ve ondan sonra da içkiyi bırakmış olan erkek kardeşim beni kendisiyle birlikte toplantılara gitmeye zorladı. Doğal olarak, toplantı falan istemiyordum. Kız kardeşime, erkek kardeşimin katıldığı toplantılara gelenlerden bazılarının benimle aynı hastanede yattıklarını söyledim. Bu insanlarla birlikte olmayı gözüm yemiyordu. Eğer içmeme engel olacaksa, erkek kardeşimin borçlarını tabii ki ödeyecektim. Ama öteki işe kesinlikle bulaşmayacaktım. Benim hiçbir dernekle toplulukla işim yoktu.

Birkaç gün hiç aralıksız içtikten sonra bir sabah gözümü açtığımda başucumda erkek kardeşimle Dr. Bob’u buldum. Bana içmemekten söz ediyorlardı. Bense sadece içki bulmayı ve bu şarlatanlardan kurtulmanın yollarını düşünüyordum. Bana bir ilaç alıp almayacağımı sordular. Bana bir içki verirlerse ilacı alacağıma söz verdim. Paul gidip bir şişe içki aldı. Onlarla konuşmaya devam ederek şişenin yarısını içtim. Önünde sonunda beni köşeye sıkıştıracaklarını biliyordum, çünkü hem benden daha zeki idiler hem de içtiğim içki etkisini göstermeye başlamıştı. Bir tane daha içmek için elimi şişeye uzattığımda, Dr. Bob ‘Bak evlat, sana içki verirsek ilacı alacağına söz verdin. Biz sana içki verdik ama sen ilacı almadın’ dedi. Ona haklı olduğunu söyledim ve hayatın boyunca verdiğim hiçbir sözden dönmediğimi kesin bir ifade ile belirttim. Ona ilacı alacağımı söylemiştim ve alacaktım. Ama ne zaman alacağımı söylememiştim ki. Ardından hemen üçüncü içkimi de yuvarladım. Sonra da erkek kardeşimle Dr. Bob’a bu ilacın nasıl yararlı olduğu konusunda sorular sormaya başladım. Sanıyorum bu arada gözerim giderek donuklaşıyordu. Sonunda Dr. Bob’a dönüp ‘Sen ayıksın. Canın bir daha hiç içmek istemeyecek, öyle mi?’ dedim. Verdiği cevap alkolizmin pençesine düşmüş, bizler için çok büyük bir önem taşıyordu: ‘Şimdi düşündüğüm gibi düşündükçe ve şimdi yaptıklarımı yapmadıkça, bir daha elimi içkiye uzatmayacağıma inanıyorum. Peki, ya Paul?’ dedim. ‘Ona da içkiyi siz mi bıraktırdınız?’ Bu soruyu Paul’un kendisinin yanıtlaması gerektiğini söyledi. Paul da Dr. Bob’un söylediklerinin aynısını tekrarladı. ‘Şimdi de benim içkiyi bırakmamı istiyorsunuz’ dedim. ‘Canım bir daha hiç içki içmek istemeyecek mi?’ Doktor ‘Öyle olmasını ümit ediyoruz’ dedi. ‘O hâlde bu içkiyi ziyan etmeyelim.’ Böyle deyip, şişenin dibinde kalan içkiyi de içtim. Bir-iki dakika sonra Dr. Bob almam gereken ilacı erkek kardeşime bırakıp gitti. Paul bir bardağa ilaçtan bir miktar koydu, sonra benim durumumda birisi için az olacağını düşünmüş olacak ki dozu iki katına çıkardı, sonra birkaç damla daha ilave edip bana içirdi. Anında kendimden geçtim.

Olay Perşembe günü olmuştu. Tekrar kendime geldiğimde günlerden Pazardı. Yüksek dozda paraldehid almışım. İlaç beni çok fazla etkilediği için hastaneye kaldırılmamın iyi olacağını düşünmüşler ve böylece gözlerimi bir hastane odasında açtım. Pazar günü kendime geldiğimde 1937 yılının kasvetli, ıslak, karlı bir Şubat günüydü. Paul, Dr. Bob ve birkaç arkadaş daha iş için Cleveland’da bulunuyorlardı. O gün gruptan kimse gelmedi. Ailemin bir kısmı Florida’daydı. Geri kalanı da benimle konuşmuyordu. Çok yalnız bir gün geçirdim; akşam üzeri kendime iyiden iyiye acımaya başlamıştım. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Odamdaki ışıklardan hiçbirini yakmamıştım. O sırada odama iri yarı bir adam girdi ve ışığı açtı. ‘Bana baksana sen, eğer ışığın yanmasını istersem, ben açarım’ dedim. Hiç unutmuyorum, adamın hareketlerinde en ufak bir tereddüt yoktu ve ben onu hayatımda ilk kez görüyordum. Şapkasını ve paltosunu çıkardı ve ‘Pek iyi görünmüyorsun. Kendini nasıl hissediyorsun?’ diye sordu. ‘Nasıl hissediyorum dersin’ dedim. ‘Berbat hissediyorum’. ‘Belki de küçük bir içkiye ihtiyacın vardır.’ dedi. İşte bu adam aylardan beri karşıma çıkan en zeki adamdı. Herhalde içki cebindeydi. ‘Sende var mı?’ diye sordum. ‘Hayır’ diye yanıtladı beni. ‘Hemşireyi çağır’. Ve sonra bana içki aldırdı. Ardından da içki içtiği günlerde başından geçenleri anlatmaya başladı: İçkinin ona nelere mal olduğunu, nerelerde, ne miktarlarda içtiğini ve buna benzer bir sürü şey anlattı. Çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Çünkü bu adamı hiç tanımıyordum ve ne zaman, nerede ne içtiği beni hiç ilgilendirmiyordu.

Sonradan bu adamın AA’nın ilk üyelerinden Bill D. olduğunu anladım, fakat o gün anlattıklarının bir kelimesi bile yok aklımda. Söyledikleri benim için bir şey ifade etmiyordu çünkü. O gittikten sonra hikâyesinden şunu çıkardım; bir içkici olarak korkağın biriydim ben. İçkiden vazgeçebileceğimi biliyordum çünkü, o vazgeçmişti. Bir yıldan uzun bir zamandır ağzına bir yudum bile içki sürmemişti. En önemlisi de mutluydu. Alkol bağımlılığından kurtulmuştu ve bundan dolayı da memnundu. İşte bunu hiçbir zaman unutamayacağım. Ertesi gün grubun diğer üyeleri de görmeye geldi beni. İçlerinden birini, Joe’yu çok iyi hatırlıyorum. Joe, hayatında hiç görmediği bir kimseyi ziyaret edebilmesi için kar, soğuk, çamur dememiş, üç mil yürüyüp hastaneye gelmişti. Bu beni öyle etkilemişti ki. Otobüse para vermemek için ta hastaneye kadar yürümüş ve bunu da hiç tanımadığı bir adama yardımcı olabilmek için memnuniyetle yapmıştı.

Grupta ben katılmadan önce sadece yedi ya da sekiz kişi vardı ve hastanede yattığım sürece hepsi ziyaretime geldi. Bana önerdikleri program çok basitti. Her gün, sadece o gün için Tanrı’dan O’nun iradesinin ne olduğunu anlamama yardım etmesi için dua edecek, o gün elimden geldiğince doğru yolu izleyecek ve gece Tanrı’ya gün boyu olanlar için şükredecektim. Hastaneden çıktıktan sonra bunu bir günlüğüne denedim, oldu; bir hasta denedim, oldu, sonra bir yıl, yine oldu. Yaklaşık on sekiz yıldır da olmaya devam ediyor.

 

(3) BİR BEYEFENDİ GİBİ İÇEBİLECEĞİNİ ZANNEDİYORDU

“Fakat hiç içki içemeyecek beyefendiler de olduğunu anladı.”

1889 yılında Cleveland Ohio’da sekiz çocuklu bir ailenin en son çocuğu olarak dünyaya geldim. Annemle babam çalışkan insanlardı. Babam bir demiryolu işçisi ve İç Savaşa katılmış emekli bir askerdi. Çocukları konusunda içi rahat değildi, çünkü orduda geçirdiği üç buçuk yıl içinde içine işlemiş olan askeri disiplini çocuklarına uygulamaya çalışırdı. Babamla öğretmen olan kız kardeşlerim arasındaki çekişmeler, benim gibi kurnaz ve büyükler arasındaki münakaşalardan kendine çıkar sağlayacak kadar akıllı bir çocuk için mükemmel bir ortamdı. Başka bir deyişle, babamın disiplininden uzaktım ve böyle yetişmekte olduğum için de okulda oldukça büyük sorunlarım vardı. Kurallar başkaları için konmuştu, benim için değil. Tek amacım, yakalanmadan bildiğim gibi hareket edebilmekti.

Annem 89 yaşında öldü. O öldüğünde ben tam bir alkoliktim. Annem ailesine çok bağlı, kocasına sadık bir kadındı ama evdeki münakaşalar onun için hiç de mutlu bir ortam değildi. Dört erkek üç de kız kardeşim vardı. Şimdi geriye dönüp baktığımda, bütün erkek kardeşlerimin kişilik sorunları olduğunu anlıyorum. Kızlar ise evdeki durumdan pek etkilenmiş görünmüyorlardı. Benim tepkim ise değişik yollardan dikkat çekmeye ve heyecan uyandırmaya yönelik muzırlıklar geliştirmekti.

Alkolün etkilerini çok genç yaşlarda yaşadım. Hatta bir keresinde polis tarafından yakalanıp eve getirilmiştim. O zamanlar 16 yaşındaydım. Liseye gitmedim. Beş değişik okulda okudum, çünkü davranışlarımdan dolayı beni okuldan atıyorlardı. Sonunda sekizinci sınıfı bitirdim. El sanatları her zaman ilgimi çekmişti. Bir günle iki hafta arasında değişen sürelerle yaklaşık yirmi değişik işte çalıştıktan sonra el aletleri yapan bir ustanın yanında çırak olarak yeni bir işe başladım. İşimi çok sevdiğim için, işi iyice öğrenip usta olmak istiyordum; bu nedenle davranışlarımı değiştirdim. Çıraklık süresini tamamladım ve çizim bölümüne geçtim.

Cleveland’da yaşıyordum. Teknik ressam olarak değişik şirketlerde çalışıp deneyim kazandım. Evime yakın bir yerde yeni bir teknik okul açılmıştı. Öğretmenlerimden biri, eğer iyi bir alet yapımcısı olmak istiyorsam, biraz mekanik çizim bilgim olması gerektiğine ikna etti beni. Bu okulda çizim dersleri aldım ve bu konuda çok çabuk ilerledim. Okul bir başka şirketin çizim departmanında bana bir iş buldu. Burada iki yıl kadar çalıştıktan sonra teknik eğitim görmeye karar verdim. O zamanlar 18 yaşındaydım. Lise diplomam yoktu. Böylece bir gece lisesinde iki yıl dokuz ay öğrenim gördükten sonra diplomamı aldım. Müthiş bir başarma isteği ile kişilik bozukluklarını da bastırabiliyordum. Bir amacım vardı. Kendimi disiplin altında tutabiliyordum ama arada bir kutlamalar vesilesiyle veya bayramlarda içip sarhoş oluyordum. Yaşamımın bu döneminde alkole bağımlı değildim ama içtim mi tam içiyordum.

Daha sonra mühendislik eğitimi veren bir okula kaydoldum. Hem okuyor hem de çalışıyordum. Mezun olduktan sonra çok iyi bir işe girdim. Mezun olduğum yılın sonbaharında patent konusu ile ilgili bir davaya bulaştım ve mahkemelik oldum. Bu deneyim, hukukla ilgilenmeme neden oldu ve hukuk fakültesine yazıldım. Okula geceleri devam ederek üç yıldan daha kısa bir sürede hukuk eğitimimi tamamladım. Üst derece baro sınavlarına girip başarılı oldum. Hukuk fakültesine gitmem, patent yasasını öğrenme isteğinden kaynaklanmıyordu. Hukuk fakültesine gittim, çünkü bu mahkeme deneyiminden sonra öncelikle mukaveleler yasasını öğrenmek istemiştim.

Bir yıl sonra, mukavelelerle ilgili kursu tamamladım, ardından hukuk fakültesini bıraktım. Patent yasaları ile ilgilenen bir kuruluşta bazı mühendislik hizmetlerini yükümlendim. Bu konuda sorunları olan ve bu sorunları kendi mühendislik bölümlerinden uzak tutmaya çalışan firma müşterilerine yardımcı olmaya çalışıyordum. Yılın üçte ikisinde bu işle uğraşıyordum. Çok başarılıydım ve patent yasaları ile ilgili eğitimime devam etmeye karar verdim. Yeniden hukuk fakültesine döndüm ve bütün ağırlığı derslere verdim çünkü artık otuz yaşıma yaklaşıyordum ve okulu mümkün olduğu kadar çabuk bitirmek istiyordum. Bir yandan alet yapımcısı ve teknik ressam olarak çalıştım, bir yandan da bu çalışmalarımdan elde ettiğim gelirle eğitimime devam ettim.

28 yaşında evlendim ve hukuk fakültesine evlendikten sonra başladım. Aslına bakarsanız, baroya kabul edildiğimde iki çocuk babasıydım. Öyle yoğun bir çalışma içindeydim ki, bir iki okul partisi dışında, 25-30 yaşları arasında içmeye pek vakit bulamadım. Yapacak çok işim vardı ve hayatımı sürdürmek için içki içmeye gerek duymuyordum. Hukuk fakültesini bitirdiğimde patent yasası konusunda yeterli deneyimim olmuştu. Çünkü aynı firmada çalışmaya devam etmiştim ve bu konuda benim yetenekli bir araştırmacı olduğum anlaşılmıştı.

1924’te epeyce müşteri edinmiştim; böylece beni şirkete küçük bir hisseyle ortak olarak aldılar. İçki ile beraber yaşamaya başlayışım bu ortaklığa girdikten dört yıl sonrasına rastlar. Bu arada bir sürü kulübe üye olmuştum ve ülkede içki yasağı vardı. O zamanlar 37-38 yaşlarındaydım. Bu içki yasağı süresince her alkolik kendi yaptığı içkinin, ne kadar berbat olursa olsun, en iyisi olduğunu zannederdi. Bu sürede ben de mürver ağacı çiçeğinden şarap yapmakta uzman olmuştum. Bazı durumlarda –örneğin, bir araba kazası- polis eşliğinde eve döndüğüm olmuştu ama hiç hapse girmemiştim. Bütün bunların bana fayda yerine zararı dokunmuştu çünkü o zamanlar hem mesleki hem de maddi olarak enikonu ilerleme kaydetmiş olduğum için çok kendini beğenmiş biriydim.

İlk ciddi alkolizm belirtileri iş için New York’a gittiğim zamanlarda başladı. Ortadan kayboluyor ve kendimi iki ya da üç günlük sürelerle Philadelphia ya da Boston’da buluyordum. Ondan sonra da faturaları ve çantalarımı almak için New York’a dönmem gerekiyordu. Bu olaylar giderek daha sık tekrarlanmaya başlayınca, kırk yaşına geldiğimde –ki buna pek bir şey kalmamıştı- içkiyi bırakmaya karar verdim. Kırk yaşım geldi geçti ve benim içkiyi bırakma kararım kırk birinci, kırk ikinci ve kim bilir kaçıncı yaşıma kaldı.

Bir sorunum olduğunun farkındaydım ama bunu bir türlü içime sindiremiyordum çünkü kibirim, kişilik sorunlarım olduğunu kabul etmemi engelliyordu. Neden bir beyefendi gibi içemediğimi bir türlü anlayamıyordum ve en büyük özlemim de bir beyefendi gibi içebilmekti –ta ki AA’ya girinceye kadar. İçki sorunum daha da ciddi boyutlara ulaşmıştı. Sürekli içen ve içtiği içkinin miktarını kontrol etmek için her gün müthiş bir savaş veren bir insan olmuştum. İçki sorunum öylesine büyüdü ki hiçbir alçaltıcı tavır umurumda bile değildi. Böyle şeyler çok geldi başıma. İşimde, lafa boğup idare edemediğim bir sorun ortaya çıktığında çekip gidiyordum. Yani, müşteri beni kovmadan ben müşteriyi kovuyordum. Çok inatçıydım; yapmak istediklerimi gerçekleştirmek ve sahip olmak istediğim şeyleri elde etmek arzusu ile doluydum.

Din konusuna gelince, gençliğimde Katolik eğitimi görmüştüm. Hem Katolik okullara hem de devlet okullarına gitmiştim. Dini inançlarımdan hiç uzaklaşmamıştım, ama öyle sürekli kiliseye gidenlerden değildim. O zamanlar, içki sorunuma kilise vasıtasıyla bir çözüm bulabileceğim aklımın ucundan geçmemişti, çünkü zaten bir sorunum olduğunu kabul etmeye yanaşmıyordum ki. Hayatın karşıma çıkardığı diğer sorunların nasıl başarıyla üstesinden gelebiliyorsam, günün birinde aynı şekilde bir centilmen gibi içki içebileceğime de inanıyordum.

47 yaşlarındaydım. İçkiyi kontrol edeceğim diye kendimi bir çeşit bahane ile kandırdıktan sonra şuna inandım; her gün belli bir miktarda alkol almam gerekiyordu, esas mesele işte bu miktarı kontrol edebilmekti. Bunu başarabilmek için iki-üç yıl uğraştıktan sonra hiçbir zaman bana zarar vermeyecek kadar içki içemeyeceğimi anladığımda müthiş bir umutsuzluğa düştüm. Ve bundan sonra tek düşündüğüm daha ne kadar yaşamak zorunda olduğum ve mal-mülkümün daha ne kadar dayanacağı idi. O sıralarda oğullarımdan biri üniversitede, diğeri lise son sınıfta okuyordu, kızım da 21 yaşlarındaydı. Mesleki açıdan ise yapabileceklerimin ancak dörtte birini yapabilir hâle gelmiştim. İki ortağım vardı. Durumuma tahammül ediyor, hiçbir şey söylemiyorlardı; ses çıkarmamalarının nedeni işi hâlâ yürütebiliyor olmamdı. Muhtemelen, bir şey söylemenin bir faydası olmayacağını, ne yaptığımı bildiğimi düşünüyorlardı. Ama yanılıyorlardı, bilmiyordum. İçki konusunu hiç açmadılar. Herhalde bana birkaç yıl daha katlanabileceklerini, nasılsa fazla yaşayamayacağımı ve ben öldükten sonra, işin bana ait olanının da onlara kalacağını düşünüyorlardı. Bunda da garipsenecek bir şey yoktu. Evdeki duruma gelince, şimdi her şeyi çok iyi anlıyorum ama o zamanlar karımın son derece mutsuz olduğunun farkında değildim. Çocuklarımın bana hiç saygıları kalmamıştı. Aslında, onların bir parça saygılarını kazanabildiğimin ilk belirtilerini ayık yaşama başladıktan üç ya da dört yıl sonra görebildim.

Akron grubu bana geldiğinde 50 yaşına basmama altı ay vardı. Ben onların bir grup olduklarını bilmiyordum. Sonradan karımın böyle bir grup olduğundan dokuz aydır haberi olduğunu ve onlarla karşılaşmam için sürekli dua ettiğini öğrendim. O zamanlar karım, Akron grubuna yaklaşmamla ilgili tek bir söz bile söylese, bunun aramızda bir duvar örmekten öte bir işe yaramayacağını biliyormuş; böyle düşündüğü ve bana hiçbir şey söylemediği için ona minnettarım. Eğer herhangi biri bana AA’yı ve onun işlevini anlatmaya kalkışsaydı, iyileşmem büyük bir olasılıkla birkaç yıl gecikecek ve ben belki de hayatta olmayacaktım. Böylece benim AA ile tanışmamın hikâyesi karımın çabalarıyla başladı. Kuaförü karıma hep çok içki içen bir kayınbiraderi olduğundan ve Akron’da onu iyileştiren bir doktordan söz edermiş. Karım bana bundan hiç bahsetmemişti. Bir Pazar günü öğleden sonra Mary beni ayıltmaya çalışırken, Glarance ve kuaför olan baldızı bizim eve geldiler. Tanıştırıldık ve Clarence benimle konuşmaya başladı (yani, 12. Basamak’ı benim üzerimde uygulamaya başladı). Benim kendisi hakkında ilk izlenimim de adamın “hafif kaçık” olduğuydu. Ne var ki bu olaydan sonra Glarence birkaç defa, benim eve dönerken uğradığım son barda birdenbire karşıma çıkıverdi. Tabii buna fena hâlde içerliyordum ve Clarence’a, beni rahatsız etmemesi şartıyla, yapmak istediği işe karşı alacağı komisyonu vermeyi teklif ettim. Çünkü onun alkoliklerle ilgili bir kuruluşun avukatı olduğu sonucuna varmıştım.

Bir akşam yemekten sonra birkaç duble içmek için dışarı çıkmış ve her zamankinden daha geç vakte kalmıştım. Eve döndüğümde Clarence’i Bill W. ile birlikte divanın üzerine oturmuş beni bekler buldum. O gece neler konuştuğumuzu pek çıkartamıyorum ama Bill’i bana AA’yla ilgili bir şeyler anlatması için zorladığımı hatırlıyorum. Hatırladığım bir şey daha var: Böylesine mucizeler yaratan şeyin ne olduğunu öğrenmek istemiştim. Şöminenin üzerinde bir Gathaedunax resmi vardı. Bill bu resmi gösterip ‘İşte orada’ dedi. Bu, o anda benim için hiçbir anlam ifade etmemişti. Dr. Bob’la da konuştuk ve ben bu konuşma sırasında ertesi gün Bill’le birlikte Akron’a gitmeye söz vermişim.

Ertesi sabah karım odama gelip beni uyandırdı ve ‘O adam geldi, aşağıda’ dedi. ‘senin kendisiyle Akron’a gideceğini söylüyor’. ‘Öyle mi demişim?’ dedim. Karım, ‘söz vermemiş olsan gelmezdi’ diye karşılık verdi. Sözünün eri bir adam olarak ‘Öyle söylemişsem giderim’ dedim. Akron’u böyle bir ruh hâli içinde gittim işte. Bill yolda bana bir-iki içki ısmarladı. Dorothy S. de bizimle beraberdi. Üçümüz Şehir Hastanesi’ne gittik. Benim arabamla gitmiştik ve arabayı hastanenin bahçesine bıraktım. Bill oda numaramı söyleyip asansörün önünde benden ayrıldı. Onu, sonraki altı ay boyunca hiç görmedim. Stajyer doktor bana bir bardak bir şey içirdi. İçim yanıp kavruluyor gibi olmuştum. On beş saat uyumuşum. 1939 yılının Nisan ayında hastaneye yattım. Bence; hastane deneyimim müthişti çünkü Dr. Bob bana ilaçların, iştahımı açmak dışında, durumumu pek etkileyemeyeceğini söylemişti. O zamana kadar hiç hastanede yatmamıştım çünkü kendimi çok kötü hissettiğimde bile doktor çağırmazdım. İşi barbitüratlarla idare ediyordum. Aslında, içkili yaşamımın son üç yılında her sabah titremeden traş olabilmek için mutlaka bu ilaçlardan alıyordum zaten. Öğle vakti ya da öğleden sonra içmemek için müthiş bir mücadele veriyor, akşam dört buçuk beşte içmeye başlıyordum. Çünkü nedense bir bardak içki içsem bir litre içmişim gibi kokacağım fikrine kapılmıştım.

Dr. Bob tüm programı bir anda anlatmadı. İşe, kendisinin bir alkolik olduğunu söyleyip beni şaşırtarak başladı. Şu ana kadar kendisini içkiden uzak tutan bir yol bulduğunu söyledi. Ana fikir, ne yapıp edip o ilk içkiyi içmemekti. Bunu deneyip başarılı olan başkaları da olduğunu ve eğer ben istersem, gelip beni ziyaret edebileceklerini belirtti. Sanıyorum Akron grubundaki her üye tek tek ziyaretime geldi ki bu da beni müthiş etkiledi. Anlattıkları hikâyelerden çok hiç tanımadıkları bir insana zaman ayırıp onu görmeye gelmelerinden ve konuşmuş olmalarından etkilendim.

Hastaneden çıkıncaya kadar grup etkinliği diye bir şeyden haberim yoktu. Bir Çarşamba günü öğleden sonra hastaneden çıktım. Akron’da öğle yemeğimi yedikten sonra ilk toplantıya katıldığım bir eve gittim. Birkaç toplantıya katıldıktan sonra gelenlerin hepsinin alkolik olmadığını öğrendim. Grupta alkoliklerin yanı sıra Oxford’dan gelen ve alkolizm sorunuyla ilgilenen kimseler de vardı. Bu toplantılara gösterdiğim tepki iyiydi. Aslında, hastanede geçirdiğim son günlerde D. Bob daha çok manevi konularda yaptığımız konuşmalarla beni hazırlamış olduğu için inancımı hiç kaybetmemiştim. Doktorla yaşadığım bir deneyimim var ki beni çok etkilemişti. O gün hastaneden çıkacaktım. Doktor beni görmeye geldi ve programa katılıp katılmayacağımı sordu. Ona, tek isteğimin bu olduğunu söyledim. Bu konuşma olduğunda ağzıma sekiz gündür içki sürmemiştim. İskemlesini bana yaklaştırdı. Dizlerimiz birbirine değiyordu. ‘Başarılı olabilmen için benimle dua eder misin?’ dedi. Ve sonra çok güzel bir dua etti. İşte bunu hiç unutamadım ve daha sonra AA’ya yeni katılanlarla ilgilenirken, aynı şeyi ben onlara yapamadım diye hep biraz suçluluk duydum.

Toplantılara katılanlardan defalarca duyduğum bir şey daha vardı: Programı kabul ettikten sonra bir daha hiçbiri içki içme isteği duymamışlardı. Bunu ilk duyduğumda kuşkuyla karşılamıştım, fakat beni görmeye gelen otuza yakın kişinin her birinden aynı şeyi duyduktan sonra buna ben de inanmaya başlamıştım. Kendi durumuma gelince; ayık olduğum için öylesine mutluydum ve yapmak istediğim o kadar çok şey vardı ki içki aklıma ancak bir ay sonra geldi. Daha en başından büyük bir rahatlama içine girmiştim ve o ana kadar da canım hiç içki içmek istememişti.

Doktor bizim durumumuzun bir hastalık olduğunu vurguluyordu. Fakat bana karşı daha açık davranmıştı. Samimi davranacak kadar Tanrı’ya inandığımı anlamıştı. Bunun fiziksel olmaktan çok ahlaki ya da maneviyatla ilgili bir hastalık olduğunu söylemişti bana. Altı haftalığına Akron’a gittik ve orada pek çok kişiyi ziyaret ettik. O zamanlar, o çevrede ayıklıkları bir buçuk yılla birkaç ay arasında değişen on iki-on üç Cleveland’lı üye vardı. Hepsi Akron’a gelmişlerdi. Sonunda Cleveland grubunun kurulmasına karar verildi ve ilk Cleveland toplantısı 1939 Mayıs’ında benim evimde yapıldı. O toplantıya Akron’dan birkaç kişi ile bütün Cleveland’lı üyeler katıldı.

Ayık yaşama başladıktan yaklaşık bir ay sonra, mesleki hayatımda, içinde bulunduğum ortaklıktan ayrılmanın iyi olacağına karar verdim. Çünkü ne kadar uzun süre ayık kalırsam kalayım ortaklarımın saygısını tekrar kazanamayacağımı ve onların gözünde hep sakıncalı olacağımı biliyordum. Eğer çalışırsam hayatımı kazanabilmek için hâlâ yeterli deneyimim vardı. Böylece 1940 yılının Ocak ayında kendi patent yasası şirketimi kurmaya karar verdim. Bu kararı verdikten kısa bir süre sonra, bir başka tanınmış patent yasası şirketi hukuki bir konuda kendilerine yardımcı olmam için çok ısrar etti. Kendi avukatları kalp krizi geçirmiş ve mahkemeye çıkması yasaklanmıştı. Onlarla konuşurken bir ara yeni bir şirket kurmayı düşündüğümü söylemiştim. Bunu duyunca, hemen harekete geçmemi söylemişler ve onların ana ortaklarından biri olmaya ikna etmişlerdi beni. Böylece bu şirkete ortak oldum.

1939 yılının sonbaharında hukuki meseleler söz konusu olduğunda beynimin hâlâ iyi çalıştığını anladım. Ve böylece bıraktığım yerden tekrar başladığımda yaşım 45’ti. Bedensel sağlığım çok sarsılmıştı ama toparlanmaya başlamıştım. Aslında, viski yerine yemekle beslenmeye başladıktan altı ay sonra 12 kilo almıştım. Çocuklarımın gözünde yükselebilmek için yapabileceğim bir şey yoktu; bu, tümüyle bir zaman meselesiydi. Çünkü genç insanların büyüklerin kusurlarına karşı hoşgörüsüz olduklarını da anlıyordum.

AA toplantılarının her hafta bizim evde yapılmasının aileme çok yardımcı olduğuna inanıyorum. En büyük çocuğum arada sırada bu toplantılara katılıyordu. Katolikliği anne-babamdan aldığım bir miras olarak kabul ediyordum. Eğitim gördüğüm konu, bilim ve dinden oldukça uzaktı. Katolik kilisesinde kalmaya karar verdim. Bu öğretinin köklerini öğrenecektim çünkü kafamı karıştıran bu kökler olmuştu. Böylece üniversitede din eğitimi veren gece kurslarına kaydoldum ve bir yıl bu kurslara devam ettim. Sonuç olarak, şunu söyleyebilirim: AA beni, umarım, gerçek bir Katolik yaptı.

 

(4) KADINLAR DA ACI ÇEKER

Elindeki fırsatlara karşın, alkol az kalsın hayatını sona erdiriyordu.

İlk üyelerimizden olan bu hanım, öncü dönemde AA’yı kadınlara tanıttı. Ne diyordum… Çok uzaklarda, bir hezeyan içinde gibi, ‘Dorothy’ diye birini çağıran, elbise satan dükkânlardan, işlerden söz eden kendi sesimi duydum… sözcükler yaklaştı… kendi sesim yakına geldikçe korkuttu beni… ve birden, işte oradaydım, neden bahsettiğimi bilmeden, daha önce yüzünü bile görmediğim birisiyle konuşuyordum. Birden sustum. Neredeydim? Daha önce de yabancı odalarda, giysilerim üzerimde bir yatakta ya da kanepede uyanmıştım; daha önce de kendi odamda kendi yatağımın üstünde ya da içinde saatin kaç olduğunun ve hangi günü yaşadığımın farkında olmadan açmıştım gözlerimi, ama bu bambaşkaydı. Bu defa gerçekten uyanıktım. Büyük bir koltukta dimdik oturmuştum, hiç tanımadığım bir kadın benimle neşe içinde konuşuyordu ve bu durumu hiç de garipsiyor gibi değildi. Hayatından memnun bir şekilde rahat rahat konuşmasını sürdürüyordu. Dehşet içinde etrafıma baktım, büyük, karanlık, içinde pek fazla eşya bulunmayan bir odadaydım, bir bodrum katının oturma odasıydı bu. Belkemiğim soğuk soğuk ürperiyor, dişlerim birbirine vuruyordu; ellerim öylesine titriyordu ki bu titremeyi önleyebilmek için üstlerine oturmak zorunda kaldım. Gerçekten dehşet içindeydim; ama bunun sebebi içinde bulunduğum durum değildi. Ne olduğunu biliyordum –bir bardak içki hepsini geçirecekti. Son içkimi içtiğimden bu yana çok zaman geçmiş olmalıydı. Fakat karşımdaki bu yabancıdan bir içki istemeye cesaret edemedim. Buradan çıkmalıydım. Ne olursa olsun, karşımdaki kadın neden orada olduğumu bilmediğimin farkına varmadan, bir an önce buradan çıkmalıydım. Yabancı kadın deli deli baktığımın farkına vardı. Delirmiştim, delirmiş olmalıydım. Titremelerim büsbütün arttı. Saatime baktım –18.00’di. Son olarak baktığımda saatin 13.00 olduğunu hatırlıyorum. Rita ile bir lokantada oturuyorduk ve ben altıncı martinimi içerken garson –hiç değilse ben birkaç martini daha içinceye kadar- inşallah yemek siparişlerimizi unutur diye düşünüyordum. Rita ile beraber olduğumuz büro içinde sadece iki martini içmiştim ama daha önce onu beklerken dört tane daha yuvarlayıvermiştim ve tabii ki evde zorbela yataktan kalktıktan sonra bir taraftan giyinirken bir taraftan dar şişeden koca koca yudumlarla epey bir miktar içmiştim.

Aslında saat birde kendimi çok iyi hissediyordum. Hiçbir ağrım sızım yoktu. Ne olmuş olabilirdi bana? Benim bildiğim, New York’un ortasında, 42. Caddedeydim; çok gürültü vardı… Oysa burası, kesinlikle kentin sadece evlerin bulunduğu sakin bir bölgesiydi. “Dorothy” beni neden buraya getirmişti? Onunla nasıl tanışmıştım, cevapları bilmiyordum ve sormaya da cesaretim yoktu. Karşımdaki kadın ortada bir gariplik varmış gibi davranmıyordu: İyi ama ben o kayıp beş saat boyunca neler yapmıştım? Beynim deli gibi çalışıyordu. Korkunç şeyleri yapmış olabilirdim ve neler olup bittiğini bilmiyordum bile! Her nasıl yaptıysam, bu evden çıkıp kahverengi taştan yapılmış evlerin önünden beş blok yürüdüm. Görünürlerde bir bar yoktu ama metro istasyonunu buldum. İstasyonun adını hiç duymamıştım. Büyük Merkez İstasyonuna nasıl gidebileceğimi sormak zorunda kaldım. Son hatırladığım yere dönüşüm 45 dakika sürdü, iki defa da aktarma yapmıştım. Meğer ben Brooklyn’in en ücra köşelerine gitmiştim.

O gece çok sarhoş oldum, bunda garipsenecek bir şey yoktu; ama başka pek çok şeyi de hatırlıyordum, işte bu garipti. Wille Seabrook’un adını telefon rehberinde aradığımı hatırlıyordum ki kız kardeşim bunu zaten her akşam yaptığımı söylemişti. Saebrook bir ‘tımarhane’ ile ilgili bir yazı yazmıştı. Bağıra bağıra onu bulacağımı ve ondan beni o tımarhaneye yatırmasını isteyeceğimi söylediğimi hatırlıyordum. Bu işe kesinlikle son vereceğimi, artık devam etmeye tahammülümün kalmadığını haykırdığımı hatırlıyordum. Daha kolay bir çözüm olarak özlemle pencereye baktığımı ve sonra üç yıl öncesini, öteki pencereyi, Londra’da bir hastane koğuşunda ızdıraplar içinde geçirdiğim altı ayı düşünüp tüylerimin diken diken olduğunu hatırlıyordum. Bu hastanede başucumdaki dolapta duran oksijenli su şişesine cin doldurduğumu, sonra da kız kardeşim bulmasın diye şişeyi şiltenin altına sakladığımı hatırlıyordum. Ve ikide bir uyandığım ve müthiş bir umutsuzlukla, ter içinde titreyerek kalkıp şişeden çabucak birkaç yudum içip tekrar sızıp kaldığım o bitmez tükenmez gecelerde duyduğum dehşeti hatırlıyordum. Bilincim yerine geldiğinde bir ses ‘Sen delisin, sen delisin, sen delisin’ diye beynime vuruyor ve ben bu sesi içkiyle boğuyordum. Böylece iki ay geçti ve sonunda ben yine hastaneye kaldırıldım; normale dönmem çok yavaş oldu. Bu iki yılı aşkın bir süredir böyle devam etmekteydi. Ve ben 32 yaşındaydım.

Sürekli içtiğim bu son feci bir yılı düşündükçe maddi ve manevi olarak nasıl oldu da hayatta kalabildim diye merak ederim hâlâ. Çünkü zaman zaman ne hâle geldiğimi fark ettiğim günler oluyordu; bir zamanlar nasıl bir insan olduğumu, o zamanlarda gelecek için beslediğim umutları anımsıyordum. Geçmişteki hâlim ve umutlarım ve içinde bulunduğum durum arasındaki zıtlık parça parça ediyordu beni. Zaten çok az olan paramı bitirdikten sonra bir barda oturmuş, kimden gelirse gelsin önüne konulan içkileri içen; ya da elimde vazgeçemediğim bardağımla evde tek başına oturmuş sürekli geçmişi hatırlayan, hatırladıkça da çabucak tekrar unutabilmek için daha hızlı içen bir insan olmuştum. Bu dehşet verici bugünle geçmişin basit gerçeklerini bağdaştırmak çok ama çok zordu.

Ailemin maddi durumu iyiydi –paranın gerçekleştirebileceği- hiçbir isteğim geri çevrilmemişti. En iyi yatılı okullarda ve İsviçre’de özel bir leydi okulunda okumuştum. Bütün bunlar, benim için düşünülen, sosyeteye takdim edilen genç kız ve kibar küçük hanımefendi geleneksel rolüne çok uygundu. Scott Fitzgerald ve John Held Gr’ın ölümsüzleştirdiği içki yasağı yıllarında yetişmiştim ve bu yıllar bana neşeli insanlarla neşeli olmayı öğretmişti; ama ta içimde bir ses onlardan daha ileri gitmem, onları aşmam gerektiğini söylüyordu. Buraya kadar her şey çok iyi –binlerce insanın hikâyesine benziyor, her şey tam planlandığı gibi. Bana özgü hikâyem ise bundan sonra başlıyor. Kocam bir alkolikti –benimle aynı yeteneklere sahip olmayan herkesi küçümsüyordum- dolayısıyla, sonuç kaçınılmazdı. Boşanmamla babamın iflas etmesi aynı zamana denk geldi. Kendimden başka herhangi bir insana bağımlılık ve sorumluluk duymayı reddederek iş hayatına atıldım. Çalışmak, benim için, aynı hedefe yönelik farklı bir yoldu: canım neyi istiyorum onu yapmak. Sonraki on yıl boyunca da yaptığım buydu. Daha fazla heyecan ve özgürlük için yurt dışına gittim. Kendi kendimin patronuydum ve işim bana istediklerimin çoğunu yapabilmem için yeterli parayı kazandıracak kadar başarılıydı. Tanışmak istediğim bütün insanlarla tanıştım, görmek istediğim her yeri gördüm; yapmak istediğim her şeyi yaptım ama kendimi gitgide daha mutsuz hissediyordum. İnatla ve hiç kimseye kulak asmadan bir sefahattan ötekine koşuyor ve her geri dönüşte kendimi tükenmiş hissediyordum.

Akşamdan kalmalıklarım korkunç boyutlara ulaşmaya başlamıştı ve sabah içkileri acil bir ihtiyaç hâline gelmişti. İçkiden dolayı, kafamdan her şeyin silindiği, hiçbir şey hatırlayamadığım boşluklar daha da sıklaştı; artık eve nasıl geldiğimi bile doğru dürüst hatırlayamıyordum. Bir gruptan ötekine, bir yerden diğerine dolaşıp duruyor ve içmeye devam ediyordum. İçki, sinsi sinsi, benim için her şeyden daha önemli hâle gelmişti. Artık bana zevk vermiyor, sadece duyduğum acıyı kesiyordu. Fakat içmek zorundaydım. Vatanımdan çok uzun süre uzak kalmıştım. Amerika’ya dönmeliydim. Döndüm de. Ve beni çok şaşırtan bir şey oldu: İçki sorunum daha da beter hâle geldi.

Uzun ve yoğun psikiyatrik tedavi gördüğüm bir hastaneye yattığımda ciddi bir zihinsel çöküş içinde olduğumdan emindim. Yardıma ihtiyacım vardı ve doktorlarla işbirliği yapmaya gayret ediyordum. Tedavi ilerledikçe kendi gerçek yüzümü ve başıma bunca bela açan mizacımı gördüm. Aşırı derecede hassas, utangaç ve idealist davranmıştım. Hayatın katı gerçeklerini kabul edemeyişimin sonucunda, dünyadaki tüm yanlış anlamalara karşı koruyucu bir zırha bürünmüş ama hayalleri darmadağınık, alaycı bir insan olmuştum. Bu zırh, beni yalnızlığa –ve korkuya- mahkûm etmiş olan kendi hapishane duvarlarına dönüşmüştü. Yabancı bir dünyaya rağmen kendi hayatımı yaşamak konusunda sarsılmaz bir kararlılıkla yola çıkmıştım ve ulaştığım nokta işte buydu: dıştan her şeye ve herkese meydan okuyan, içten içe korkmuş, ayakta durabilmek için çılgın gibi destek arayan bir kadın. Aradığım desteği alkolde bulmuştum ve alkolsüz bir yaşamı aklım almıyordu. Doktor bana bir daha içmemem gerektiğini söylediğinde, buna inanmayı bile göze alamadım. İhtiyacım olan alkolü, sarhoş olmadan içebilecek kadar toparlamaya çalışmalıydım kendimi. Ayrıca, doktor beni nasıl anlayabilirdi ki? O, içen bir insan değildi; ne bir içkiye ihtiyaç duymanın nasıl bir şey olduğunu ne de alkol isteği bastırdığında bir içkinin insana neler yapabileceğini bilebilirdi.

Çölde değil normal bir dünyada yaşamak istiyordum ve benim için normal bir dünya, içen insanlarla birlikte olmak demekti; bu, dünyadaki içki içmeyenlere yer yoktu. Kendim içmeden, içen insanlarla beraber olamayacağımdan emindim. Bu konuda haklıydım: içmeden hiç kimsenin yanında rahat hissetmiyordum kendimi. Hiçbir zaman da hissetmemiştim. Tüm iyi niyetime ve hastane duvarları arkasındaki korunaklı hayatıma rağmen, ne yapıp etmiş birkaç kez sarhoş olmuştum. Bu beni hem şaşırtmış hem de çok kötü sarsmıştı. Doktorum bana ‘Adsız Alkolikler’ kitabını tam bu sırada verdi. İlk birkaç bölüm önümde yepyeni bir dünyanın kapılarını açtı. Dünyada böyle hisseden ve davranan tek insan ben değildim. Deli ya da ahlaksız da değildim –hastaydım ben. Adı (şeker hastalığı, kanser ya da verem gibi) ve belirtileri olan gerçek bir hastalıktı bu, bir namus lekesi değil! Ama birdenbire  bir engel çıktı önüme. ‘Din’ sözcüğüne tahammül edemiyordum; Tanrı’dan ya da azizlerden söz etmekten hoşlanmıyordum. Eğer tek çıkış yolu bu idiyse, bana göre değildi. Ben bir entelektüeldim ve duygusal değil entelektüel bir cevap istiyordum. Bunu doktoruma da kesin bir dille anlattım. Bir desteği bırakıp, hele hele böylesine elle tutulamayan ve belirsiz bir başka desteğe sarılmayı değil, kendi ayaklarım üzerinde durabilmeyi öğrenmek istiyordum.

Haftalar geçti. Bu arada kitabı okumaya devam ediyordum ve okudukça da daha fazla umutsuzluğa kapılıyordum. Sonra bir mucize oldu. Bu herkes için bu kadar ani olmuyor. Ben, içimi müthiş olduğu kadar da haklı bir öfkeyle dolduran bir krize sürüklendim. Umarsızca, burnumdan soluyarak iyileşme ve yeniden içme planları yapıyor ve ‘Onlara göstereceğim’ diyordum. O sırada yatağımın üzerinde açık duran kitapta bir cümle çarptı gözüme. ‘Öfke ile yaşayamayız’. Bütün duvarlar yıkıldı ve içeri ışık doldu. Tuzakta bir av değildim. Çaresiz değildim. Özgürdüm! ‘Onlara göstermek için’ içmek zorunda değildim. Bu, ‘din’ değildi –özgürlüktü bu–. Öfke ve korkudan kurtuluştu; mutluluğu ve sevgiyi tanıma özgürlüğüydü. Kendi gözlerimle görmek için, benimle aynı derdi çekmiş olan bu olağandışı grubun bir toplantısına gittim.

Kitaplarım ve rüyalarımdan oluşan özel dünyamdan çıkıp gerçek dünyayla yüz yüze geldiğim günden itibaren, herhangi bir topluluğa girdiğim her sefer kendimi bir yabancı gibi hisseder ve onlara katılabilmek için bir kadeh içkinin rahatlatıcı etkisine sığınırdım. O gün de Brooklyn’de yabancılarla dolu bu eve girerken titriyordum –ama birdenbire, nihayet evime, benim gibi insanlarla dolu evime girdiğimi anladım. Bu, kurtuluştu, yani ‘yuvaya dönmek’ti. Artık yalnız değildim. Bu, yeni, dopdolu ve çok mutlu bir yaşamın başlangıcıydı; bense böyle bir yaşamın varlığından bile habersizdim, böyle bir yaşamın mümkün olabileceğine ihtimal dahi vermiyordum. Dostlar bulmuştum; benim ne düşündüğümü ve neler hissettiğimi benden daha iyi bilen, tamamen hayal mahsulü kırgınlıkların sonucu kendimi mahkûm ettiğim yalnızlık ve korku hapishaneme dönmeme izin vermeyen dostlar. Onlarla konuşunca her şey birdenbire aydınlandı ve ben gerçek ‘ben’i gördüm. Ben de onlar gibiydim. Hepimizin değişik huyları, korkuları, sevdiği ve sevmediği şeyler vardı. Birdenbire kendimi bütün kusurlarımla, ben olarak kabul edebildim –hepimizin bir kusuru yok muydu zaten? Bu kabullenme ile birlikte içime huzur doldu ve daha önce tahammül edemediğim huylarımla ilgili bir şeyler yapabilmek için müthiş bir istek ve güç hissettim kendimde. Ama hepsi bu değildi.

Dostlarım, üzüntülü ya da sinirli olduğum zamanlarda beni içine çekmek için ağzını açmış bekleyen o karanlık boşlukla nasıl başa çıkabileceğimi biliyorlardı. Bizim gibi uzun süredir gerçeklerden kaçan insanların kendilerini hep huzurlu ve güvenli hissetmeleri için düzenlenmiş somut bir program vardı. Ben 12 Basamak’ı yaptıkça, yıllardır peşimi bırakmayan başıma her an bir felaket gelebilir duygusu yavaş yavaş dağıldı. Olmuştu işte, başarmıştım!1939’dan beri AA’nın etkin bir üyesiydim ve sonunda kendimi insanlığın yararlı bir parçası olarak görüyorum. İnsanlığa verecek bir şeyim var şimdi. Gariptir, içki yüzünden ızdırap çekmiş bir kişi olarak, yaşamla yüz yüze gelmeye çalışırken tökezleyip düşen kişilere yardım etmek, onları rahatlatmak konularında çok başarılıydım. Benim gibi olan sayısız insanın mutluluğunda payım olduğunu bilmekten müthiş bir zevk alıyorum. Yeniden çalışabilmem, hayatımı kazanabilmem yine önemli, ama ikinci derecede kalıyor. Bir zamanlar teslim olmamakta gösterdiğim inatçılık artık geçti, şimdi bir gün içinde pek çok kez ‘Tanrım, benim değil senin dediğin olur’ diyorum ve gerçekten inanıyorum buna.

 

(5) AVRUPA’DAN BİR İÇKİCİ

“Bira ve şarap cevap değildi.”

Avrupa’da, bu bölge Almanya’ya katıldıktan kısa bir süre sonra Alsace’da doğdum. Annemle babam içten içe benim papaz olmamı istiyordu. Birkaç yıl, sınırın hemen ötesinde İsviçre’de Basel’de evime 6 mil mesafede bir din okuluna gittim. Fakat, iyi bir Katolik olmama rağmen, manastır yaşamı bana pek hitap etmiyordu. Çok genç yaşlarda koşum takımları yapan bir ustanın yanına çırak gittim ve burada döşemecilik konusunda hatırı sayılır bir bilgi sahibi oldum. Günde bir litreye yakın şarap içiyordum, ama bu yaşadığım yere göre çok normal bir miktardı. Herkes şarap içiyordu. Ve şu da bir gerçek ki hiç kimse zil zurna sarhoş olmazdı. Fakat ilk gençlik yıllarımda birkaç kişi hatırlıyorum ki kasabanın önemli kişileri onlara acıyarak kafalarını sallar, hatta bazıları çok fazla içtiği için ‘Şu ayyaş Henri’, ‘Zavallı Jules’ derlerdi. Hiç kuşku yok ki bunlar kasabamızın alkolikleriydi.

Askerlik mecburi idi. Ben de askerliğimi kendi yaşıtlarımla birlikte Alman birliklerinde kaz adımı yürüyerek ve Boxer Ayaklanması sırasında Çin’e giderek yaptım. Bu benim evden ilk uzaklaşmamdı. Yabancı ülkelerde, memleketinde içmeye meraklı olmayan çoğu asker yeni ve kuvvetli içkileri içmeyi öğrenirdi. Böylece ben de silah arkadaşlarımla birlikte Uzak Doğu’nun bize sunduğu her şeyi denedim. Ama yine de sonuçta ağır alkollü içkilere alıştığımı söyleyemem.

Almanya’ya dönünce çıraklık devremi bitirmek için işe koyuldum. Bu arada he zamanki gibi şarabımı da içiyordum. Aile dostlarımızın çoğu Amerika’ya göç etmişti. 24 yaşındayken ben de ülkemde hiçbir zaman bulamayacağım fırsatları Amerika’nın önüme serdiğine karar verdim. Dosdoğru orta-batıda, büyümekte olan bir endüstri kentine geldim; zaten o zamandan beri de hemen hemen hep burada yaşadım. Amerika’ya benden önce gelmiş arkadaşlarım tarafından çok sıcak karşılandım. Buraya gelişimden birkaç hafta sonra Amerika’ya göç etmiş Avrupalıların benim için verdikleri bir davete katıldım. Ve daha başından Amerikan şarabının kalitesinin düşük olduğuna karar verip bira içmeye başladım. Şarkı söylemeyi hep sevmişimdir ve bundan dolayı da bir Alman şarkı topluluğuna katıldım. Topluluğun bir kulübü vardı. Akşamları gidip bu kulüpte oturur, arkadaşlarla birbirimize eski memleket anılarımızı anlatır, hepimizin çok iyi bildiği şarkıları söyler, içkisine kâğıt oynar ve bol bol bira içerdik.

O zamanlar herhangi bir bara gider, bir-iki bira içip çıkar ve içkiyi de aklımdan çıkarıp atabilirdim. Bütün bir sabah ya da öğleden sonra bir masada oturup içki içmek aklımın ucundan bile geçmezdi. Yani, o zamanlar ‘ya yap ya bırak’ diyebilenlerdendim. Ailemde hiç ayyaş yoktu. Kadın ya da erkek, hepsi hayatları boyunca içki olarak sadece şarap içmişti ve kırk yılda bir, özel bir kutlama vesilesiyle sarhoş olsalar bile, ertesi gün sağlam kafayla işlerinin başında olurlardı. Sonra içki yasağı başladı. Yasalara saygılı bir insan olarak, ulusal iradeye teslim oldum ve içkiyi tümüyle bıraktım; ama bunu, içki sağlığa zararlı olduğu için değil de alışkın olduğum miktarlarda alkol bulamadığım için yapmıştım. Bilindiği gibi, günde iki-üç bira ya da arada bir, bir kadeh viski içenler yasak konulunca kolayca vazgeçtiler içkiden. Bununla beraber, çoğumuz için içki yasağı pek uzun sürmedi. Yasağın pek uzun sürmeyeceğini anlamıştık. Çok geçmeden evde içki yapmak çok olağan oldu ve insanlar eski yemek kitaplarından şarap yapma tarifleri bulup çıkardılar.

Hemen hemen iki yıldır ağzıma içki koymamıştım ve hâlen de kentimizin en önemli endüstri kollarından biri olan şilte yapımcılığında kendi fabrikamı kurmuştum. Bu alanda ve döşemecilik konusunda işlerim çok iyi gidiyordu. Öyle görünüyordu ki orta yaşlara geldiğimde maddi açıdan enikonu iyi durumda olacaktım. Bu arada evlenmiştim ve geçindirmek zorunda olduğum bir evim vardı. Tüm göçmenler gibi, kendimi ispat etmek, bir yerlere ulaşmak istiyordum ve çabalarımın mükafatını görmek beni çok mutlu ediyordu. İçki içilen o eski günleri aramıyor değildim ama alkole, hatta biraya bile, öyle belirgin bir istek duymuyordum. Evde içki yapma konusunda çok başarılı olan arkadaşlarım beni evlerine davet etmeye başladılar. Ben de ‘Bu işi onlar yapabiliyorlarsa ben de deneyebilirim’ diye düşündüm. Denedim de. Çok geçmeden çok kaliteli içki yapabiliyordum. İçmeye alışkın olduğum içkilerden çok daha sertti yaptığım içki, ama hiç aklıma gelmeyen bir şey vardı: Bu içkiden devamlı içen biri, giderek daha da sert bir içki isteyebilirdi.

Çok geçmeden kaçak içki yapımcılığı, diğer kentlerde olduğu gibi bizim kentte de bir kurum hâline geldi. İşim çok iyi gidiyordu ve kentte dolaşırken bir içki içmek için sık sık kaçak meyhanelere davet ediliyordum. Giderek bu meyhanelere daha sık gitmeye başladım. ‘İş konuşuyoruz’ diyordum. Bir süre sonra, artık mazeret bile söylemez oldum. Kaçak meyhanelerde sadece viski satılırdı. Bira çok yer kaplıyordu ve dolayısıyla polis geldiğinde dökmek üzere tezgâh altında tutmak zordu. Bu arada benim de içme alışkanlığım değişiyordu. Artık sert içki içmeye ve sabahları, daha önce hayatımda hiç olmadığı kadar kötü mide bulantıları ve baş ağrıları ile uyanmaya başlamıştım. Bunları, tıpkı eskiden olduğu gibi, kalktıktan kısa bir süre sonra atlayabiliyordum. Fakat sonra bu sıkıntılar gitgide öyle arttı ki toparlanabilmek için mutlaka bir sabah içkisi içmem gerekiyordu. Artık periyodik bir içkiciydim.

Kurduğum döşemecilik işini küçültmüştüm; evimin arkasındaki küçük dükkânda çalışıyordum. Zar-zor alabildiğim işleri de içkiciliğim yüzünden kaybettiğimi görünce karım bana giderek daha çok kızıyordu. Eve ve dükkâna içki getiriyor, şişeleri hem evde hem de dükkânda kimsenin bulamayacağı şekilde sağa sola saklıyordum. Bir alkoliğin yaşadıklarının tümünü yaşadım çünkü ben de artık kesinlikle alkolik olmuştum. Arada bir, birkaç haftalık bir içki maratonundan sonra kendime geldiğimde, gerçekten içtenlikle içkiyi bırakmaya karar veriyordum. Bu kararlılıkla sakladığım bütün içkileri döküyor, ağzıma bir daha hiç içki koymayacağıma yemin ediyordum. Kendimi toparlayacağım diyordum. Aradan dört beş gün geçince yok ettiğim şişeleri bulabilmek için dükkânın ve evin altını üstüne getiriyor, aptallığıma belalar okuyordum.

Giderek daha sık içer oldum, öyle ki artık olabildiğince az çalışıyordum; o da ancak eve biraz para götürmem gerektiğinde. Evin parasını sağladıktan sonra, döşemecilik işinden gelen kazanç olduğu gibi alkole gidiyordu. Bana verilen işleri yapmaya söz veriyor, sonra da yapmıyordum. Müşterilerimin güvenini kaybetmiştim; işimi ayakta tutabilmemin tek nedeni iyi bir usta olmamdı; herkesin gözünde ben bir sanatçıydım. Müşterilerim benim için ‘Ayıkken bu işin en iyisi’ derlerdi. Bu kadar çok içtiğim için bana acımakla beraber, hâlâ iç geçirenler de vardı. Çünkü er ya da geç bitirdiğimde yaptığım işin çok iyi olduğunu biliyorlardı.

Her zaman iyi bir Katolik olmuştum. Belki dinimin bütün icaplarını yerine getirmiyordum ama âyinlere elimden geldiği kadar düzenli bir şekilde gidiyordum. Tanrı’nın varlığı ile ilgili hiçbir kuşku duymuyordum ama bir zamanlar kilise korosunda yer almama rağmen, artık kiliseye de daha az gider olmuştum. Ne yazık ki içki sorunum konusunda kilise papazına danışmak gibi bir isteğim yoktu. Aslında bunu yapmaktan korkuyordum çünkü verebileceği cevap ürkütüyordu beni. Belli aralıklarla kiliseye gidip günah çıkartanların aksine ben ‘alkol günahımı’ papazın önünde itiraf edemiyordum. Buna rağmen alkolün beni pençelerine aldığının farkındaydım ve bırakmak istiyordum. Eşim gazete ilanlarından alkol bağımlılığından kurtulmayı vadeden tedavi reçeteleri kesiyor, bunları hazırlayıp kahveme karıştırıyor, bana içiriyordu. Bazı tariflere göre kendim de ilaç yapıp deniyordum. Hiçbirinin en ufak bir yararı bile olmadı. Sonra hayatımı kurtaran o olay oldu; alkolik bir doktor görmeye geldi beni. Hiç de vaaz verir gibi konuşmuyordu. Aslında tam benim anlayacağım gibi konuşuyordu. Bana, içkiyi bırakmak isteyip istemediğim dışında hiç soru sormadı. Bütün içtenliğimle ‘Evet, bırakmak istiyorum’ dedim. Buna rağmen, kendisinin de aralarında bulunduğu bir grup alkoliğin içki sorunlarının üstesinden nasıl geldiklerini ayrıntılarıyla anlatmadı bana. Sadece, içlerinden bazılarının benimle konuşmak istediklerini ve beni görmeye geleceklerini söyledi. O zamanlar bu doktorun bildiklerini bilen sadece dört-beş kişi vardı; şimdi ise sayıları yetmişi aşıyor. Şimdi anlıyorum ki içkiyi bırakmak isteyen alkoliklere bu adamları göndermesi, onları bu işle meşgul etmesi de ‘tedavi’nin bir parçasıydı. Onlara kendi amacını aşılamıştı; öyle ki hangi saatte ve nerede olursa olsun doktorun gitmelerini istediği yere gitmeye hazır ve istekliydiler. Doktor, bu görevin onları güçlendireceğini biliyordu. Bunun sonraları bana da çok yararı oldu. Bu insanların ziyareti beni derinden etkiledi. Vaazların ve duaların üzerimde hemen hiçbir etkisi olmazken, bu insanları dinledikçe dinleyesim geliyordu. Ayık olduklarını gözlerimle görüyordum.

Beni görmeye gelen üçüncü adam bir zamanlar çok başarılı bir iş adamıydı. Birkaç yılda en tepeden aşağılara inmiş, barlarda görmeye başlamış, tüm saygınlığını yitirip aşağılanmaya başlamıştı. Bana söylediğine göre kurtuluşun yanıtını bulduğunda hemen hiçbir şey kalmamıştı elinde. Şöyle dedi bana, ‘Sen hep insanoğlunun yolunu denedin ve hep başarısız oldun. Tanrı’nın yolunu denemezsen hiçbir zaman başarılı olamazsın.’ Derdime çarenin bu sözcüklerle dile getirildiğini duymamıştım o güne kadar. Birkaç cümle ile Tanrı bir kişilik kazanmıştı. Dostum bana O’nun benimle, bir alkolikle ilgilendiğini söylüyordu; yapmam gereken tek şey O’nun yolunu izlemekti. O’nun yolundan gittiğim sürece alkol isteğimi yenebilecektim. Ve ben o anda, orada denemeye hazırdım, ama bu işi nasıl yapabileceğim hakkında pek bir şey bilmiyordum. Yine de bu işin sadece kiliseye gitmek ve ahlaklı bir yaşam sürmekten ibaret olmadığını seziyordum. Eğer yapmam gereken sadece bunlarsa, aradığım cevabı bulduğum konusunda ciddi kuşkularım vardı doğrusu. Adam benimle konuşmayı sürdürerek, temel kavramın ‘sevgi’ ve dinimizin buyruğu gibi ‘Komşunu da kendini sevdiğin gibi sev’ olduğunu söyledi. Bu noktadan hareket eden ve bu kuralı izleyen bir kişinin bencil olması mümkün değildi. Bunu anlayabiliyordum. Bir kişinin bencil olması mümkün değildi. Bunu anlayabiliyordum. Ayrıca, tümüyle dürüst davranmaya hazır değilsem, Tanrının beni İlahi Yasayı izleyen kulu olarak kabul etmeyeceğini de söyledi. Bu çok mantıklıydı. Dinim de bunu öğretmişti bana. Bunu biliyordum, ama yalnızca kâğıt üzerinde. Konuşmamız sırasında kişisel ahlak konusuna da değindik. Herkesin buna benzer bir sorunu vardır ama biz fazla üzerinde durmadık. Ziyaretçim çok iyi biliyordu ki Tanrı’nın iradesini izledikçe soruların yanıtını kendim bulacaktım.

Hemen o gün tüm irademi Tanrı’ya teslim ettim ve bana yol göstermesini istedim. Fakat bu teslimiyeti asla, bugün teslim oldum yarın da unutur giderim diye düşünmedim. Çünkü yolun daha en başında şunu anlamıştım: Bu, Tanrı ile benim aramda her gün yenilenmesi gereken bir sözdü ve ben verdiğim sözü bir ömür boyu tutacaktım. Böylece dua etmeye başladım ve bütün sorunlarımı Tanrının ihtimamına teslim ettim. Bu böyle uzunca bir süre devam etti; ilk başta ne yaptığımı pek bilmiyordum ama çok samimiydim. Sahtekârlık yapmak istemiyordum. Ve sonra, her gün öğrendiklerimi yaşama geçirmeye başladım. Çok geçmeden doktor dostum, kendi deneyimlerimi aktarayım diye beni bir başka alkoliğe gönderdi. İşte bu görev, alkolik dostlarla haftalık toplantılar ve bir gün daha içmemek için Tanrı’ya günlük yakarışlarım, başka hiçbir şeyin başaramadığını başardı ve ben ta o ilk günden beri bir daha içmedim.

Şimdi yıllardır ayığım. Pek çok şey oldu; işimdeki aksilikler, küçük üzüntüler, karamsarlıklar bazen beni yeniden içkiye başlamanın eşiğine getirdi ama ben ilerlemeye devam ettim. İlerleme kaydettikçe günbegün içkiye daha kolay karşı koyabiliyorum. Üzüldüğümde, bir anlaşmazlık ortaya çıktığında, diğer insanlarla bir uyumsuzluğum olduğunda, Tanrı ile aramdaki uyumun da bozulduğunu biliyorum. Nerede hata yaptığımı araştırdığımda, yanlışımı bulup düzeltmek hiç de zor olmuyor. Çünkü ben hem kendime hem de başkalarına şunu ispat ettim: Tanrı insanı, insan kendisini O’nun ihtimamına bıraktığımda, ayık tutacaktır.

 

(6) KISIR DÖNGÜ

“Güneyli bir satıcının inadını kırıp Philadelphia’da AA’ya Katılışının öyküsü”

Washington, 8 Ocak 1939 hayatımın dönüm noktası oldu. Xhristhmas’dan önce başlamıştı ve her şey bu iki hafta içinde olup bitti. İlk önce, yeni eşim tüm eşyalarını ve mobilyalarını alıp gitti; ardından ev sahibim beni boş evin kapısına koydu ve perde son işimden kovulmamla kapandı. Sonraki birkaç günü otellerde, bir geceyi hapiste geçirdikten sonra kendimi, elim ayağım titreyerek, suratımda birkaç günlük sakal ve –tabii ki- beş parasız annemin kapısına dayanmış buldum. Bunların çoğu daha önce de başıma gelmişti ama şimdi her şey bir arada olmuştu. Bence işim artık bitikti. Geldiğim nokta buydu işte: 39 yaşında tam bir insan enkazı. Neye el attıysam elimde kalmıştı.

Annemin beni eve almak için bir şartı vardı: elbise ve ayakkabılarımı ona verecek, küçük bir kiler odasında kilit altında oturacaktım. Bunu daha önce de yapmıştı. Jackie beni bulduğunda işte bu durumdaydım; iç çamaşırlarıyla portatif bir karyolada, bir sıcak bir soğuk ter dökerek, yüreği normal olmayan bir hızla atar ve bütün vücudu dayanılmaz biçimde kaşınan bir adam. Her nasılsa o güne kadar hiç DT yaşamamıştım. O zamana kadar kimseden yardım istememiştim; isteyeceğim de yoktu ama okul arkadaşım Fitz, Jackie’yı beni görmeye gelmesi için ikna etmişti. İki ya da üç gün sonra gelmiş olsaydı onu görmeyi kabul etmezdim. Ama beni çok çaresiz bir günümde yakalamıştı.

Jackie akşam saat yedi civarında geldi ve sabah üçe kadar konuştu. Söylediklerinin çoğunu hatırlamıyorum ama yaşadıkları itibarıyla tıpatıp bana benzeyen bir insanla karşı karşıya olduğumun farkındaydım. O da aynı benim gibi meyhanelere gitmiş, hapse girmiş, işini kaybetmiş, aynı hüsranları, aynı sıkıntıları ve aynı yalnızlıkları yaşamıştı. Deneyimlerinin, benim deneyimlerime göre fazlası var eksiği yoktu. Yine de mutlu, rahat, kendine güvenli görünüyordu.

Zannederim alkolizme doğru ilk adımı ben okulda attım. Bütün dinler ve kiliseler itici gelmeye başladı bana. Her yemekten önce İncil okur, Pazar günleri de dört kez ayin yapardık. İçimde öyle bir isyan duygusu uyandı ki düğün ve cenazeler dışında bir daha asla kiliseye gitmemeye yemin ettim.

Babam kendisi gibi tıp eğitimi yapmamı istediği için 17 yaşında üniversiteye girdim. İlk içkimi burada içtim. Bunu çok iyi hatırlıyorum çünkü ondan sonra içtiğim her ‘ilk’ içki aynı şekilde etkiledi beni –alkolün ayak parmaklarıma kadar vücudumun bütün hücrelerine yayıldığını hissediyorum. Fakat o ‘ilk’ten sonra içtiğim her kadehin etkisi bir öncekinden daha az olurdu; öyle ki 3-4 kadehten sonra içkinin tadı su gibi gelirdi. Ben hiç neşeli bir sarhoş olmadım. İçtikçe sessizleşir ve sarhoş olunca da ayık kalabilmek için daha fazla çaba sarf ederdim. Kısacası, içmekten hiç zevk almadım ben –bir toplulukta uzun süre en ayık görünen ben olurdum. Ama sonra birdenbire toplantının en sarhoş kişisine dönüşüverirdim. Daha ilk gece filmi kopardım; bu da beni ömrümün ilk kadehini içtiğim andan itibaren alkolik olduğuma inandırıyor.

Üniversitedeki ilk yılımda sınavları zar zor geçtim; o yıl asıl başarıyı poker ve içkide göstermiştim. Hiçbir öğrenci birliğine katılmadım çünkü herhangi bir bağlılık istemiyordum. O yıl sadece haftada bir ya da iki defa, sadece akşamları içtim. İkinci yıl ise içki sefalarım aşağı yukarı hafta sonlarıyla sınırlıydı. Fakat akademik başarısızlık nedeniyle neredeyse okuldan atılıyordum.

1917 yılının ilkbaharında okuldan atılmamak için aniden bir ‘vatansever’ kesildim ve orduya katıldım. Ben, ordudan, girdiği rütbeden daha küçük bir rütbeyle ayrılanlardanım. Çavuş olarak girmiş er olarak çıkmıştım. Bunu başarabilmek için gerçekten aykırı bir tip olmak lazım. Orduda bundan sonra geçirdiğim iki yıl içinde benim kadar bulaşık yıkayıp patates soyan yoktur herhâlde. Bu arada, belirli aralıklarla içen bir alkolik olmuştum; bu aralıkların süreleri içki içme fırsatının çıkmasına bağlıydı. Yine de her nasılsa hiç hapse atılmamayı başardım. Ordudaki son içki alemim 1918 Kasım’ında, ayın 5’inden 11’ine kadar sürdü. Ayın 5’inde telsizle ertesi gün mütareke imzalanacağı haberini almıştık (bu doğruluğu kesinleşmemiş bir rapordu); böylece ben de bunu kutlamak için birkaç bardak konyak içtim. Ardından bir kamyona atladım ve izinsiz olarak birliğimden ayrıldım. Ondan sonra hatırladığım ilk yer karargâhtan kilometrelerce uzaktaki Bargle Duc’tü.

Kasım’ın 11’iydi. Gerçek Mütareke imzalandığı için ziller çalıyor, düdükler ötüyordu. Ben ise uzamış sakallarım, yırtık ve pis elbiselerimle Fransa’da nerelere gittiğimi hiç hatırlamıyordum. Ama tabii Fransızlar için bir kahramandım. Kampa geri döndüm. Kaçakçılığımın üzerinde hiç durulmadı çünkü savaş bitmişti. Fakat yaptıklarımı düşündükçe bir şeyi çok iyi anlıyordum: 19 yaşında bir alkoliktim ben.

Savaş bitince Batimore’a ailemin yanına döndüm. Üç yıl ufak tefek işlerde çalıştıktan sonra yeni kurulmuş olan bir ulusal finans şirketinde ilk on çalışan arasında yönetici olarak işe başladım. Bu iş benim için büyük bir fırsattı ama ben bu fırsatı kaçırdım! Bu şirketin şu andaki yıllık cirosu 3 milyar doların üstünde. Üç yıl sonra, 25 yaşındayken bu şirketin Philadelphia bürosunu kurup başına geçtim. O zamana kadar kazandığımdan daha fazla kazanıyordum. Sevilen bir elemandım fakat iki yıl sonra sorumsuz bir ayyaş olarak kara listeye alınmıştım. İşime son verildi.

Bir sonraki işim Mississipi’de eski bir petrol şirketinde satış bölümündeydi. Çabucak önemli bir mevkiye yükselip herkesin takdirini kazandım. Fakat çok kısa bir süre içinde şirketin arabalarından ikisini devirdim –ve bir kez daha işten atıldım. İlginçtir, beni kovan üst düzey yöneticiye daha sonra New York’taki AA grubuna katıldığımda rastladım. Kendisi de aynı korkunç sıkıntıları yaşamıştı ve o sırada iki yıldır ayıktı.

Çalıştığım petrol şirketi iflas ettikten sonra Baltimore’a annemin evine döndüm çünkü ilk karım beni terk edip gitmişti. Bu defa bir ulusal lastik şirketinde iş buldum. Şirketin şehir satışları politikasını yeniden düzenledim ve on sekiz ay sonra –o zaman otuz yaşındaydım- şube yöneticisi olmam teklif edildi. Bu terfiye bağlı olarak da şirketin büyük toplantısına katılmak ve en tepedekilere bu işi nasıl yaptığımı anlatmak üzere Atlantic City’e gönderildim. Bu arada sadece hafta sonları içiyordum: son bir aydır da bir yudum bile içmemiştim.

Kalacağım otele gidip odama çıktım. Yazı masasının üzerindeki bardağın altında bir kart vardı ve kartta şöyle yazıyordu: “Toplantı süresince kesinlikle içki içilmeyecektir”. İmza şirketin başkanına aitti. Bu bardağı taşıran son damla oldu. Kim, ben mi? Bir kuyruklu yıldız! Toplantıda konuşmak üzere çağrılan tek satış temsilcisi! Pazartesi günü en büyük şubelerden birinin başına geçecek olan adam. Onlara günlerini gösterecektim! Şirketten kimseye bir daha yüzümü görmek nasip olmadı –on gün sonra telgrafla istifamı gönderdim. İşler güç olduğu zaman ve işin kendisi beni zorladığı zaman içmeden durabiliyordum, fakat işi kavrayıp sorunları denetim altına aldığımda patronun takdirini kazandığım anda yeniden içmeye başlıyordum.

Alışılagelmiş işler beni sıkıyordu, fakat son derece zor bir işi rahatlıkla üstleniyor ve tümüyle kontrolüm altına alıncaya kadar gece-gündüz çalışıyordum. Ondan sonra her şey çok tekdüze hâle geliyordu ve işe olan bütün ilgimi kaybediyordum. Hiçbir zaman işin sonunu getirmiyor ve her defasında sarf ettiğin çabanın bir ödülü olarak o ‘ilk’ içkimi içiyordum. Lastik işinin ardından otuzlu yıllar, yani Büyük Buhran yılları geldi ve düşüş başladı. AA’nın beni bulmasından önceki 8 yıl kırktan fazla değişik işte çalıştım –satıcılık yapıyor, seyahat ediyordum ve hep aynı şey oluyordu. Üç-dört hafta, bir yudum içki içmeden, deli gibi çalışıyor, para biriktiriyor, birkaç fatura ödüyor ve sonra da kendimi bir kadeh içkiyle ‘ödüllendiriyordum’. Ardından yine beş parasız, ülkenin değişik yerlerinde ucuz otellerde kalıyor, orada burada hapse düşüyor ve hep aynı duyguya kapılıyordum “Ne yararı var –hiçbir şeye değmez.” Ve her film kopuşunda –zaten ne zaman içsem sonrasını hatırlamıyordum-, o içimi kemiren korkuyu duyuyordum: Bu defa neler yaptım acaba?

Bir keresinde ne yaptığımı öğrendim. Çoğu alkolik ucuz bir sinemaya girip karanlıkta içer, uyur, sonra uyanır, yine içer. Bir gün ben de içki şişemi alıp sinemaya girdim. Akşam üzerine doğru çıktım ve bir gazete aldım. Gazetedeki küçük bir haberde o gün öğle saatlerinde sinemada baygın bulunduğumu, ambulansla hastaneye götürüldüğümü ve midemin yıkandığını ve sonra da salıverildiğimi okuyunca ne kadar şaşırdığımı artık siz tahmin edin. Belli ki hastaneden çıkınca, daha önce olanları hiç hatırlamaksızın bir şişe içki alıp yeniden aynı sinemaya gitmiş, birkaç saat oturup eve gitmek üzere çıkmışım. Aktif bir alkoliğin zihinsel durumunu anlatmak imkânsızdır. Tek tek insanlara karşı en ufak bir kinim yoktu –kötü olan tüm dünyaydı. Kafamda hep aynı düşünce vardı: Dünyanın ne anlamı var? İnsanlar savaşıyor, birbirlerini öldürüyorlar; başarı için mücadele ediyor, birbirlerinin gırtlağını kesiyorlar. Bütün bunların kimseye en ufak bir yararı var mı? Ben de başarılı olmadım, iş dünyasında olağanüstü işler başarmadım mı? Bana ne faydası var bunların? Hiçbir şey doğru gitmiyor. Her şeyin canı cehenneme!

İçkili yaşamımın son iki yılında, her sarhoş oluşumda, tekrar uyanmayayım diye dua ediyordum. Jackie ile karşılaşmadan üç ay önce de ikinci defa intihar girişiminde bulunmuştum. İşte o 8 Ocak’ta beni Jackie’yi dinlemeye iten geçmişim buydu. İki hafta hiç içmeden yaşayıp Jackie’ye dört elle sarıldığımda, birden kendimi rehberimin rehberi konumunda buldum. Çünkü Jackie yeniden içmeye başlamıştı. Jackie bana AA mesajını getirdiğinde, kendisinin yalnızca bir aydır içmediğini öğrenmek çok şaşırmıştı beni. Her neyse, New York grubundan yardım istedim. Onlarla henüz tanışmamıştım ve Jackie ile benim New York’a gitmemizi önerdiler. Ertesi gün gittik. Ne yolculuktu ama! Kendimi gerçekten içki içmeyen bir insanın gözüyle görüyordum. Doğru Hank’ın evine gittik. Hank 11 yıl önce Mississipi’de beni işten kovan adamdı. Onun evinde AA’nın kurucusu Bill’le tanıştım. Bill üç yıldır, Hank iki yıldır içmiyordu. O zamanlar her ikisinin de ‘kaçık’ olduğunu düşünüyordum, çünkü sadece dünyadaki sarhoşları değil normal insanları da kurtaracaklarını söylüyorlardı! Birlikte olduğumuz o ilk hafta sonunda yalnızca Tanrı’dan, benim ve Jackie’nin hayatlarımızı nasıl düzene sokacaklarından söz ettiler. O günlerde gerçekten sebatla ve sık sık vicdan araştırması yapıyorduk. Her şeye rağmen, yeni dostlarımı seviyordum, çünkü onlar bana benziyordu, benim gibiydiler. En olmadık zamanlarda içip bir çuval inciri berbat etmiş içkicilerdi. Onlar da falanca kente gidiyoruz diye bir trene binmiş, gittikleri yerin tam aksi yönünde ve yüzlerce mil uzağında, oraya nasıl geldikleri hakkında en ufak bir fikirleri olmaksızın, bir başka yerde bulmuşlardı kendilerini. İçkiliyken hep aynı şeyleri yapmıştık.

Birlikte olduğumuz o hafta sonu New York’ta kalmaya ve ‘Tanrı meselesi’ dışında, söyledikleri her şeyi denemeye karar verdim. Onların kendi düşünce biçimlerini ve alışkanlıklarını değiştirmeleri gerekiyordu; benim bir şeyim yoktu. Ben biraz fazla içiyordum, o kadar. Bana iyi bir fırsat ve biraz da para verilirse eski başarılarımı aynen tekrarlayacaktım. Üç haftadır içmiyordum, her şey düzelmişti ve kendi rehberimi bile tek başıma ayıltmıştım.

Bill ve Hank otomobil cilası üreten küçük bir şirket devralmışlardı. Bana da bir iş teklif ettiler. Haftada 10 dolar alacak ve Hank’ın evinde kalacaktım. Du Pont firmasını bile batırmak üzere işe atıldık. O sıralarda New York AA grubunda, ‘herkes kendi için’ ilkesiyle hareket eden 12 kişi vardı; gerçek bir formülümüz ya da adımız yoktu. Bir süre, bu arkadaşlardan birinin peşine takılıp onun dediklerini yapıyorduk. Aradan biraz zaman geçince bu arkadaşının yanıldığına kara verip bir başkasının yöntemini uygulamaya başlıyorduk. Fakat bir arada olduğumuz ve birbirimizle konuştuğumuz sürece ayıktık. Haftada bir gün Brooklyn’de Bill’in evinde toplanıyorduk. Hepimiz sırayla hayatımızın nasıl bir gecede değişiverdiğini, kaç sarhoşa yardım ettiğimizi ve tabii ki, Tanrı’nın hepimize tek tek nasıl yardım ettiğini anlatıyorduk. Nasıl da bir avuç kafaları karışmış idealistlerdik! Yine de kalbimizin ta içinde samimi bir amacımız vardı, o da içmemekti.

İlk birkaç ay, haftalık toplantılarımızda arkadaşlarımın huzuru açısından bir tehlikeydim ben, çünkü bizim sözcüklerimizle ‘manevi açı’yı ya da Tanrı’yla ilgili en küçük imayı bile her fırsatta yerden yere vuruyordum. Çok sonra, benden daha uzun süredir ayık olan arkadaşların beni gruptan atabilmek için bir yol bulabilmek umuduyla, fakat aynı zamanda hoşgörülü olabilmek ve inançlı kalabilmek için dua toplantıları yaptıklarını öğrendim. Bir türlü bir yanıt bulamıyorlardı. Çünkü hâlâ ayıktım ve her birinden yüzde on kâr ettikleri oto cilalarından bol miktarda satıyordum. Ve böylece Haziran ayına kadar kendi bildiğim yoldan yürüdüm. Haziran ayında oto cilası satmak için New England’a gittim. Çok iyi geçen bir haftanın sonunda, iki müşterim beni Cumartesi günü öğle yemeğine davet etti. Sandviç ısmarladık ve adamlardan biri ‘üç bira’ dedi. Ben kendi bardağıma elimi bile sürmedim. Bir süre sonra, öteki adam yine ‘Üç bira’ söyledi. Ona da elimi sürmedim. Ondan sonra sıra bana geldi ve ben de ‘Üç bira’ ısmarladım. Fakat bu defa işin şekli değişmişti. Madem para veriyorum, bari boşa gitmesin diye düşündüm. Böylece üç birayı da birbiri ardına içtim ve ‘Görüşürüz çocuklar’ deyip kendime bir şişe içki almak üzere dışarı çıktım. İçeride bıraktığım o iki kişiyi bir daha hiç görmedim.

AA’yı bulduğum 8 Ocak aklımdan tamamen çıkmıştı. Sonraki 4 günü New England’da yarı sarhoş dolaşarak geçirdim. Yarı sarhoş diyorum çünkü ne tam sarhoş olabiliyor ne de ayılabiliyordum. New York’ta AA ile bağlantı kurmaya çalıştım fakat çektiğim telgraflar geri geldi. Sonunda telefonla Hank’e ulaşabildiğimde ise telefon yüzüme kapandı. İşte o zaman gerçekten durup düşündüm. Hayatımda hiç olmadığı kadar büyük bir yalnızlık içindeydim, çünkü benim gibi olanlar dahi bana cephe almışlardır. Gerçekten acı çekiyordum, hem de hiçbir sarhoşluk sonrası çektiğime benzemeyen bir acı. O, yere göğe sığdıramadığım şüpheciliğim dağıldı gitti ve ilk kez gerçeği gördüm: Yürekten inananlar ya da hiç değilse kendilerinden yüksek bir Güç’e ulaşmak isteyenler, benden çok daha iyi durumda ve hayatlarından memnundular. Benim hiç tatmadığım bir mutluluğa erişmişlerdi. Elimdeki cila örneklerini, masraflarımı karşılayabilmek için satıp, birkaç gün sonra aklımı başıma toplamış olarak New York’a döndüm.

Arkadaşlarım tavrımın değişmiş olduğunu görünce beni yeniden aralarına kabul ettiler. Ama bu kez işi çok sıkı tutmak zorundaydılar. Eğer öyle yapmamış olsalardı, bu işi asla beceremezdim. Bir kez daha çok zor bir işi başarmak zorundaydım. Ama bu defa sonuna kadar gitmeye kararlıydım. Uzun bir süre kabullenebildiğim tek Yüksek Güç, grubun gücüydü ve en azından bir başlangıçtı çünkü o güne kadar bu kadarını bile yapmamıştım.

Bu başlangıç, aynı zamanda bir sondu. Çünkü 15 Haziran 1938’den sonra bir daha hiç yalnız kalmadım. Bu sıralarda Büyük Kitap yazılıyordu ve bu da her şeyi çok daha kolaylaştırdı. Artık 60 üyenin de üzerinde fikir birliğine vardığını ve ayık kalmak isteyen alkoliklerin izleyebileceği bir yol vardı ve bu formülün tek bir kelimesi bile değişmedi bugüne kadar. Bu arada zannederim arkadaşlarım kişiliğimin değiştiğine pek inanmıyorlardı. Çünkü hikâyemi kitaba almakta tereddüt ediyorlardı. Dolayısıyla onların edebi çabalarına tek katkım, Tanrı sözcüğünün “bizim algıladığımız bir Tanrı” olarak tanımlanmasıydı. Dini konularda kafasında hâlâ kuşkuları olan bir kişi olarak, maneviyatı ancak böyle kabullenebiliyordum.

Kitap yayınlandıktan sonra hepimiz var gücümüzle acı çekmekte olan alkoliklere yardım etmeye çalışıyorduk ama ben hâlâ daha tam anlamıyla AA’nın içinde değildim. Bütün faaliyetlere katılıyor, bütün toplantılara gidiyordum ama 1940 Şubat’ına kadar liderlik girişiminde bulunmadım. Bu tarihte Philadelphia’da çok iyi bir iş buldum ve eğer ayık kalmak istiyorsam benim gibi alkoliklerle birlikte olmam gerektiğini anladım. Böylece de kendimi yepyeni bir grubun ortasında buldum. Yeni arkadaşlarıma New York’ta neler yaptığımızı anlatıp programın manevi yönünden söz ettiğimde söylediklerimi kendim uygulamadığım sürece bana inanmayacaklarını gördüm. Sonra birden, bu manevi değişim veya kişilik değişimine girdikçe giderek daha huzurlu olduğumu fark ettim. Yeni gelenlere yaşam biçimleri veya davranışlarını nasıl değiştirmeleri gerektiğini anlatırken bir de baktım kendim de yavaş yavaş değişmeye başlamışım. O zaman kendime o kadar çok güveniyordum ki bir vicdan araştırmasına girmemiştim, fakat yeni gelen arkadaşıma nerelerde yanlış davrandığını anlatırken aslında kendi vicdan araştırmamı yapıyordum. Böylece anladım ki karşımdaki insanın değişimini bekliyorsam ben de değişmek için gayret etmeliydim. Bu değişim benim için çok uzun ve yavaş bir süreçti, ama yıllar içinde o kadar çok şey kazandırdı ki bana.1945 Haziran’ında bir hanım üyemizle hayatımın ilk ve tek 12. Basamak’ını, yani bir başka alkoliğe yardım etmek deneyimini yaşadım ve bir yıl sonra evlendik. Eşim ilk günden beri ayık ve bu benim için çok güzel bir şey. Birlikte arkadaşlarımızın kimi zaman kahkahalarını kimi zaman da gözyaşlarını, en önemlisi de AA yaşam biçimini paylaşıyoruz ve diğer alkoliklere yardım etmeye çalışıyoruz.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim; ne kadar gelişmiş ya da değişmiş olursam olayım ben bütün bunların sonu gelsin istemiyorum. Evimin yakınındaki AA toplantılarını mümkün olduğunca kaçırmamaya çalışıyorum. Son dokuz yıldır sadece bir komitede görevim var; ben üzerime düşeni yaptım; aynı şansı yeni gelenlere de tanımak gerekir diye düşünüyorum. Onlar bizlere göre çok daha uyanık ve ileriye dönük kişiler; AA’nın geleceği onların elinde. Şu anda eşimle ben Batı’da yaşıyoruz ve bölgemizdeki AA grubunda çok mutluyuz. İyi, yalın ve dost bir grup bu; tek arzumuz AA’ya sırtımızı dayayarak değil AA ile iç içe yaşamak. Sloganımız “Acele etme, acele işe şeytan karışır”. Ve hâlâ şöyle diyorum: 8 Ocak Washington’u aklımdan çıkarmadığım sürece, benim algıladığım Tanrı’nın yardımıyla mutlu bir ayık yaşam süreceğim.

 

(7) BİR GAZETECİLİK ÖYKÜSÜ

“Hayatı baştan sona yazmış, kendisi de şans eseri ortasından yakalayabilmiş bir gazetecinin öyküsüdür.”

Elimde bir edebiyat fakültesi diploması, ailesine tümüyle yabancılaşmış ve evli bir erkek olarak, mezuniyetimden kısa bir süre sonra İngiltere’de at yarışlarında müşterek bahis oynatan bir adamın yanında çalışmaya başlamıştım ve maddi durumum da emsallerime göre çok iyiydi. ‘Pub’larda ve spor kulüplerinde çok geniş ve neşeli bir çevrem vardı. Karım da benimle geziyordu ama bir çocuğumuz olacağını öğrenince büyük kente yerleşmeye karar verip bu komisyoncunun, yani müşterek bahis oynatan adamın yanında işe girmiştim. Görevim, iş çevrelerinden bahisle ve bahis kuponlarını toplamaktı ki bu da çok kârlı bir işti. Patronum kendince “büyük iş adamı”ydı. Bütün gün yaptığı tek iş içmekti.

Bir akşam son kontrolleri yaparken defterde tamamen benim dikkatsizliğim yüzünden bütün hesapların birbirine girdiğini fark ettim ve böylece kurnaz ve yetenekli patronum ‘Bir hata çok fazla’ deyip beni kapının önüne oturuverdi. Neyse ki şansım varmış da New York’a giden bir gemiye kapağı attım. Artık İngiltere’deki müşterek bahisçilerle işim kalmadığını biliyordum. Tom Sharkey’in 14. Caddedeki cümbüşlü barı ve barın arkasındaki ünlü şarap salonu karargâhımdı.

Kısa sürede sıfırı tükettim. Sonunda tekrar bir işe girmek mecburiyetindeydim ve üniversiteden tanıdığım bazı çocuklar bana değişik işler buldular ama hiçbir işe dört elle sarılmadım. Ben seyahat etmek istiyordum. Pittsburg’a gidip eski arkadaşlarımla buluştum ve onların vasıtasıyla büyük bir fabrikada iş buldum. Parça başı iş iyi para getiriyordu burada. Birlikte çalıştığım işçiler Cumartesi akşamları içki içerlerdi. Kendimi onlarla beraberken çok iyi hissediyordum. Gençtim, onlarla beraber seyahat edebiliyordum. Böylece hem işimi kaybetmiyor hem de o bar senin bu bar benim dolaşabiliyordum.

Fabrikadaki işimden ayrılıp küçük bir gazetede işe girdim. Oradan da Pittsburg’da çıkan fakat güncelliğini çoktan yitirmiş günlük bir gazeteye geçtim. Burada ayak işlerine bakıyor, aynı zamanda düzeltmenlik yapıyordum; içmeye de devam ediyordum tabii. Sonra birden nostaljiye kapıldım ve Liverpool’a bir bilet alıp İngiltere’ye döndüm. Orada kaldığım sürece, eski dostlarla geçmişi yad ederken kısa sürede paramın çoğunu harcadım.

Canım yine yollara düşmek istiyordu. Akrabalarım vasıtasıyla Avustralya’ya götürülecek bir kargo işi buldum. Böylece doğduğum yeri ve annemle babamı da görebilecektim. Orada çok kalmadım. Kısa sürede Liverpool’a döndüm. Bir gün Cunard iskelesi yakınındaki bir pub’dan çıkarken Nersey limanında demirli Lusitania gemisini gördüm. Limana henüz gelmişti ve iki gün sonra da tekrar yola çıkıyordu. Kafamda yine Broadway ve Sharkey’nin barı canlandı; metronun gürültüsü kulaklarımda çınlıyordu. Bir haftadan daha kısa bir süre içinde karıma ve henüz daha bir bebek olan çocuğuma veda etmiş Manhattan caddelerini arşınlıyordum bile. Yine bütün paramı harcadım. Kısa sürede meteliksiz kaldım, bu defa bir tren bileti bile alacak param kalmamıştı. “Berduşluğum” işte böyle başladı.

20’li yaşlarımda evsiz-yurtsuz bir yaşam beni korkutmuyordu, ama bir serseri olmaya da niyetim yoktu. Bir sağanak sırasında iliklerime kadar ıslanınca, Chicago’nun öteki ucunda içinde yaşadığım sandalı terk etmek zorunda kaldım ve kapısında işçi arandığı yazan ilk fabrikaya kapağı attım. Bu, çalıştığım bir dizi kısa süreli işlerin ilkiydi. Her işim ‘sarhoşluk’ ve seyahat etme dürtüsü ile bitiyordu. Böylece kona-göçe bir yıldan fazla süre gezerek batıda Omaha’ya kadar geldim. Sonra Ohio’ya geri döndüm ve yine küçük bir gazetede işe girdim ve ‘Genç Erkeklerin Hıristiyan Birliği (YMCA)’nın çalışmalarından etkilenerek yeni yetişen gençlerin eğitim-öğretimleriyle ilgilenmeye başladım. Bundan sonraki dört yıl boyunca, Chicago’da katıldığım bir içki alemi dışında, ayık kaldım. Öylesine ayıktım ki arada benimle konuşmaya gelen alkoliklere vermek üzere çalışma masamda ilaç niyetine bir şişe viski bile saklıyordum. Defalarca, bu şişeyi masamdan çıkarıp boş bir gururla bakarak “Seni yendim işte” dediğimi hatırlıyorum.

Savaş sürüyordu. Biraz merakımdan biraz da bir şeyler kaçırıyormuşum gibi hissettiğim için, fakat kesinlikle savaş sonrası ile ilgili hayallere kapılmaksızın ve öyle belirli bir vatanseverlik duygusunun etkisiyle hareket etmeden bir Kanada birliğine katılıp orduda iki yıl hizmet verdim. Başıma gelen bütün şanssızlık, ciddi ve uzun bir hastalığın üstüne tuz-biber ektiği hafif bir yaralanmadan ibaretti. Dikkat çekecek derecede az yiyip içen bir askerdim. Bunda dört yıldır içki içmememin de etkisi vardı. Fakat askerlik ayık bir adam için bile yeterince zordu ve benim de tam teçhizat çamurlarda sürünerek ilerlerken bir de akşamdan kalmışlıkla uğraşmayı gözüm yemiyordu doğrusu.

1919’da terhis olunca, içmeden geçirdiğim zamanın acısını çıkardım. Quebec, Toronto, Buffalo ve sonunda Pittsburg, zil-zurna sarhoş dolaştım, ta ki terhis olurken aldığım yüklü miktardaki para bitinceye kadar. Yine Pittsburg’da günlük bir gazeteye muhabir olarak girdim. Bir reklam işine talip olup işi aldım. Karım İskoçya’dan geldi ve Ohio’da büyük bir kente yerleştik.

Yeni işim beş yıl sürdü. Sık sık maaş artışlarıyla birlikte her türlü destek verilmişti bana, fakat ‘içki içtiğim süreler’ sonrasındaki ayık zaman aralıkları gitgide kısalıyordu. Alkolün etkisiyle vücudum ve beynim etkilendiği için işimi de iyi yapamadığımın farkındaydım ama henüz hayatımın tüm gayesinin daha fazla içmek olduğu noktaya gelmemiştim. Hafta içi günlerde ‘Artık içmeyeceğim’ diye karar veriyordum; ne var ki her Pazartesi sabahı, içtiğim içkiler yüzünden bitkin bir hâlde kalkmaya başlamıştım; sonunda işten ayrılmak zorunda kaldım. Ardından Washington D.C.’ye gittim ve bir haber ajansında haber toplama işine girdim; tabii bu arada içki partileri de sürüyordu. Bu tempoya dayanamadım.

Hiçbir zaman normal insanlar gibi yudum yudum değil de dur-durak, ölçü tanımadan içiyordum. Üç ay önce ayrıldığım kente dönüp, aylık bir derginin yazı işleri müdürü oldum, kısa sürede ek tanıtım ve reklam gelirleriyle birlikte yine çok para kazanmaya başladım. Çok fazla çalışmanın getirdiği gerilim yeniden şişelere döndürdü beni. Karım içkiyi bırakmam için çok çaba gösterdi. Bu arada ziyaretime gelen insanlar bana tek bir soru soruyordu: ‘Neden?’ Yanıtını sanki biliyormuşum gibi! Doğuda bir otomobil fabrikasından reklam müdürü olmam teklifi gelince, Philadelphia’’ya gidip her şeye yeniden başladım. Üç ay içinde içki (viski) beni işten attırdı. Bundan sonra altı yıl boyunca gazete reklamcılığında ve ticaret gazeteciliği işinde çalıştım ve bu arada da alkolle hep iç içe yaşadım. Bütün bu süre içinde ailemi sadece bir defa ziyaret ettim. İçmediğim zamanlarda kitapların ilk baskılarını, nadide kitaplar ve Amerika tarihi ile ilgili belgeleri topluyordum: bu benim eski bir merakımdı. Parasal başarılarımın yeteneklerimle hiçbir ilgisi yoktu ve 1930 yılında işsiz kalıp aşağı yukarı ölümün eşiğine gelince, bu koleksiyonumu sattım. Elde ettiğim gelirin çoğunu eve içki stoku yapmaya harcadım. Artık her akşam yatağa çaresiz bir hâlde yatıyordum. Sorunumun üstesinden kendi kendime gelmeye çalıştım. Hatta sıra ile bütün kiliselere bile gittim. Ünlü papazların vaazlarını dinledim –“zerre kadar faydası olmadı. Hapislere düştüm, ıslahhanelere girdim. Ailemin benimle hiç ilgisi kalmamıştı; ilgileri de olamazdı çünkü onlara hiç para veremiyordum; her kuruş içkiye gidiyordu.

Son girişimim olan kitapçı dükkânı benim içki düşkünlüğüm yüzünden çabucak battı. Koleksiyonculara, kütüphanecilere, üniversite ve tarih kurumlarına vermek üzere arabayı kitapla doldurup yola çıktım. Arada sırada içtiğim bir şişe biranın dışında, bu seyahatim boyunca ayıktım çünkü param masraflarımı zor karşılıyordu. Texas, Houston’a vardığımda büyük bir kitapçıda iş buldum. Çok kısa bir süre sonra bozkırın ortasında bir otoyolda otostop yaptığımı söylememe gerek var mı?

Ondan sonraki iki yıl boyunca on değişik işte çalıştım. İkide bir beş parasız kalıyor, kamyonla yük taşıyor, üç eyalet arasında bitmez tükenmez yollarda otostop yapıyordum. Yeni bir işe girdiğimde düşündüğüm tek şey haftalığım ve bu parayla alabileceğim içki ve duyabileceğim zevkti. Ayyaşın biri olduğumun farkındaydım. Korkunç bir sarhoşluğun ardından ayılmaya çalışırken yaşadığım cehennem azabıyla, her alkoliğin yapmaya çalıştığı gibi bir daha içmemeye karar veriyordum. Bazen bir çare aramak fikri aklıma gelmiyor değildi. Sokak köşelerinde içkiyi nasıl bıraktığını anlatan vaizleri dinliyordum. Bu insanlar ve onların yolundan yürüyenler kendilerine göre mutluydular; ne var ki benim aptalca gururum onların bulduklarını aramamı engelliyordu. Burnuma din kokusu geliyordu ve oradan uzaklaşıyordum.

Dürüst bir şüpheciydim ama kiliseden ve kiliseye bağlı insanlardan da nefret etmiyordum. Tümüyle dinden uzak bir felsefem vardı –bütün hayatımı zevk almaya adamıştım. Canım istediği zaman bana zevk veren şeyleri yapmaktan başka hiçbir şey umurumda değildi. Teksas’taki Devlet Tiyatrosu’nda bir iş verdiler bana. Bu işte bir yıl çalıştım. Bu kadar dayanabilmemin bir sebebi vardı: Birincisi, çalışırsam iyi ve üretken çalışıyordum; ikincisi de hoşgörülü bir insan olan şefim ikide bir sarhoş olmamı bohem tabiatıma veriyordu. Tiyatro, Washington’dan gelen bir emirle kapanınca San Antonio’daki Federal Yazarlara katıldım. O günlerdeki sistemim, son kuruşuma kadar içmekti. İhtiyaçların yeni bir iş getireceğine inanıyordum. Çok kısa bir süre sonra bütün paramın biteceğini bilen bir arkadaşım koruyuculuğum görevini yüklendi ve Teksas kentleri tarihini yazma görevimden ayrılınca beni bir otobüse bindirip hemen hemen beş yıl önce terk ettiğim kente geri gönderdi. Bu beş yıl içinde pek çok kişi, benim adı kötüye çıkmış biri olduğumu unutmuştu. Kente sarhoş indim fakat bundan böyle ayık kalacağıma söz verdim. Ve ayık kalırsam iş de bulabileceğimi biliyordum. Tabii ki ayık kalmadım. Karım ve ailem on hafta yanımda oldu; ondan sonra da kapının önüne koydular beni; haksız da sayılmazlardı hani. Ufak tefek işler yaparak ayakta kalmaya çalıştım, on hafta bir sosyal yardım derneğinde kaldım ve sonunda yakında bir kentte elden düşme kitaplar satan bir mağazanın müdürü oldum. Bu arada benim kendisini ziyaret etmemi isteyen bir ortağım tarafından doğup büyüdüğüm kentteki hastaneye çağrıldım. Arkadaşım hastanede alkolizm tedavisi için yatıyordu ve tek tedavi yöntemini bulduğu konusunda ısrar ediyordu. Çok hoşgörülü davranarak onu dinledim. Başucunda İncil gördüm; hayrete düştüm. O, ben bildim bileli sağlıklı bir pagandı ve içki yüzünden ikide bir başını belaya sokardı. Arkadaşım konuştukça alkolizmden kurtulmak için farklı bir insan olmam gerektiği izlenimini edindim. (Benim şimdi olduğum gibi arkadaşım da o zaman işin daha çok başındaydı ve söyledikleri açık değildi).

Birkaç gün sonra, arkadaşımın hastaneden taburcu olduğu sıralarda, çalıştığım dükkâna hiç tanımadığım bir adam geldi. Kendini tanıttı ve 60 kadar eski içki bağımlısının haftada bir kez toplantı yaptığını anlattı ve beni bir sonraki toplantıya davet etti. Kendisine teşekkür ettim ve bazı işlerim olduğunu ileri sürerek daha ileri bir tarihte toplantıya gitmeye söz verdim. “Ben zaten şu anda içmiyorum” dedim “Sevdiğim bir işim var. Burası çok sakin bir yer, aklımı çelecek hiçbir şey yok. İçki içmek aklıma gelmiyor”. Tuhaf tuhaf baktı yüzüme. Söylediklerimin hiçbir anlamı olmadığını çok iyi biliyordu; tıpkı benim kalbimin ta içinde –birkaç gün, bir hafta hatta bir ay sonra olabilirdi- bunun bir zaman meselesi olduğunu ve kaçınılmaz olarak bir gün yine içeceğimi bildiğim gibi.

O gün, bir hafta sonra geldi. Şimdi dönüp o iki aya baktığımda açıkça görebiliyorum ki o günlerde durumuma bir çare bulmayı hem istiyordum hem de korkuyordum bundan. Ve bana bahsedilen doktorla buluşacağım konusunda verdiğim sözü yerine getirmeyi erteleyip duruyordum. Sarhoşken geçirdiğim bir kaza beni üç hafta yatağa bağladı. Ayağa kalkıp yürüyebilir hâle gelir gelmez tekrar içmeye başladım ve arkadaşım gelip beni hastaneye yatırana kadar da içtim. Bu arkadaşım Chicago’da yeni bir hayata başlamak istemiş, ilk girişimimde tökezlemiş fakat yeniden denemek için yardım aramak üzere benim yaşadığım kente gelmişti. O kadar çok içiyordum ki hiç ayılamıyordum, sürekli yarı koma durumundaydım. Dolayısıyla hastanede ‘ayılabilmem’ birkaç gün sürdü. Fakat bilinçaltımda samimi olarak içkiyi tamamen bırakmayı istiyordum. Bu, aşırı sarhoşluk nedeniyle kendi kendime acıma duygusuyla kapıldığım geçici bir duygusallık değildi. Bir şey arıyordum ve öğrenmeye hazırdım. Şimdiye kadarki çabalarımın boşuna olduğunu ve yardım almadan bundan sonra yapacağım hiçbir şeyin de faydası olmayacağını adım gibi biliyordum. Beni hemen görmeye gelen doktor herhangi bir eleştiri yapmadı, bilimsel de konuşmadı; sadece bir ihtiyacım olduğunu anlamamı, bu ihtiyacın karşılanmasını istememi sağladı ve ben de yavaş yavaş bunu nasıl yapacağımı öğrendim.

Adsız Alkoliklerin hikâyesi büyülemişti beni. Tek tek ya da ikili üçlü gruplar hâlinde ziyaretime geldiler. Bir kısmını yıllardır tanıyordum, sıkı içkiciydiler ama hep gittikleri yerlerde artık görünmüyorlardı. Meyhanelerde gözlerim onları arar olmuştu. Aralarında iş adamları, profesyoneller, fabrika işçileri, her meslek ve kesimden insanlar vardı. Ortak deneyimleri, tek çıkar yolu bulmuş olmaları, ayık kişiler olarak insanlıklarına eklenince vazgeçilmez bir imanın temelleri atılmıştı. Gerçekten de eğer bir yere varmak istiyorsam, tıpkı bir çocuk gibi, mutlak bir inanca ihtiyacım olduğunu anlamaya başlamıştım. En önemlisi de bütün bu insanların ayık olmalarıydı ve bende olmayan bir şeye sahiptiler. Bu her ne ise ben de istiyordum.

Hastaneden çıktığım günün akşamı toplantıya gittim. Orada bulunanların hepsi tarafından çok sıcak bir biçimde karşılandım ve bir dürüstlük ve samimiyet çemberiyle çevrelendim. O gece eski bir alkolik ve eşi beni evlerine götürdüler. Evde beni hemen odama çıkarıp iyi geceler dilemediler. Oturup kahve içtik ve bana kendilerini anlattılar. Çok içten insanlardı ve belli ki seçtiğim yolda bana yardım etmek istiyorlardı. Konuşmalarının bana ne kadar yardımcı olduğunu asla bilemezler. Konukseverliklerini ve dostluklarını cömertçe sundular bana. İnanç dolu olduğum çocukluk günlerimden bu yana, tüm kâinatı yöneten bir gücü asla aklım almamıştı. Fakat tanıdığım az sayıda dinine bağlı insanla ya da amacının içtenliğini görebildiğim kuruluşlarla alay eden saygısız bir küstah da olmamıştım hiçbir zaman. Kendi hayatını bile idare etmekten aciz sefil bir başarısızlık abidesi olduğuma inandırılmam gerekmiyordu. Her gün İncil okumaya ve her sabah güne başlarken dua etmeye başladım.

Giderek kafamda her şey yerli yerine oturdu. İçki isteğimin tümüyle yok olduğunu söyleyemem. Bazı insanların canı bir daha hiç içki istememiş. Benim öyle olmadı, belki hiçbir zaman da olmayacak. O ‘güzelim meyhaneler’i unuttuğumu da söyleyemem, dürüstlüğe sığmaz. Çünkü unutmadım. Ama kabahatli kulun Tanrı’ya dönme dürtüsünü de hatırlıyorum.

Geçmişte, her sarhoşluktan sonra pişmanlıklar içinde maddi-manevi korkunç acılarla kıvranırken içinde bulunduğum sefalet aklıma gelince içkiyi bırakmaya karar veriyor, bir süre için bırakıyordum da. Ne var ki o günlerde dertlerimi dökecek kimse yoktu. Bugün var. Bugün beni her zaman duyan Tanrı var; sorunlarımı anlayan dostlarım var; görevlerim var ve bu görevleri yerine getirmekten, (aktif) alkolikleri görmeye gitmekten ve onlara ayık kişiler olabilmeleri için her türlü yardımı yapmaktan çok memnunum. Ben son içkimi 1937 yılında içtim.

 

8) KÖYDEN KENTE

AA’nın ilk grubunun öncü üyelerinden olan bu hanım, işler sarpa sardığında AA’nın nasıl el uzattığını anlatıyor bize.

Çok yoksul bir ailenin çocuğuydum. Annem iyi bir Hıristiyandı ama ailemin hiçbir dinsel geçmişi yoktu. Yedi çocuğun en büyüğü bendim ve babam alkolikti. Onun içkisi yüzünden hayatta önemli olan pek çok şeyden, mesela eğitimden mahrum kalmıştık. Çocukluğum mutlu olmaktan çok uzaktı. Başka çocukları mutlu kılan şeylerin hiçbirine sahip değildim.

Kente geldiğimizde bizim kızların güzel şeyler istedikleri bir yaştaydım. Okula başladığımı hatırlıyorum. Köyden gelen bir kız olarak öteki kızlar gibi olmayı o kadar çok istiyorum ki. Yüzüme un sürüyordum çünkü pudram yoktu. Arkadaşlarımın benimle alay ettiklerini hissediyordum. Üstüm başım da onlarınki gibi değildi. Sahip olduğum tek kıyafet bir etekle annemin bir hayır kurumu yararına yapılan satıştan aldığı son derece komik görünüşlü bir bluzdü. Şimdi geçmişe bakıp bunları hatırlıyorum çünkü çok mutsuzdum ve diğer insanlar gibi olmamak gittikçe daha çok aşağılık duygusuna kapılmama neden oluyordu.

16 yaşındayken teyzem beni gidip kendileriyle kalmam için davet etti; büyük bir sevinçle kabul ettim bu daveti. Gittiğim yer, Indiana’da Liberty diye küçük bir kentti. Teyzem benim mutsuz bir çocukluk geçirdiğimi biliyordu. “Bak, Ethel” dedi bana, “kasabada istediğin gençle arkadaşlık edebilirsin, ama bu kasabada iki genç var ki onlarla çıkmanı istemiyorum. Bu delikanlılardan biri çok iyi bir ailenin, en iyi ailelerden birinin oğlu. Fakat belalı bir tip çünkü çok içiyor.”

Dört ay sonra bu gençle evlendim. Ailesinin bu evlilikten pek hoşlanmadığından eminim –nasıl söyleyeyim ben kesinlikle onlara göre bir kız değildim. Ailenin sadece sağduyularına dayanarak beni kabul ettiklerini seziyordum. Sevgili Russ’ları için bir şeyler yapabilirdim. Ama onlar bana moral verecek hiçbir şey yapmıyorlardı. Russ bana içkiyi bırakacağını söylememişti ve tabii ki bırakmadı da. İçmeye devam etti, hâlâ giderek dozu iyice arttırdı. İki kızımız oldu. Evlendiğimizde ben 16, Russ ise 23 yaşındaydı. Bir keresinde evden çıkıp gittiğini ve Cincinnati’de bir hafta aralıksız içtiğini hatırlıyorum.

Sonunda içki sorunu öyle bir hâle geldi ki Russ’ı terkettim ve iki çocuğumu alıp annemin evine döndüm. Bu olay evlendikten 7-8 yıl sonra oldu. Kocamı bir yıl hiç görmedim, ondan haber bile alamadım. İçim acı doluydu. İçki, çocukluğumu ve evliliğimi mahvetmişti. İçkiyle ilintili her şeyden nefret ediyordum. O zamanlar 25 yaşındaydım ve ağzıma bir damla içki koymamıştım. Ravenna’daki yünlü kumaş fabrikasında bir iş buldum –çok zor bir işti bu. Yaşımdan çok daha büyük gösteriyordum ve şişmandım. Çalışmaya başladım. Çocuklarım benimle birlikteydi.

O yılın sonunda çocuklara babalarından bir kart geldi. O kartı saklıyorum, benim için çok büyük değeri var. Kartta şöyle diyordu: “Annenize, onu hâlâ sevdiğimi söyleyin”. Oysa o yıl ben boşanmak için avukata başvurmuştum. Kocam kente döndü; meteliksizdi ve sırtındaki giysilerinden başka hiçbir şeyi yoktu. Kollarımı iki yana açarak karşıladım onu. Onun için neler hissettiğimin farkında değilmişim. Bana, bir daha hiç içmeyeceğini söyledi. Ben de inandım ona. Bunu bana daha evvelden kaç kez söylemiş olursa olsun ona hâlâ inanıyordum; hiç değilse bir parça inanıyordum. Bir iş bulup çalışmaya başladı. Ve on üç yıl hiç içmedi! Doktor Bob bunun tipik bir alkolik için rekor bir süre olduğunu söylerdi. Çok güzel bir hayat kurduk kendimize. Bu on üç yılın sonunda içebileceği aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ben de o güne kadar bir yudum bile içmemiştim. Büyük kızımız evlendi; kocasıyla birlikte bizimle yaşıyorlardı. Öteki kızımız lise son sınıftaydı.

Bir gece damadım ve kocam ödüllü bir boks maçına gittiler. Artık nereye gitti diye bir endişe duymuyordum. Böyle yerlere bensiz hemen hemen hiç gitmiyordu. Her zaman beraberdik, fakat o gece uyandığımda saat çok geç olmuştu. Damadımın merdivenlerden çıktığını duydum. Ona babasının nerede olduğunu sordum. Yüzü bir tuhaftı; “Geliyor” dedi. Gerçekten de geliyordu ama elleri ve dizlerinin üstünde. Şimdi o anı hatırladığımda çok kırıldığımı hatırlıyorum. İçimde duyduğum kin değildi. Ona, “Çocuklar artık büyüdü. Böyle olmasını istemiyorsan, öyle olsun. Bundan sonra sen nereye gidersen ben de geleceğim; sen ne içersen ben de içeceğim” dedim. İşte içkiye böyle başladım. Düşünebileceğiniz en kafa dengi içkicilerdik. Hiç münakaşa ya da kavga etmiyor, müthiş güzel vakit geçiriyorduk. Hayatımızdan çok hoşnuttuk. Akıl almaz yolculuklara çıkıyorduk. Şöyle derdi kocam, “Anacığım, hadi beni gezmeye götür”. Böylece yola çıkar Charleston’a, Batı Virginia’ya, oraya buraya gider, yol boyunca da sürekli içerdik. Bu tatiller giderek enikonu bir âdet hâline geldi. Kocamın her Eylül başında iki haftalık bir tatili vardı. Bir yıl ta Ohio’ya kadar gittik. Her zaman İşçi Bayramı’ndan bir önceki Cumartesi yola çıkardık. O gün bugündür İşçi Bayramlarından korkarım.

Bir Pazar günü öğleden sonra, hayatımda ilk ve tek kez Bellaire’de sarhoş araba kullanırken polise yakalandım; bizi hapse attılar. Aslında birçok defa, çok daha fazla içkiliyken araba kullanmıştım. Yakalandığımda o kadar da sarhoş değildim. Bütün tatili hapiste geçirmek zorunda kalmayalım diye belediye başkanını çağırdılar. 117 doları alınca bizi serbest bıraktı; yola devam ettik. Sonunda hapse düştüğümü düşündükçe kendimi çok aşağılanmış hissediyordum. “Düşünebiliyor musun, hapis ücreti ödettiler bize”, deyince kocam “Ne hapis ücreti?” diye sordu. Ben de dedim ki “Bana bir çaydanlık kahve, bir de sandviç getirdiler”. O zaman kocam, “O hapis ücreti değildi. Bana yiyecek falan vermediler. Herhâlde biri sana acıdığı için getirmiş onları” diye cevap verdi. Bir şey daha var, bizi tekrar hapse atmamaları bir mucize. Çünkü ben istersem çok mağrur ve müstehzi olabilirim.

Hapisten çıkınca Wheeling’e kadar polisler bize eşlik ettiler. Ayrılırken onlara son derece mağrur ve müstehzi bir üslupla eğer karılarının yolu Akron’u düşer ve benim gibi yol işaretleri ararlarsa, bana Belnire’da gösterilen konukseverliği onlara gösterebilmeyi umduğumu söyledim.

Bir sonraki tatilimizde ise acı bir ders aldık. Tabii ki bu yıl daha da fazla içmeye başlamıştık. Akıllı davranıp tatili evde geçirmeye ve daha az içip evi boyamaya karar verdik. İşçi Bayramından bir gün önceki cumartesiydi –sarhoş olup evde yangın çıkardım. Böylece evi boyamamıza gerek kalmadı. Sanıyorum bu ayıklığımızdan önceki son tatildi.

Gitgide kendimden daha fazla nefret ediyordum ve bu nefret arttıkça her şeye ve herkese karşı daha da meydan okuyan bir tavır takınıyordum. Sonunda AA’yı kabul ettiğimizde işte bu hâldeydik. Birbirimizi teselli ettik. Neyse, meydan okuyan tavrım arttıkça artmıştı. Oturduğumuz sokakta yaşayan çok dindar bir aile vardı. Telefonlarımız paraleldi. Onların dua toplantıları gibi şeyler düzenlediklerini duyardım ve fena hâlde tepem atardı. Bir de kamyonları vardı. Bu kamyondan hoparlörlerle bağıra bağıra yayın yapıyorlardı. Gelip bizim evin önünde dururdu, hâlâ bu kamyonu o insanların gönderdiğine inanıyorum! Orada öylece durur, ilahiler çalarlardı; o sırada ben içerde sarhoşluktan ayılmanın o berbat duygusuyla yatıyor olurdum. Eğer bir tüfeğim olsaydı hoparlörleri parça parça ederdim. Çünkü o sesler beni çıldırtıyordu. İşte 1940 yılında tam bu sıralarda AA ile tanıştık.

Russ gazetede bir şey okumuş. Hafiften küçümseyerek şöyle dedi bana. “Şuraya bak. Dr. John D. kendisini içkiden uzak tutacak bir şey bulmuş!” “Neymiş o?” dedim. “Gazetede bunun hakkında saçma sapan bir şeyler var” dedi. Daha sonra bunun üzerine konuştuğumuzda belki günün birinde ihtiyacımız olabilir diye düşündük. Bizim için de bir umut olabilirdi bu.

Bir sabah, korkunç bir içki maratonundan sonra bizim evin yakınlarında bir barda oturuyordum. Bütün vücudum titriyordu ve bundan dolayı da müthiş bir utanç içindeydim çünkü bu titremeler giderek artıyordu. Bardağı elimde tutamayacağım için başımı uzatıp kenarından içtim. “Hâlâ bir kadındım ve ister inanın ister inanmayın kelimelerle anlatılamayacak kadar utanıyordum. Barda beni seyreden bir adam vardı, dönüp ona, her zamanki burnu havada tavrımla “Bunu bırakamazsam şu her yerde sözü edilen alkolikler bilmem nesine katılmak zorunda kalacağım” dedim. “Bak, kardeş, eğer aklını kaçırdıysan, git ve onlara katıl” dedi. “Parolalarını sana verebilirim. Onlardan birini tanıyorum. Ama, görüp görebileceğin en çılgın grup bu! Yerlerde yuvarlanıyor, saçlarını yoluyorlar.” “Ben zaten şimdi de kaçığın biriyim.” diye cevap verdim. Böylece John D. hakkında okuduklarımızın içimde yaktığı mum ışığı da sönüp gitmişti.

Günler geçiyor ve biz de kötüledikçe kötülüyorduk. Yine bir gün, bu defa başka bir barda içiyordum. Bardağı elime aldım –bu sabah bardağı elime alabiliyordum- evet, bardağı aldım ve barın arkasında duran kadına “Keşke şundan bir daha bir yudum bile içmesem” dedim. “Yavaş yavaş ölüme götürüyor beni”. “Gerçekten bir daha hiç içmemek istiyor musun?” diye sordu. “Evet” dedim. “Jack’le konuşsan iyi olur” dedi. (Jack barın sahibiydi. Biz hep ona bir içki ısmarlamak isterdik. O da bize içki sorunu olduğunu, içemeyeceğini söylerdi.) Jack bir zamanlar çok içerdi. Sonra Akron’da bir grup kurulduğunu öğrenip onlara katıldı, bu da onun içkiyi bırakmasına yardımcı oldu. Bunu duyunca, öteki adamın söyledikleri aklıma geldi, aynı hikâyeydi. İçimdeki umut bir kez daha söndü.

Sonunda, bir sabah kalkıp arabaya bindim. Yol boyunca ağlaya ağlaya M’nin barına gittim ve artık yenildiğimi, yardım istediğimi söyledim M’ye. “Ne kadar deli olursa olsunlar, bana ne söylerlerse yapacağım” diye düşünüyordum. Ne yazık ki Jack orada değildi. (Ne komik; bar Jack’indi, karısı işletiyordu ve Jack içki satıyordu. Ama işi buydu ve bir yıldır içki içmiyordu. Jack’in hastanede yattığını sanmıyorum. Sanıyorum Dr. Bob’la ofisinde bir saat konuşmuş, ondan sonra da AA’ya girmiş, kendi barına gelenlerden çok kişiyi de AA’ya sokmuştu). Bayan M., Jack gelir gelmez bana göndereceğini söyledi. Jack iki kutu birayla geldi. Birini bana, birini de kocama verdi. 1941 yılının 8 Mayıs’ı, saat 10.30’du. Şöyle dedi: “Burada Akron’da bir doktor var. Onunla görüşeceğim. Bakalım ne yapabiliriz.”

Dr. Bob o sırada Florida’da idi ama Jack’in bundan haberi yoktu. Bu, bizim son alkollü içki içişimiz oldu. O pis kutu birası! O sabaha karşı saat üçe çeyrek kala “Ölüyorum” diye düşündüm. Yatağımın üstünde yüzü koyun yatıyor ve dayanılmaz bir acı çekiyordum. Doktor çağırmaya da korkuyordum. İnsanların bizim yaptığımızı yaptıklarında kilit altında tutulduklarını sanıyordum. Onlara tıbbi müdahale yapıldığından haberim yoktu. Böylece sabaha kadar gözümü bile kırpmadım.

Ertesi gün eve AA’dan insanlar gelmeye başladı. Ben, omuzumda bir havlu, şakır şakır terler dökerek odanın bir ucundan öteki ucuna yürüyüp duruyordum. Yatağımın yanında bir avukat oturuyordu. İskemlesinin kenarına ilişmiş, bir bebek kadar masum bir görünüşü vardı. “Bu adam asla sarhoş olmuş olamaz” diye düşündüm. “Hikâyemi dinle” dedi –çok ciddi ve resmiydi. “Bahse girerim, hanım evladının teki bu. Hayatında bir yudum içmişse kafamı kessinler”. Aklımdan geçen buydu. Fakat hikâyesini anlattığında hayretlere düştüm.

Jack bana, Jack Alexander’in hikâyesinin yayınlandığı Saturday Post gazetesini getirdi. “Oku şunu” dedi. Jack pek öyle güçlü bir maneviyat anlayışı olan bir insanmış gibi gözükmedi. “Bu yazıdan daha da fazla bir şeyler öğrenebilirsin” diye devam etti. “İncil”de bir vaazdan alınmıştır. Eğer evde İncil varsa… Ailenin bize verdiği armağanlardan biri de çok güzel bir İncil’di. Fakat köpeğimizin kitabı kemirmesine ses çıkarmamıştık çünkü bizi pek fazla ilgilendirmiyordu. Bir İncil’im daha vardı ama yazıları çok küçüktü. Hâlâ içkinin etkisindeyken ve doğru dürüst oturmayı bile beceremezken, hiç ufacık yazıları okumaya çalıştınız mı? Russ bana dönüp “Anacığım, eğer bize yararı olacaksa okumak zorundasın” dedi. Denedim ama harfleri bile göremiyordum. Fakat bize söylenenleri aynen yapmamız çok önemliydi.

Jack, Akron’da her Çarşamba akşamı toplantı yapıldığını ve toplantılara gitmemizin çok önemli olduğunu söyledi. “Şimdi bu toplantılara gitmeye başlayın, daha sonra her şeyi anlarsınız” dedi. Jack’in söylediklerinde dini bir taraf olduğunu sanmıyordum. Bana bahsedilen vaazla ilgili olarak da hiçbir şey bilmiyordum. Büyük Kitap’ım (Adsız Alkolikler) vardı; gelirken getirmişlerdi. Paul S. bana telefon ettiğinde kitabı mutlaka okumam gerektiğini söylediği kalmış aklımda. Kitabı baştan sona okudum. Sonra Russ’a şöyle dedim, “Biz bunu yapamayız. Yapmaya başlayamayız bile”.

Jim G’nin harika bir mizah anlayışı vardı. Bize geldiğimde ağlıyordum, ona “Bunu yapmak istiyorum ama yapamıyorum. Yapabileceğimden çok fazlasını istiyor benden. Ben gidip de kırdığım insanlardan özür dileyemem” dedim. O zaman Jack “Büyük Kitabı şimdilik bir kenara bırakalım. Bir daha elime aldığında, kitabın arkasındaki hikâyelere bak. Onları okudun mu?” dedi. Hayır, okumamıştım. Beni ilgilendiren tek bölüm, içkiden nasıl uzak duracağımı anlatan ilk bölümdü. Öteki bölümler umurumda bile değildi. O akşam Jack bizi çok güldürdü. Gülmeye nasıl da ihtiyacımız varmış. Yattığımda gülmekten iki yanım ağrıyordu. Kocama “Bir daha hiç gülemeyeceğimi sanıyordum ama güldüm işte” dedim.

AA’dan şık insanlar güzel arabalarla bize geldikçe Russ’a şöyle söylerdim “Sanırım konu-komşu bu iki salak herhalde öldü ama cenaze arabası nerede diyecekler.” Bir Çarşamba akşamı Jack M. dedi ki, “Ohio Edison Binasında buluşalım, sizi toplantıya götüreyim”. Buluşup yola çıktık. Yolumuz bir vadiden geçiyordu. O sırada aklıma KuKluxKlan hakkında okuduklarım, onların haçları yakmaları geldi. “Tanrı bilir, bu sefer başımıza neler gelecek? diye düşündüm. Ne yapacaklarını bilmiyordum çünkü Jack bize pek fazla bir şey söylememişti. Böylece King School’a vardık. Beni Miriam ve Annabelle’le tanıştırdılar. Annabell’e bana göz-kulak olmasını söylediler. Şöyle bir burun kıvırıp “Duyduğuma göre sen de içiyormuşsun” deyişini hiç unutmayacağım. Sık sık, insanlar böyle bir tavır karşısında nasıl oluyor da kaçıp gitmiyorlar diye düşünmüşümdür. Çünkü o zamanlar AA’da başka kadın alkolik yoktu. “Elbette içiyorum” dedim. “Burada oluşumun nedeni de bu”. İyi ki de öyle söylemişim. Ayrıca Annabelle’e hiç de kızmamıştım.

Toplantıyı genç bir adam yönetiyordu. İçki içtiği için karısının küçük oğlunu da alıp gittiğini, AA vasıtasıyla nasıl tekrar bir araya geldiklerini anlattı. O dakika, böylesine şeyler bizim başımıza gelmediği için şükrettik. Toplantıyı küçük bir dua ile açmışlardı ve bu çok hoşuma gitmişti. Sonra hepimiz ayağa kalktık ve Huzur Duasıyla toplantıyı kapattık. Burada, o zamanlar, insanların önemli olduğunu söyledikleri küçücük şeyleri yapmanın bizim için ne büyük önemi olduğunu söylemek isterim, çünkü daha sonraları Russ çok hastalanıp da ayakta durabilmesi için onu tutmak zorunda kaldığım günlerde bizim evde bir toplantı yapmıştık. Toplantıyı duamızla kapattıktan sonra Russ bana “Anacığım ayağa kalkmama yardım et” demişti. Hastalığı başlamıştı. AA’ya girdikten üç buçuk yıl sonra onu kaybettim. Bir yıl boyunca her Çarşamba akşamı King School’daki toplantılara gitmiştik. Bizim için bir rekordu bu. Her zaman, bizim Tanrı bilincimizin AA ile birlikte olduktan sonra gitgide geliştiğini düşünmüşümdür. Bu birlikteliğin her saniyesinden müthiş bir zevk aldık. AA ile pikniklere gittik, birbirimizin evlerinde toplantılar yaptık. Bir arada olmak çok güzeldi. Herkes böyle hissediyordu.

Doktor ve Anne’e hayatımızı değiştirdikleri için şükran borçluyuz. Haftalar boyunca, haftada en az bir kere bizim eve geldiler. Bazen pek az konuşup bizi dinlerlerdi. Russ hayatından çok memnundu. Çünkü ‘Sanırım Dr. Bob bize gelmekten zevk alıyor. Burası sessiz, doktor da rahatlıyor” derdi. O zamanlar insanların başlarının derde girdiğini söylememişlerdi bize; ayaklarının kaydığını ve yeniden içtiklerini demek istiyorum. Şöyle bir şey hatırlıyorum: AA’ya girdikten altı ay kadar sonraydı. Bir toplantıdan eve dönüyorduk. Yolda bir araba gördük. Arka koltukta bir adam bira içiyordu. Russ, “Bunun Jack M. olduğuna yemin edebilirim” dedi. Ertesi sabah Russ işe gitmeden önce karısı Jack’i sürükleyerek getirdi. Ben de kahvaltı hazırlıyordum. Gerçekten de bir gece önce gördüğüm adam Jack M. imiş. Ağladık ve Russ işe gitmedi. Jack yaklaşık bir buçuk yıldır ayıktı. Karısı küfürler ediyor, hezeyan hâlinde “Onu size, nasıl bir adam olduğunu anlayasınız diye getirdim! Hastaneye yatmak istiyor. Ama hastaneye verecek param yok benim!” diye bağırıyordu. Böyle konuştuğu için ona çok kızdık. Russ, “Bugün başka bir şey yapma, ona yardım et. Onun için bir şeyler yap. Eğer hastaneye gitmesi gerekiyorsa masrafları ben karşılarım” dedi. Kadının yanıtı “Hastaneye filan gitmiyor. Parasını sen veriyorsun veya ben veriyorum fark etmez ama bir yere gitmiyor” oldu.

AA sayesinde bulduğum güçle tümüyle teslim olduğumu hissediyordum. O yaz bütün irademi Tanrı’nın ellerine teslim etmiştim. Daha doğrusu Russ ikinci kez hastalanıncaya kadar öyle düşünüyordum. Tüm vücudu iflas etmişti ve doktor bana Russ’ın çok fazla yaşayamayacağını açıkça söyledi. O zaman tam anlamıyla teslim olmadığımı anladım çünkü Tanrı ile pazarlık etmeye kalkmıştım. “Her şey olsun ama Russ ölmesin. Bunu bana yapma” dedim.

Russ düşündüğümüzden bir yıl fazla yaşadı ve bu yılın en az altı ayını yatakta geçirdi. Bu yıl içinde AA’nın bizim için ne demek olduğunu anlatamam. Sanırım kaçınılmaz son gelmeden önce, tam anlamıyla teslim olmuştum. Çünkü sonunda kocamın ölümünün Tanrı’nın takdiri olduğunu söyleyebilmiştim. Ve benim için tek bir kurtuluş olduğunu anladım. Tanrı’ya şükür ki Russ öldüğünde içki içmeyi arzulamadım.

O günlerde St Thomas hastanesinde bir odada yatan iki kadın vardı. (Russ Cuma günü gömülmüştü ve Pazar öğleden sonra Hilda S. beni evine akşam yemeğine davet etti, gidebileceğime ihtimal vermiyordum. Doktor ve Anne’nin de orada olacağını biliyordum ve hepsi de benim bu akşam yemeğine gitmemin iyi olacağını düşünüyordu. Fakat yaptığım ilk iş hastaneye gidip bu iki hanımla konuşmak oldu). Yataklarının kenarına oturdum ve ağlamaya başladım, duramıyordum; ağladığın için tekrar tekrar özür diledim. Çok sonra bu hanımlardan biri bana o akşamki davranışımın AA programının son derece yararlı olduğunun en açık kanıtı olduğunu söyledi. Eğer ben o Pazar günü oraya gidip o kadınlara yardım etmeye çalışmışsam, o zaman programın gerçekten faydası vardı. Yataklarına oturup ağlamış olmam onları mutlaka çok üzmüş, canlarını sıkmıştır.

Çok dikkatli olmam gereken bir başka konu daha vardı: AA’nın hep eskiden olduğu gibi kalmasını istemek alışkanlığına karşı uyanık olmam lazımdı. Kendi kendime hep hatırlatmak zorundaydım: ‘Başka şeyler değişiyor ve AA da değişmek zorunda’. Biz, oraya buraya dağıtılmış eski kafalılar, daha çok insana ulaşmaya çalışan hizmetlerin kurulmasına ve işlerlik kazanmasına şahit oluyor ve AA’nın değiştiğini sanıyorduk. Oysa AA’nın özü hiç değişmiyordu. Biz AA’nın yaşlılarıyız, yaşlarımız hayli ileri. Artık değişemeyecek olmamız çok doğal, ama değişenleri de eleştirmememiz lazım.

Vurgulamak istediğim bir şey daha var. Sanıyorum, bu uzun konuşmaları dinlemenin, özellikle AA’da yeni olanlar için çok zor olduğunu biliyorum. AA’ya ilk katıldığımda sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum. Bizim eve gelirler, bir sürü şey anlatırlardı. Söylenen her sözcüğü yutardım, çünkü nasıl ayık kalabileceğimi öğrenmek istiyordum. Bitirmeden önce –ben hep çok konuşan bir insan olmuşumdur- bir şey daha söylemek istiyorum. Annie’nin öğütlerine ne kadar ihtiyacım oluğunu anlatamam. Benim pireyi deve yapmakta üstüme yoktur. AA’ya girdikten kısa bir süre sonra AA’daki beylerden birinin karısı bir Pazar günü beni aramış ve programda yerim olmadığını söylemişti. Yerim olup olmadığı konusunda ben de emin değildim aslında; her şey benim için fevkalade belirsizdi. Ağlamaya başladım ve ne yapmam gerektiğini sormuştum. “Bilmiyorum” demişti. Zaten bütün hareketlerimle ben de AA’nın bir parçası olmadığımı göstermiştim. O anda gidip içmeye niyetim yoktu. Ama Anne’e telefon edip, onunla konuşunca çok rahatladığımı hatırlıyorum. Ona Alice’in söylediklerini anlatmıştım. Annie de benimle konuşmuş, söylediklerime gülmüş ve beni rahatlatmıştı. Annie ile ilgili, bana ışık tutmuş bir olay daha var. Bir zamanlar çok korkak olduğunu düşünürdüm. Programla ilgili beni rahatsız eden bir şey olduğunda pek çok kez Annie’ye gidip, “Ben korkağın biri miyim?” diye sormuşumdur. “Çünkü bazı şeyleri rafa kaldırıyorum, üzerlerinde durmuyorum bile”. O da bana “Bence çok akıllıca davranıyorsun” derdi. “Sana ya da bir başkasına bir yararı olmayacaksa neden canını sıkasın ki?”

Evet, hepsi bu. Benim hikâyem bu işte. Çok uzun konuştuğumu biliyorum ama ben hep çok konuşurum. Yine de şu kadarını söyleyeyim. Bunun on katı, yüz katı da anlatsam, AA’nın benim için ne demek olduğunu söylemeye başlamış bile olamam.

 

(9) KORKUYU YENEN ADAM

“Hayatının on sekiz yılını kaçarak geçirdi ve sonra kaçması gerekmediğini anladı. Böylece Detroit’te AA’ya girdi”

Tam on sekiz yıl, 21 yaşından 39 yaşına kadar, hayatımı korku yönetti. Otuzuma geldiğimde alkolün korkularımı yok ettiğini fark ettim. Ama sadece çok kısa bir süre için. Sonunda bir yerine iki sorunum oldu: korku ve alkol.

İyi bir aileden geliyorum. Sanıyorum sosyologlar buna “orta sınıfın üst tabakası” diyorlar. 21 yaşındayken hayatımın altı yılını yabancı ülkelerde geçirmiştim, üç yabancı dili çok iyi konuşabiliyordum ve iki yıl da üniversiteye gitmiştim. Ailemin maddi zorluğa düşmesi 20 yaşında çalışmaya başlamamı gerektirdi. Böylece, iş dünyasına adım attığımda başarıların beni beklediğinden emindim. Buna inandırılarak yetiştirilmiştim çünkü. Ayrıca daha yirmi yaşına gelmeden de para kazanma konusunda girişimciliğimi ve yeteneğimi de bilecek korkularım yoktu. Okulda olsun, iş hayatında olsun tatil, seyahat anlamına geliyordu benim için ve zevkle de seyahat ediyordum. Üniversiteden sonraki iki yıl sayısız kızla çıktım; danslara, balolara ve partilere gittim. Birdenbire bütün bunlar değişiverdi. Beni parça parça eden bir sinir krizi geçirdim. Üç ay yatakta yattım. Üç ay sonra ise sadece kısa sürelerle ayağa kalkıp dolaşabiliyor; sonra günün geri kalan kısmını yine yatakta geçiriyordum. Arkadaşlarımın on beş dakikadan fazla süren ziyaretleri beni yorgunluktan bitiriyordu. En iyi hastanelerden birinde yapılan check-up’tan hiçbir şey çıkmadı. Bana söylenen bir cümle var ki bunu ilk kez orada duymuştum, ama sonraları nefret eder oldum: “Organik olarak hiçbir şeyi yok”. Psikiyatrinin yardımı olabilirdi belki ama o zaman psikiyatrisiler henüz orta-batıya girememişti.

Az-buçuk normal bir yaşantıya giden uzun yolu –ilk kez kısa bir yolculuk için tramvaya binişimi, yaşam ufkumu genişletmeme olanak veren elden düşme bir bisiklet alışımı, kente indiğim ilk günü- ayrıntılarıyla anlatmayacağım. Evimin yakınında küçük bir matbaada satış işinde çalışmaya başladım. İşim kolaydı ve yarım gün çalışıyordum. Böylece faaliyet alanım genişledi.

Bir yıl sonra spor bir araba aldım ve kentte bir matbaada daha iyi bir işe geçtim. Hem bu işten hem de yine bir matbaada bulduğum bir sonraki işimden kibarca kovuldum. Tek sebep de çok çalışma gücünden yoksun oluşumdu; ‘işbitirici’ değildim. İşimi değiştirdim ve emlak komisyonculuğuna başladım. Aşağı yukarı tam bu sıralarda akşamüzerleri bir içkinin ve akşamları da viskinin günün gerilimini aldığını fark ettim. Böylece başlayan iyi bir iş ve alkolün mutlu beraberliği tam beş yıl sürdü. Tabii ki alkol işimi öldürüyor ama buna daha sonra değineceğim. Bu gidişat otuz yaşındayken değişti. Annemle babamı aynı yıl içinde kaybettim. Böylece, üzerine her zaman kol-kanat gerilmiş ve pek de olgunlaşmamış bir insan olan ben, yapayalnız kalmıştım. Bir ‘bekarlar evi’ne taşındım. Burada kalan herkes Cumartesi geceleri eğleniyordu. Benim içme şeklim onlarınkinden çok farklıydı. Özellikle ensemde hissettiğim sinirsel baş ağrıları çekiyordum. Alkol bu ağrıları geçiriyordu. Sonunda alkolün her derde deva olduğunu keşfettim. Arkadaşlarımın Cumartesi partilerine katılıp eğlenmeye başladım. Fakat ben hafta içinde de onlar yattıktan sonra sızıncaya kadar içiyordum. İçki hakkındaki düşüncelerim tümüyle değişmişti. Alkol bir yandan bir destek, öte yandan da hayattan kaçıştı benim için. Bundan sonraki dokuz yıl hem ülkem hem de benim için büyük buhran yıllarıydı. Umutsuzluktan doğan bir cesaret ve alkolün de teşvikiyle genç ve güzel bir kızla evlendim. Evliliğimiz dört yıl sürdü. Eminim bu dört yılın en az üçü karım için bir cehennemdi, çünkü sevdiği adam gözlerinin önünde hem maddi hem manevi bakımdan paramparça oluyordu. Minik oğlumuzun doğumu bile bu baş aşağı gidişi durdurmaya yetmedi. Karım sonunda bebeği alıp beni terk ettiğinde kendimi eve kilitleyip bir ay hiç ayrılmamacasına içtim. Bundan sonraki iki yılı “gitgide daha az çalıştım ve daha çok içtim” diye özetleyebilirim.

Sonunda –evsiz, işsiz, beş parasız ve amaçsız- ailesi kent dışında olan bir arkadaşımın evine çok sorunlu bir konuk olarak yerleştim. Müthiş bir uyuşukluk içinde geçen her gün arkadaşımın evinde 18-19 gün kadar kaldım –kafamda sadece tek bir düşünce vardı: “Bu adamın ailesi dönünce ben nereye gideceğim?” Ailenin dönüşü iyice yaklaşıp da düşünebildiğim tek yanıt intiharken, bir akşam Ralph’ın odasına gittim ve ona gerçeği söyledim. Arkadaşım paralı bir adamdı ve böyle bir durumda pek çok kişinin yapacağı şeyi yapabilir, bana elli dolar verip kendimi toplamamı ve her şeye yeniden başlamamı söyleyebilirdi. Fakat böyle yapmadı ve sen son on altı yılda böyle yapmadığı için pek çok kez Tanrı’’a şükrettim.

Ralph kalkıp giyindi, beni dışarı götürdü, üç-dört duble içki içirip eve getirdi ve yatağa yatırdı. Ertesi gün de beni iki kişiye teslim etti. Bu insanlar alkolik değillerdi ama Dr. Bob’u tanıyorlardı ve beni Akron’a götürüp onun ihtimamına teslim etmeye razı olmuşlardı. Tek bir şartları vardı; kararı ben vermek zorundaydım. Ne kararı? İki seçeneğim vardı: ya kuzeye, kimselerin yaşamadığı çam ormanlarına gidip kendimi vuracak ya da ufacık bir umutla da olsa, hiç tanımadığım bir grup insan içki sorunumu çözmeme belki yardımcı olabilir diye güneye gidecektim. İntihar en son çare olabilirdi ama ben henüz o kadar çaresiz değildim. Böylece ertesi gün bu yardımsever insanlar beni Akron’a götürdüler ve Dr. Bob’a ve o zamanlar az sayıda üyesi olan Akron Grubu’na teslim ettiler.

Akron’da hastanede yatarken gözleri pırıl pırıl parlayan mutlu yüzlü, güven verici ve kararlı görünüşlü adamlar beni görmeye gelip hikâyelerini anlattılar. Anlatılanlardan bazılarına inanmak çok zordu ama benim de yararlanabileceğim bir şey bildiklerini anlamak için de dahi olmak gerekmiyordu. Bunu nasıl elde edebilirdim? Çok kolay olduğunu söylediler ve bugün AA’nın Oniki Basamağı olarak bilinen iyileşme programının ve günübirlik yaşamanın ne olduğunu açıkladılar. Dr. Bob zaman zaman gelen, insanın dayanma gücünü çok zorlayan içki içme isteğinden kurtulmak için dua etmenin kendisine nasıl yardımcı olduğunu anlattı. Beni ikna eden de Dr. Bob oldu çünkü kendimden daha yüksek bir Güç’ün bunalımlı zamanlarda bana yardım edeceğine ve bu Güç’e ulaşabilmek için sadece dua etmenin yeteceğine olan inancı öyle gerçek ki. Karşımda uzun boylu, güçlü kuvvetli ve çok iyi eğitim görmüş bir adam vardı ve bu adam Tanrı’dan, dua etmekten son derece doğal bir biçimde söz ediyordu. Eğer o ve diğerleri başarabilmişlerse ben de başarabilirdim.

Hastaneden çıktıktan sonra Dr. Bob ve sevgili eşi Anna gidip kalmam için beni evlerine davet ettiler. Birden o eski, denetlenmesi imkânsız, beni âdeta felce uğratan panik duygusuna kapılıverdim. Hastane ne kadar da emniyetliydi. Şimdi ise yabancı bir kentte, yabancı bir evdeydim ve çok korkuyordum. Odama kapandım; oda etrafımda dönüyordu. Duyduğum panik ve şaşkınlık doruk noktasındaydı; kafam karmakarışıktı. Bütün bu karmaşadan yüzeye çıkan iki tutarlı düşünce vardı: bir, bir kadeh içki evsiz kalmam ve ölüm anlamına geliyordu; iki, korkunun baskısından, bir zamanlar hep yaptığım gibi eve dönerek kurtulamazdım, çünkü gidecek bir evim yoktu.

Sonunda –bu sonun ne kadar zaman sonra geldiğini hiçbir zaman bilemeyeceğim- bir düşünce kafamda açıklık kazandı: Bir de dua etmeyi dene. Bir şey kaybetmezsin, ama belki Tanrı sana yardım eder –ama unutma, sadece ‘belki’. Gidebilecek hiç kimsem olmadığı için, pek çok kuşkum olmasına rağmen Tanrı’ya bir fırsat vermeye karar verdim. Otuz yıldan beri ilk kez diz çöktüm. Okuduğum dua çok basitti. Şöyle bir şeyler gevelemiştim: “Tanrım, on sekiz yıldır bu sorunla başa çıkamadım. Lütfen sana havale etmeme izin ver.” Daha o anda, sakin bir güçlülük duygusuyla karışık müthiş bir rahatlama hissettim. Yatağımın üzerine uzanıp bir çocuk gibi uyudum. Bir saat sonra da yepyeni bir dünyaya açtım gözlerimi. HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEMİŞTİ AMA AYNI ZAMANDA HER ŞEY DEĞİŞMİŞTİ. Gözlerimdeki perde kalkmıştı. Her şeyi doğru bir bakış açısından görüyordum. Ben kendi küçük dünyamın merkezi olmaya çabalamıştım. Oysa gerçekte, benim de belki önemli ama küçücük bir parçası olduğum uçsuz bucaksız evrenin merkezi Tanrı idi.

Yeniden hayata dönüşümün üzerinden 16 yıl geçti. O günden beri hiç içmedim. Sadece bu bile bir mucize. 12 Basamak’ta anlatılan ilkeleri günlük yaşama geçirdikçe birbirini izleyen mucizelerin sadece birincisi. Şimdi size bu 16 yıl içinde nasıl yavaş ama sürekli ve tatminkâr bir tırmanış yaşadığımı anlatacağım. Sağlığım iyi değildi ve hiç param yoktu. Bu nedenlerle bir yıla yakın bir süre Dr. Bob ve Anne’nin yanında yaşamak zorunda kaldım. Bu iki harikulade insana duyduğum sevgiyi ve onlara olan minnet borcumu anlatamadan geçemeyeceğim. Bana kendimi hep aileden biriymişim gibi hissettirdiler; çocukları da öyle. Bu karı-kocanın ve Akron’u sık sık ziyaret eden Bill’in yardımına ihtiyacı olan kişilere nasıl koştuklarını görmek beni de onlar gibi davranmaya teşvik etti. Bu bir yıl içinde, zaman zaman, vakit kaybediyormuşum gibi bir hisse kapılarak, imkânları zaten kısıtlı olan bu iyi yürekli insanlara yük oluyorum diye için için isyan ettiğim günler de oldu. Vermek için elime bir fırsat geçmesinden çok önce, karşımdaki insanı suistimal etmeden bir şeyler almak gibi çok önemli bir dersi öğrenmem gerekti.

Akron’da yaşadığım ilk birkaç ay boyunca doğup büyüdüğüm kente bir daha dönmek istemeyeceğimden emindim. Çok fazla maddi ve manevi sorunla karşılaşacaktım orada. Bambaşka bir yerde her şeye yeniden başlamak istiyordum. Altı aylık bir ayıklık süresinden sonra farklı düşünmeye başladım: Detroit’e dönmek mecburiyetindeydim. Çünkü hem orada neden olduğum sorunlarla yüz yüze gelmek zorundaydım hem de AA’ya en fazla ancak Detroit’te hizmet edebilirdim.

1939 yılının ilkbaharında Bill, iş için Detroit’e giderken Akron’a uğradı. Kendisiyle birlikte gitmemi isteyince teklifini ikiletmedim. Bill New York’a dönmeden önce iki gün Detroit’te kaldık. Arkadaşlarım, kendileriyle birlikte istediğim kadar kalabileceğimi söyleyip beni davet ettiler. Üç hafta kaldım orada. Bu süre içinde, evvelden kırdığım insanlardan özür diledim; böyle bir fırsat daha önce hiç elime geçmemişti. Geri kalan zamanımın tümünü AA’da çalışarak geçirdim. İyileşmeyi isteyen ‘hazır’ alkoliklerle ilgilenmek istiyordum. Barlarda tek tek sarhoşların peşinde dolaşarak bir yere varabileceğime inanmıyordum. Zamanımın çoğunu doktor, papaz, avukat ve endüstri iş kolunda çalışanlar gibi alkolikleri tanıması muhtemel olan kişilerle bağlantı kurmakla geçiriyordum. Ayrıca, beni dinleyen bütün arkadaşlarıma öğle yemeğinde, akşam yemeğinde, sokak köşelerinde AA’yı anlatıyordum. Yardım ettiğim ilk vaka bir doktordu. Onu trenle Akron’a götürdüm. Yolda, Tolodo’da inmesin diye de cebine bir şişe viski koymuştum. Hayatımda yaşadığım başka hiçbir olayda, bu ilkinde duyduğum heyecan ve mutluluğu yaşamadım.

Detroit’te kaldığım üç hafta boyunca çok yoruldum ve üç ay daha dinlenmek üzere Akron’a dönmek zorunda kaldım. Bu süre içinde Detroit’ten Akron’a iki ya da üç (Dr. Bob’un tabiriyle) ‘hazır vaka’ geldi. Sonunda iş bulmak ve kendi ayaklarım üzerinde durmayı öğrenmek üzere Detroit’e gittiğimde, yavaş da olsa iş rayına oturmuştu. Yine de ilk AA toplantısını ancak altı ay çalıştıktan ve bir sürü hayal kırıklığı yaşadıktan sonra evimde üç kişiden oluşan bir grupla yapabildim. Bir grup kurmak çok kolay görünmekle birlikte insanın karşısına aşması gereken engeller ve kuşkular çıkıyor.

Döndükten çok kısa bir süre sonra kendi kendime bir toplantı yaptığımı çok iyi hatırlıyorum. Bu, bir tür kendimle hesaplaşmaydı: Eğer damlara çıkıp bir alkolik olduğumu bağıra bağıra ilan edersem, çok muhtemeldir ki iyi bir iş bulamayabilirdim. Fakat, farz edelim ki bencilce nedenlerle ağzımı açmadığım için bir adam öldü. Hayır. Tanrı’nın iradesi olurdu, benimki değil. İzlemem gereken yol apaçıktı. Bu yoldan sapıp sonra da bu sapmalara mazeret uydurmayı bir kenara bırakmalıydım. Kazandıklarımı, onları paylaşmadığım takdirde, elimde tutmam mümkün değildi.

Büyük Buhran sürüyordu ve çalışılacak iş yok denecek kadar azdı. Sağlığıma da tam olarak kavuşabilmiş değildim. Sırf kendim için bir iş yarattım; kadın çorabı ve erkekler için ısmarlama gömlek satıyordum. Böylece AA’da çalışmaya ve çok yorulduğumda dinlenmek için kendime iki-üç gün ayırmaya da vakit bulabiliyordum. Bazı sabahlar cebimde sadece bir kahve, tost ve beni günün ilk randevusuna götürecek otobüs bileti alacak kadar para oluyordu. Satış yapamazsam, öğle yemeği yiyemiyordum. Yine de o ilk yıl boyunca, kıt kanaat de olsa, geçinmeyi başardım ve kimseden, sonradan çalışıp kazanarak geri ödeyemeyeceğim parayı borç olarak almadım. Bu bile ileriye doğru atılmış büyük bir adımdı.

İlk üç ay arabasız çalıştım; elinin altında her zaman bir araba olmuş olan ben, sadece otobüse ve tramvaya biniyordum. Hayatında kalabalık önünde konuşmamış, bunun lafından bile tüyleri diken diken olan ben, kentin değişik bölgelerinde Rotary gruplarının önünde Adsız Alkolikleri anlatıyordum. AA’ya hizmet arzusuyla yanıp tutuşan ben, AA ile ilgili muhtemelen ilk radyo programına çıkmıştım. Yayın sırasında müthiş bir mikrofon korkusuna kapılmış, program bitince milyonlarca dolar kazanmış gibi hissetmiştim. Devlete ait bir akıl hastanesine kapatılmış bir grup alkolikle konuşmayı kabul etmiş ve bu toplantıdan önceki haftada çok büyük bir huzursuzluk yaşamıştım. Ödül hep aynıydı –bir görevi başarıyla tamamladıktan sonra duyulan büyük keyif. Bütün bunlardan kimin en kârlı çıktığını söylememe gerek var mı?

Detroit’e döndükten sonraki bir yıl içinde, AA grubunda yaklaşık 12 kişi vardı. Bu arada ben de küçük ama sağlam bir iş kurmuştum; kuru temizlemecilik yapıyordum. Kendi kendimin patronuydum. AA’da beş yıl geçirdikten ve sağlığım gözle görülür şekilde düzeldikten sonra başka birinin patron olduğu bir ofiste çalışmaya başladım. Bu iş, bütün yetişkinlik hayatım boyunca bir kenara itmeye alıştığım bir sorunla yüz yüze getirdi beni: eğitimsizliğim. Bu defa bir girişimde bulundum. Mektupla sadece muhasebe eğitimi veren bir okula kaydoldum. Bunun ardından biraz geç kalmış öğrencilere yönelik bir okulda işletme eğitimi gördüm ve yaklaşık iki yıl sonra kendi bağımsız muhasebe büromu kurdum. Bu alanda yedi yıl çalıştıktan sonra müşterilerimden biriyle –o da bir AA idi- birlikte çalışma fırsatı doğdu. Birbirimizi çok iyi tamamlıyoruz, arkadaşım doğuştan bir satıcı, bense mali ve idari konularda başarılıydım. Sonunda, hep yapmak istediğim ama sabırsızlığım ve duygusal dengesizliğim nedeniyle bir türlü beceremediğim bir işi yapıyorum.

AA programı bana yere basmayı, aşağıdan başlayıp yükselmeyi öğretti. Bu da benim için çok büyük bir değişim. Uzak geçmişte müdür ya da başveznedar olarak işe başlar, sonunda ise şerifin eline düşerdim. İş hayatımla ilgili söyleyeceklerim bu kadar. Sanıyorum korkularımı, iş hayatımda başarılı olmayı düşünebilecek kadar kontrol altına alabildim. Bugün iş hayatımda, Tanrı’nın yardımıyla ve her gün ve 24 saat diyerek, geçmişte üstlenebileceğimi hayal bile edemediğim sorumluluklar taşıyabiliyorum. Fakat ya sosyal hayatım? Bana yarı rahip hayatı yaşatacak kadar elimi kolumu bağlayan korkularım ne oldu? Seyahat korkum? Size, Tanrı’ya olan inancımla ve 12 Basamağı günlük yaşamıma uygulayarak bütün korkularımdan kurtulduğumu söyleyebilmek ne güzel olurdu.  Ama gerçek bu değil. Size verebileceğim, gerçeğe en yakın cevap şu: Eylül 1938’deki o günden sonra korku bir daha hayatıma hiç egemen olmadı. O gün ben hem aklımı bana geri veren hem de beni ayık ve aklı başında tutan Yüksek Gücümü buldum. Ve ondan sonraki altı yıl boyunca hiçbir işten, o işten korktuğum için vazgeçmedim. Yaşamdan kaçmak yerine hep yüzümü yaşama döndüm. Geçmişte korktuğum şeyleri bugün de yapmak zorunda kaldığımda, hâlâ tedirgin oluyorum; fakat kendimi bu işin içine attığımda tedirginliğim kayboluyor ve zevk alıyorum.

Son yıllarda ara sıra da olsa seyahat etmek için zamanım ve param oldu. Yolculuğa başlamadan önce bir iki gün hayatımda bir hengâme oluyor ama yine de yola çıkıyorum ve bir kere yola çıkınca çok ama çok iyi vakit geçiriyorum.

Bütün bu yıllar boylunca canım hiç içki çekmedi mi? Sadece bir defa dayanma gücümü neredeyse aşan bir içme isteğine kapıldım. Gariptir, içinde bulunduğum yer ve koşullar çok iyiydi. Akşam yemeği için çok güzel kurulmuş bir masada oturuyordum. Son derece mutluydum. Bir yıldır AA’daydım ve aklımdan son geçecek şey de içmekti. Oturacağım yere daha önceden bir bardak şeri konulmuştu. Birden elimi uzatıp kadehi almak için kontrol edilmesi çok güç bir istek duydum. Gözlerimi kapadım ve Tanrı’dan yardım istedim. Birkaç saniye sonra bu istek geçti.

İçki içmeyi düşündüğüm zamanlar da oldu. Gençliğimde güzel güzel içtiğim güler aklıma gelince içmeyi düşünüyordum. Böyle düşüncelere yüz vermemem gerektiğini AA’ya girdiğim ilk günlerde öğrenmiştim. Çünkü başlangıçta zararsız olan bu düşünceler bir canavara dönüşebilirdi. O zaman hemen içki içtiğim sonraki yıllardaki kâbusları aklıma getiriyordum.

İlk ve tek evliliğimi 20 yıl önce yapmıştım. Dolayısıyla AA’ya katıldıktan yıllar sonra bile evliliği ciddi bir şekilde düşünmekten kaçınmama şaşmamak gerek. Evlilik, sorumluluk yüklenmeye isteklilik ve herhangi bir iş için gerekli olandan daha fazla bir iş birliği ve ‘alışveriş’ gerektiriyor. Yine de kalbimin ta içinde, bencil bir bekâr olarak yaşamamın, yarım yamalak olduğunu hissetmiş olmalıyım. Yalnız başına yaşayarak üzüntüleri hayatınızdan bir ölçüde uzak tutabiliyorsunuz. Fakat bu arada yaşamınızda neşe de olmuyor. Her neyse hayatımı bir bütün hâline getirebilmem için atmam gereken bir büyük adım vardı önümde. Böylece de bundan altı ay önce büyüleyici bir eş, çok sevdiğim dört yetişkin evlat ve üç torundan oluşan hazır bir aile sahibi oldum.

Bir alkolik olarak hiçbir şeyi yarım yapamam! Kendisi de bir AA olan karım dokuz yıldan beri duldu; bende 1 yıldan beri bekârdım. Böylesine zor bir durumda uyum sağlamak zordur ve uzun sürer; ama karımla ben her şeye değer diyoruz. Evliliğimizin başarılı olması için Tanrı’ya sığınıyor ve AA programındaki kararlılığımıza güveniyoruz. Gelecekte ne kadar başarılı bir koca olacağımı söylemek için kuşkusuz vakit çok erken. Fakat kesinlikle biliyorum ki böyle bir işi bile üstlenebilecek kadar ‘büyümüş’ olmam, 18 yılını hayattan kaçarak gelişmiş bir adamın hikâyesinin doruk noktasını oluşturuyor.

 

(10) KENDİ DEĞERİNİ BİLMİYORDU

“Fakat ona kendisinden daha fazla güvenen bir Yüksek Güç olduğunu gördü. Böylece Chicago AA Grubu kuruldu.”

Akron, Ohio’nun dışında küçük bir kasabada büyüdüm. Bütün küçük kentlerin özelliklerini taşıyan bir yerdi burası. Atletizmi çok seviyordum. Bu nedenle ve anne-babamın etkisiyle ortaokul ve lisede sigara ya da içki içmedim. Üniversiteye gittiğimde her şey değişti. Yeni okul kulüplerine ve yeni arkadaşlara uyum sağlamak zorundaydım. İçki ve sigara içersem daha görmüş geçirmiş görüneceğimi düşündüm. Sadece hafta sonları içiyordum ve hem üniversitede hem de üniversiteden sonra birkaç yıl normal miktarlarda içtim.

Okulu bitirdikten sonra çalışmak üzere Akron’a gittim. Annemlerle beraber yaşıyordum. Ev yaşamı hayatımı bir ölçüde kısıtlıyordu. Ev halkının duygularına olan saygımdan dolayı, içtiğimi onlardan saklıyordum. Bu 27 yaşıma kadar böyle sürdü. Ondan sonra ABD ve Kanada sınırları içinde seyahat etmeye başladım. Elimde bu kadar özgürlük ve sınırsız parasal olanak olunca kısa bir süre sonra her akşam içmeye başladım. Bu arada ‘bu benim işim gereği’ diye de kendimi kandırıyordum. Şimdi anlıyorum ki içki içtiğim zamanın yarısından fazlasında yalnızdım, dolayısıyla bunun müşterilerle ilgisi yoktu.1930’da Chicago’ya taşındım. Kısa bir süre sonra, Büyük Buhran’ın etkisiyle çok boş zamanım oldu ve bir de baktım ki sabahları da biraz biraz içmeye başlamışım.

1932 yılına geldiğimizde haftada iki-üç kere içki âlemlerine katılıyordum. Aynı yıl, içki sorunum karımın canına tak etti ve Akron’a babama telefon etti ve gelip beni almasını istedi. Babamın bir şeyler yapması gerektiğini, kendisinin elinden bir şey gelmediğini söyledi. Canından bezmişti artık. Bu olay, benim ayılabilmek için Chicago’daki evimle Akron arasında mekik dokuduğum beş yılın başlangıcıydı. Giderek daha sık düzenlenen ve daha uzun süren içki maratonlarına katılıyordum. Bir keresinde babam beni ayıltmak için ta Florida’dan kalkıp gelmişti, çünkü bir otel müdürü ona telefon etmiş ve beni canlı görmek istiyorsa hemen gelmesini söylemişti. Karım beni evden kendisinin değil de babam da ona, benim sadece pantolonumu, ayakkabılarımı ve paramı aldığını söylemiş, böylece içki bulamayıp ayılmak zorunda kaldığımı açıklamıştı. Bir kez karım da aynı şeyi yapmaya kalkışmıştı. Önce evde sakladığım şişelerin hepsini bulup çıkardı, ondan sonra da pantolonumu, ayakkabılarımı, paramı ve anahtarları arka odadaki yatağın altına sakladı ve kapıyı da kilitledi. O gece saat birde tam anlamıyla umutsuzluğa düşmüştüm. Bunun üzerine bir çift yün çorap, ancak dizlerime kadar gelen, iyice küçülmüş bir pantolon ve eski bir ceket bulup giydim. Ön kapıyı tekrar içeri girebileyim diye kilitlemeden kapatıp çıktım. Hava buz gibiydi, ayaz vardı. Yerler kar ve buz içindeydi; Şubat ayındaydık. En yakın taksi durağı dört blok ötedeydi, ama oraya ulaşmayı başardım. Arabada en yakın bara doğru yol alırken, şoföre karımın ne kadar mantıksız bir insan olduğunu ve beni hiç anlamadığını anlattım. Bara vardığımızda şoför bana bir içki ısmarladı. Sonra beni geri eve getirdi. Ben sağlığıma kavuşup ücretini ödeyinceye kadar üç-dört gün bekleyebileceğini, bunun hiçbir sakıncası olmadığını söyledi. İstersem insanları ikna edebiliyordum!

Ertesi sabah karım, bir önceki gece bütün şişeleri yok ettiği hâlde nasıl olup da bıraktığından daha sarhoş bulduğunu bir türlü anlamadı. Çok kötü geçen bir Noel ve Yeni Yıl tatilinden sonra, 1937 yılı Ocak ayında babam yine gelip beni aldı ve o alışılagelmiş ayılma faslı başladı. Bu da tekrar normal yemek yemeye başlayıncaya kadar gece-gündüz odada bir aşağı bir yukarı yürümek demekti. Bu kez babamın bir de teklifi vardı. Ama önce ben iyice ayılıncaya kadar bir şey söylemedi. Chicago’da dönmemden bir gece öncesiydi. Bana Akron’daki küçük bir gruptan bahsetti. Bu insanların da içki sorunları vardı ama bir çözüm bulmuşlardı. Ayık ve mutlu olduklarını hem öz saygılarını hem de çevrenin saygısını yeniden kazandıklarını anlattı. İçlerinden yıllardır tanıdığım iki kişinin adını verdi ve onlarla konuşmamı teklif etti. Fakat ben iyiydim. Ayrıca, bu ikisinin benim hiçbir zaman olmayacağım kadar kötü bir duruma düşmüş olduklarını düşündüm. Daha bir yıl evvel, eski bir doktor olan Howard’ı, bir bardak içki alabilmek için ondan bundan on cent isterken görmüştüm. Ben, mümkün değil, bu kadar kötü bir duruma düşmezdim. En azından 25 cent isterdim! Babama istediği bahse gireceğimi, bir ay ağzıma bir yudum içki koymayacağımı, bu ayın sonunda da sadece bira içeceğimi söyledim.

Birkaç ay sonra babam yine Chicago’ ya beni almaya geldi, ama benim tavrım bu defa tümüyle farklıydı. Babam gelir gelmez, ona yardım istediğimi söyledim. Akron’ daki insanlarda ne varsa onu ben de istiyordum ve elde etmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Alkol beni tam anlamıyla alaşağı etmişti. Akron’ a gece 11’de gelişimi ve demin sözünü ettiğim Howard’ı yataktan kaldırıp bana yardım etmesini söylediğimi bugün hatırlıyorum. O gece Howard tam iki saat bana hikâyesini anlattı. Alkolizmin tutku ve alerjiden oluşan ölümcül bir hastalık olduğunu ve bir kez içki alışkanlık olmaktan çıkıp tutkuya dönüştüğünde, durumun tümüyle umutsuz bir hâle geldiğini ve ondan sonra da yaşamdan bekleyebileceğimiz tek şeyin ya ömrümüzün geri kalanını akıl hastanesinde geçirmek ya da ölüm olabileceğini anladığını söyledi. Yaşama ve insanlara karşı tavırlarındaki gelişmeyi özellikle vurgulamıştı. Eski hâli benim şimdiki hâlime öyle benziyordu ki. Onu dinlerken bazen bana beni anlatıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordum!

Ben hep başkalarından farklı olduğumu sanırdım. Delirmeye başladığımı düşünürdüm, öyle ki insanlardan giderek daha da kaçıyor, hep şişemle baş başa kalmak istiyordum. Şimdi ise karşımda hayata tıpkı benim gibi bakan bir adam vardı. Tek fark onun yaşamını düzene sokmak için bir şeyler yapmış olmasıydı. Mutluydu, yaşamdan ve insanlardan keyif alıyor ve mesleği olan doktorluğu yeniden başlıyordu. Geriye bakıp düşündüğümde, şimdi anlıyorum ki, o gece ilk kez içime bir umut düşmüştü; Howard bütün bunları yapabildiyse ben de yapabilirdim., bunu hissediyordum.

Ertesi gün öğleden sonra ve akşam iki adam ziyaretime geldi. Her ikisi de hikâyelerini ve bu korkunç hastalıktan kurtulabilmek için neler yaptıklarını anlattılar. Ve her ikisi de öyle mutlu ve huzurluydular ki bu duygular yüzlerinde parlıyordu sanki. Sonraki günlerde başkaları da geldi, buna cesaret verdiler ve bu iyileşme programını nasıl yaşadıklarını ve hayatlarından ne kadar memnun olduklarını anlattılar. Ancak ve ancak tek tek yedi sekiz kişinin bazı şeyleri kafama soktuklarından sonra ilk toplantıma katılmama izin verildi.

Bir evin oturma odasında bir araya gelmiştik, toplantıyı Bill D. yönetiyordu. Bill D., Bill W. ve Dr. Bob ile birlikte AA’nın kurucularındandı. Toplantıda sekiz dokuz kadar alkolik ve yedi ya da sekizinin eşleri vardı. O zamanlar bu toplantılar şimdikinden farklıydı. Büyük kitap henüz yazılmamıştı. Birkaç dini kitapçık dışında okunacak hiçbir şey yoktu. Program sadece ağızdan ağza yayılabiliyordu. Toplantı bir saat sürdü ve Tanrı’ ya dua ile bitti. Daha sonra hepimiz mutfağa doluşup kahve içtik, pasta yedik ve sabahın erken saatlerine kadar konuştuk. Toplantı ve hiç paraları olmamasına rağmen oradaki insanların mutluluğu beni çok etkilemişti. Bu küçük gruptaki herkes büyük Buhran sırasında parasız kalmıştı.

İlk gidişimde Akron’da iki ya da üç hafta kaldım ve programı ve felsefesini mümkün olduğunca öğrenmeye çalıştım. Bana ayırabildiği her dakika Dr. Bob’la beraberdim. Programın aileleri nasıl etkilediğini görmek için iki-üç kişinin evine gittim. Her akşam üyelerden birinin evinde toplanıp kahve içiyor ve hoşça vakit geçiriyorduk. Chicago’ya dönmem gereken günden bir gün öncesi bir çarşambaydı ve Dr. Bob’ un boş günüydü. Dr. Bob beni ofise götürdü. Üç-dört saat boyunca o zamanlar altı basamaktan oluşan AA programının üzerinden geçtik. Bu altı basamak şöyleydi:1. Mutlak teslim. 2. Yüksek Güç’e güvenme ve O’nun gösterdiği yoldan yürüme. 3. Vicdan araştırması. 4. Hatalarını itiraf etme. 5. Kırdıklarından özür dileme. 6. Diğer alkoliklere yardım.

Dr. Bob bu basamakları tek tek yaptırdı bana. Vicdan araştırması sırasında kişisel özelliklerim ve bencillik, kendini beğenmişlik, kıskançlık, dikkatsizlik, hoşgörüsüzlük, huysuzluk, alaycılık, kin duyma gibi karakter kusurlarım ortaya çıktı. Hepsini enine boyuna tartıştık. Sonunda bana bu kusurlarımdan kurtulmak isteyip istemediğimi sordu. İstediğimi söyledim. Birlikte diz çöküp dua ettik ve her ikimiz de Tanrı’dan beni bu kusurlarımdan arındırmasını diledik. Bu sahne bütün canlılığıyla hâlâ gözümün önündedir. Yüz yaşıma da gelsem öyle kalacak. Çok etkileyiciydi. Keşke her AA’ nın bugün de böyle bir rehberi olsa.

Dr. Bob din konusuna her zaman önem verirdi ve sanırım bunun bana çok yararı oldu. Daha sonra Dr. Bob’a, herkesi yazdığım bir liste çıkardım ve bu kişilerden nasıl ve ne şekilde özür dileyeceğimi saptadım. O sıralarda pek çok karar vermiştim. Bunlardan biri Chicago’da da bir AA grubu kurmak; ikincisi ise, bu grubu kuruncaya kadar en az iki ayda bir Akron’a gidip bu toplantılara katılmaktı. Üçüncü kararıma gelince; program her şeyin, hatta ailemin bile üstünde olmalıydı. Çünkü eğer ayık kalmazsam zaten ailemi kaybedecektim. Eğer ayık kalmazsam arkadaşlarım da olmayacaktı. O zaman henüz birkaç arkadaşım vardı.

Ertesi gün Chicago’ya döndüm ve arkadaş dediğim kişiler veya içki arkadaşlarım arasında müthiş bir kampanya başlattım. Hepsinin yanıtı da aynıydı: yardıma ihtiyaç duyacaklarsa benimle bağlantı kuracaklardı. Tanıdığım bir papaza veya doktora gittim; onlarsa bana ne kadar zamandır ayık olduğumu sordular. Onlara ‘altı hafta’ dediğimde son derece nazik bir biçimde alkolle sorunu olan biri olursa bana haber vereceklerini söylediler. Söylememe gerek var mı ama benimle bağlantı kurmaları için aradan bir yıldan fazla bir süre geçmesi gerekti.

Yeniden moral bulmak ve diğer alkoliklerle birlikte çalışmak için Akron’a gittiğimde Dr. Bob’a hep benimle bağlantı kurmadıklarından söz eder, acaba bende mi bir şey var derdim. Aldığım cevap ise hiç değişmezdi. ‘Sen tamamen düzeldiğinde ve zamanı gelince Tanrı sana istediğini verecek. Sen hep istekli davranıp bağlantılar kurmaya devam etmelisin.

Akron’a ilk seyahatimden birkaç ay sonra kendime çok güveniyor ve karımın bana yeterli derecede saygı göstermediğini düşünüyordum. Şimdi ben artık seçkin bir yurttaşım. Sırf karım neler kaçırdığını anlasın diye gidip içtim. Bir hafta sonra, gelip beni ayıltması için Akron’dan bir arkadaşımı çağırtmak zorunda kaldım. Dersimi almıştım; insan vicdan araştırmasını bir kere yapıp sonra da dosyayı rafa kaldırmıyordu; bir alkoliğin, eğer iyileşmek ve öyle kalmak istiyorsa her gün vicdan araştırması yapması gerekiyordu. Bu benim tek tökezlemem oldu. Ama bana çok değerli bir ders verdi.

1938 yazısında, Akron’ la bağlantı kurmamdan yaklaşık bir yıl sonra programı bilen patronum yanıma gelip çok içten bir satıcı ile ilgili bir şey yapıp yapmayacağımı sordu. Bu adamı yattığı hastanede gidip gördüm. Hiç beklemediğim hâlde anlattıklarımla ilgilendi. Uzun zamandır içkiyi bırakmak istiyor fakat bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Birkaç gün boyunca her gün onu görmeye gittim ama bu programı ona anlatmak konusunda yeterli olmadığımı hissediyordum. Birkaç haftalığına Akron’ a gitmesini teklif ettim. Gitti ve orada AA’daki ailelerden birinin yanında kaldı. Döndüğü günden itibaren hemen her gün ikimiz toplantı yaptık.

Birkaç ay sonra Akron’daki grupla temas hâlinde olan bir adam Chicago’ya taşındı. Böylece üç kişi olduk ve gayriresmi toplantılarımızı düzenli bir şekilde sürdürdük. 1939 yılının ilkbaharında Büyük Kitap basıldı ve 15 dakikalık bir radyo programı yaptık. New York’tan iki kişi başvurdu. Kendileri için aramıyorlardı. Biri, oğlu için bir şeyler yapmak isteyen bir anneydi. Kadına gidip papazla ya da oğlunun doktoruyla konuşmasını önerdim. Birinden biri AA’yı tavsiye edebilir diyordum. Genç bir adam olan doktorun AA fikrine aklı yattı ama delikanlıyı AA’ya gelmeye ikna edemedi. Fakat programla ilgilenen misafir olarak katılan bu iki kişiye pek faydalı olmadığımızı düşündük ve onlara Akron’a gidip eski grubun toplantılarına katılmalarını söyledik. Bu arada Evanston da başka bir doktor programının yararlı olabileceğine ikna olmuş ve yardım etmemiz için genç bir bayan göndermişti bize. Kızcağız çok istekliydi; o da Akron’ a gitti. Döner dönmez de haftada bir kez resmi toplantı yapmaya başladık. 1959 yılının sonbaharından beri de giderek büyüyerek bu toplantılarımız sürüyor.

Küçücük bir çekirdekten dev bir iyiliğin büyüdüğünü görmek içimizden sadece birkaçımızın kısmeti oldu. Bu ayrıcalığa sahip olanlardan biri de benim. AA’nın hem doğduğu kentte büyüdüğünü hem de tüm ülkeye yayıldığını gördüm. Bir avuç Akron’ lu olan bizler tüm dünyaya yayıldık. Sayımız, Chicago’dan her toplantı için Akron’a giden tek üyeden altı yüzü aşkın üyeye ulaştı. Böyle söylemem size çok basmakalıp gelebilir ama bu son 18 yıl hayatımın en mutlu yıllarıydı. Eğer içmeye devam etseydim bu yılın 15’ini yaşayamayacaktım. İçkiyi bırakmadan önce doktorlar en fazla 3 yıl yaşayabileceğimi söylemişlerdi. İçkiyi bıraktıktan sonra bir amacım oldu. Bu amaç, öyle çok büyük işler başarmak için değil, günlük yaşama yönelikti. Her yeni güne cesaretle başlayabilmek, geçmişin korku ve kuşkularını yok etti. Sabırsızlığın yerini her şeyi olduğu gibi kabullenme aldı. Yel değirmenlerine saldırmaktan vazgeçtim. Onun yerine kendi içinde önemsiz gibi görünse, dolu dolu yaşayabilmek için vazgeçilmez olan günlük küçük işlerimi yapıyorum. Evvelden insanlar benimle alay eder, aşağılar, acırlardı, şimdi saygı gösteriyorlar. Evvelden hepsi iyi gün dostu birkaç tanıdığım vardı; şimdi beni ben olarak kabul eden bir sürü dostum var.

Bir AA olarak yaşadığım yıllar içinde çok sayıda gerçek, dürüst, samimi ve ölünceye dek üzerlerine titreyeceğim dostluklar kurdum. Oldukça başarılı bir insanım. Pek öyle fazla malım mülküm yok, ama dostlar, cesaret, kendine güven ve yeteneklerimin dürüstçe taktir edilmesinden oluşan bir servetim var, hepsinden öte bir insana, bahsedilebilecek en büyük şeye, Tanrı’nın sevgi ve anlayışına sahibim. Yüce Tanrı beni alkolün batağından öylesine güvenilir bir konuma getirdi ki ben burada insanlara bir parça sevgi göstermenin ve onlara elimden geldiğince yardım etmenin karşılığını fazlasıyla alıyorum.

 

(11) EVDE İÇKİ YAPMAKTA USTAYDI

Cleveland 3 numaralı AA grubunun kurucusu, içki yasağına karşı baştan bütün kaybettiği bir savaş açmıştı.

Garip olan şu ki tam durmuş oturmuş akıllı uslu bir hayata başlamak üzereydim ki “eğlence hayatı” ile tanıştım. Karım hamileydi ve doktor arada şarap ya da bira içmesini tavsiye etmişti… Ve ben de gidip 25 litrelik bir fıçı ve birkaç boş şişe satın alım, amatör içki yapımcılarından bilgi edindim, ondan sonra da küçük çapta -geçici bir süre için küçük çapta- içki imalatçılığına başladım. Fakat herhâlde doktorun söylediklerini yanlış anlamışım çünkü karım için sadece içki yapmakla kalmıyor, onun yerine içiyordum da. Bir müddet sonra misafir gelince birkaç şişe açmayı âdet haline getirdim. Durum böyle olunca, çok geçmeden evdeki kısıtlı içki yapma imkânlarımın hem misafirlere hem de ev içi tüketimine yetmediğini anladım. Ondan sonrada 45 litre kapasiteli fıçılar almaya başladım, evde içki üretmeye olan merakım da birden artmıştı. Muntazaman bira ve peynirli, iskambil partileri düzenliyorduk. Giderek birkaç litre birayla öylesine neşeleniyorduk ki eğlenmemiz için poker ya da briç oynamamıza gerek kalmadı. Daha çok bira içiyor, içtikçe daha fazla neşeleniyorduk. Bu arada ben bir şey fark etmiştim; iki bira arasında bir yudum sert içki içmek, aynı etkiyi yakalamak için bir sürü bira içmeye göre daha çabuk kafa bulduruyordu. Bu keşfimin kaçınılmaz sonucu ise kısa sürede biranın, viskinin üzerine çok iyi bir cila olduğunu öğrenmem oldu. Buluşum öylesine hoşuma gitmişti ki yoğun içki hayatımın bundan sonraki bölümünde hep aynı şeyi yaptım.

İçkili hayatımın son gününde sabah on ile on iki arasında tam 22 tane bira ve viski içmiştim. Gece yatağıma yatırılıncaya kadar daha kaç tane içtiğimi ise hiç öğrenemeyeceğim. Bir süre sadece ev partilerinde içerek durumu idare ettim, fakat daha sonra arada birahanelere takılmaya başladım. Haftada bir birahanede, haftada bir evde veya arkadaşların birinin evindeki partide ve bu arada da kendi başıma içtiğim içkiler beni kısa sürede birinci sınıf bir ayyaş hâline getirdi. Bu şekilde içmeye başladıktan üç yıl sonra ilk işimi kaybettim. O sırada kent dışında yaşıyordum; işten atılınca kente döndüm. Mali konularda hizmet veren büyük şirketlerden birinde sorumluluk taşımamı gerektiren bir işe başvurdum. Bugüne kadar altı yıl bu tür bir işte çalışmıştım, çok başarılı bir insan olarak tanınıyordum. Yeni işimde çok boş vaktim vardı ve böylece daha da fazla içmeye başladım. Akşam işten çıkınca ilk durağım bir blok ötedeki bir bardı. Aslında civarında o kadar çok bar vardı ki, her akşam illaki aynı bara takılmam gerekmiyordu. Her gün aynı saatte aynı yerde görünmenin bir anlamı yoktu.

Programım şöyleydi: İlk uğradığım barda dört-beş içki içerdim. Böylece kendimi zıpkın gibi hisseder, ondan sonrada 13 mil ötedeki evime, şöminenin başına doğru yola koyulurdum. Yolda bir sürü başka bar vardı. Duruma göre, yalnızsam dört ya da beşine, yok eğer bana güvenmeyen karım benimle beraberse bir ya da ikisine uğrardım. Sonunda eve ulaştığımda yemek vakti çoktan geçmiş olurdu; zaten benim de canım yemek çekmezdi. Tabaktaki yemekle biraz oynar, pek bir şey yiyemeden sofradan kalkardım. Çok iştahsızdım, fakat öğlen iki nedenle mutlaka yemek yerdim. Bu nedenlerden biri, bir gece öncesinin mahmurluğunu üzerimden atmak içindi. İkincisi ise, az da olsa beslenmem gerektiğini biliyordum. Fakat sonunda öğlen yemeklerinden de vazgeçtim.

Kronik uykusuzluğun pençesine ne zaman düştüğümü hatırlayamıyorum. Ama son bir buçuk yılda yatağa tek bir gece bile ayık girmediğimi çok iyi biliyorum. Uyuyamıyordum. Yatağa girip bütün geçe uyanık olarak sağa sola dönüp durmaktan ölümden korkar gibi korkuyordum. Evde geçirdiğim akşamlar birer ateşten gömlekti. Ve sonunda her gece sızıp kalmaya başladım. Feci bir durumda olduğum sabahlarda bile ofisteki işlerini yürütebilmiş, müşterilerle, tüccarlarla, sigortacılarla konuşmuş, mektupları dikte ettirip telefonlara cevap vermiş, işe yeni başlayan elemanları yönlendirmiş, üstlerimin sorularını yanıtlamıştım; işte bütün bu işleri nasıl olup da yürütebildiğimi hiç açıklayamıyorum. Ne var ki sonunda sıfırı tükettim; artık zihinsel, fiziksel, sinirsel bakımdan tam bir enkazdım. Sarhoşluğum öyle bir noktaya gelmişti ki artık sabahları işe gidemeyecek durumda oluyordum. O zaman telefon edip hastalandığımı söylüyordum. Fakat şirket benim sarhoşluğumdan bıkıp usanmıştı ve müthiş bir şamata ve son derece kişisel küçültücü sözler ve imalar arasında son hareketi yaptılar ve artık kronikleşmiş bir hastalığı, yani beni, maaş bordrolarından çıkarıp attılar. Sürekli içtiğim süre içinde akrabalarım beni tehdit etmiş, ailem yerden yere vurmuş, arkadaşlarım sırtımı sıvazlamış ve hiç tanımadığım insanlar da lanetler okumuşlardı. Ama hiçbirinin beş kuruşluk faydası olmamıştı. Kim bilir kaç kez sabahleyin bir daha içmemeye yemin etmiş, sonra da daha güneş batmadan yeniden sarhoş olmuştum. Yani, bir kızağa binmiş son sürat bir yerlere gidiyordum.

Kovulduktan sonra yeni kurulmuş bir şirkete başvurdum ve tanıtım elemanı olarak işe alındım, otomobil satıcılarıyla sürekli temas hâlinde olacaktım. Ofiste çalışırken ister istemez kendimi biraz tutuyordum. Fakat dışarıda, kimsenin gözü üzerimde değilken tam anlamıyla kapıp koyuveriyordum kendimi. Birkaç hafta gerçekten çalıştım. Otomobil satışı işini zaten biliyordum. Dolayısıyla bana yeteri kadar iş sağlayacak satıcı ayarlamam hiç de zor olmadı. Şimdi artık her an sarhoştum. Her gün ofise gitmem gerekli değildi. Gittiğim zamanlarda da şöyle bir gözüküp çıkıyordum. Sonunda şirkettekilerin de canına tak etti ve yine kovulup iş aramaya başladım. Bir şey öğrenmiştim. İnsan gece gündüz barlarda ve meyhanelerde dolaşarak iş bulamıyordu, yani, iş buralara insanın ayağına gelmiyordu. Bundan kesinlikle eminim çünkü vaktimin çoğunu barlarda, meyhanelerde geçiriyordum ama tek bir işe bile rastlayamamıştım. Bu arada kendi seçeceğim işe girme olasılığı hiç kalmamıştı. Çünkü herkes ne mal olduğumu biliyordu; üstüne para bile versem beni işe almazlardı.

Buraya kadar anlattıklarımda sarhoşken yaptığım pek çok saçmalığı da atladım. Bunun değişik nedenleri var. En başta gelen sebepler de yaptıklarımın çoğunu hatırlamıyor olmam. Ben yere yıkılmayan, bir toplantı ya da partiye katılıp insanlarla konuşan normal insanlar gibi davranabilen fakat ertesi gün, nerede olduğunu, ne yaptığını, kimlerle konuştuğunu ve eve nasıl geldiğini hatırlamayan sarhoşlardanım. (Böyle bir sarhoş olmam, pek sabırlı sayılamayacak bir insan olan karımın karşısında kendimi temize çıkarmaya çalışırken büyük bir sakınca oluşturuyordu).

İşler öyle bir noktaya geldi ki tek bir arkadaşım kalmadı çevremde. Eğer gideceğim yerde bana yetecek kadar içki yoksa ve ben sarhoş olmayacaksam hiçbir partiye katılmıyordum. Aslında bir yere gidecek bile olsam, gitmeden çok öncesinde körkütük sarhoş oluyordum. On yılı aşkın bir süre çok iyi pozisyonlarda çalışıp ortalama bir insandan daha fazla para kazanmıştım ama şimdi borç içinde, doğru dürüst bir elbisesi, parası, dostu olmayan bir adam hâline gelmiştim. Karımdan başka hiç kimse tahammül edemiyordu bana. Oğlum yüzüme bile bakmıyordu. O kadar çok gittiğim onca para harcadığım meyhanelerin sahipleri bile bir daha gelmememi söylüyorlardı.

Sonunda yıllardır görmediğim eski bir iş arkadaşım bana bir iş teklif etti. Bu işte bir ay çalıştım; aşağı yukarı hep sarhoştum. İşte tam bu sırada karım, başka bir kentte bir doktorun sarhoşlara yardımcı olduğunu duymuş. Önüme iki seçenek koydu: Ya gidip bu doktoru görecektim ya da karım beni bir daha dönmemek üzere terk edip gidecekti.

Bir işim vardı; içkiyi bırakmayı çok istiyor, fakat nasıl yapacağımı bilmiyordum. Böylece bu doktorla konuşmaya hemen razı oldum. Bu, benim hayatımın dönüm noktası oldu. Karım da benimle birlikte geldi. Doktorla daha ilk buluşmamızda bana öyle şeyler anlattı ki o hâlimle bile hayretten küçük dilimi yutuyordum. Kendisinden söz ediyordu ama ben, beni anlattığımdan emindim. Nasıl yalanlar söylediğini, insanları nasıl kandırdığını anlatıyordu, hem de dünyada bunları duymasını isteyeceğim son kişi olan karımın yanında! Bütün bunları nasıl bilebiliyordu? Onu daha önce hiç görmemiştim ve o anda ‘Dilerim bir daha görmem’ diye düşünüyordum. Neyse, kendisinin de benim gibi ayyaşın biri olduğunu söyledi, benden tek farkı daha uzun bir süre sarhoş gezmesiydi.

Bana, kendisinin bağlantısı olduğu bir hastaneye yatmamı önerdi. Hemen kabul ettim. Fakat dürüstçe söylemeliyim ki kuşku duyuyordum. Ama içkiyi bırakmayı da o kadar çok istiyordum ki başarıya ulaşmak için her türlü işkenceden geçmeye, her türlü acıyı çekmeye razıydım. Üç gün sonra hastaneye yatmam için gerekli hazırlıkları yaptım. Sonraki üç gün boyunca ise sürekli içtim. Hastaneye yattığımda içimde çok kötü şeyler olacakmış gibi bir his vardı ve müthiş korkuyordum. Bana nasıl bir tedavi uygulanacağı hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

Hastanede geçirdiğim birkaç günden sonra, benim için bir yaşam programı yapıldı. Bu, hâlâ yaşadığım ve yaşamaktan büyük mutluluk duyduğum çok basit bir programdı. Fiziksel, zihinsel yaşamımda, ev hayatımda manevi açıdan ve parasal açıdan bana ne müthiş yararlar sağladığını burada kâğıda dökebilmek mümkün değil. Boş laf değil; gerçeğin ta kendisi bu. Fiziksel olarak, içkiyi bıraktıktan sonraki iki ay içinde sekiz kilo aldım. Şimdi günde üç öğün yemek yiyor, bundan da büyük keyif alıyorum. Bir bebek gibi uyuyorum; uykusuzluk diye bir sorunum hiç yok. Kendimi on beş yaş genç hissediyorum. Zihinsel olarak … dün gece, ondan önceki gece ve ondan önceki geceler nerede olduğumu biliyorum. Ayrıca eski korkularım da yok oldu. Kendime güveniyorum ama bunun daha önceki kendini beğenmiş, kibirli hâlimle ilgisi yok. Düşüncelerim berraklaştı ve günden güne ilerleyen manevi gelişmem sayesinde daha iyi düşünebiliyor ve muhakeme edebiliyorum.

Ev hayatıma gelince; şimdi bir yuvaya kavuştum. Akşam hava kararınca eve gitmeye can atıyorum. Karım beni görünce seviniyor. Çocuklarım da kabul etti beni. Evimiz, dostlar ve ziyaretimize gelenlerle dolup taşıyor. (Eğlenmek için evde içki yapmıyoruz artık). Manevi yaşamda ise beni hiç yarı yolda bırakmayan ve asla yardımını esirgemeyen bir dost buldum. Sonralarımı O’na havale ediyorum; O da bana huzur, barış ve mutluluk veriyor. Maddi açıdan da şunu söyleyebilirim; son birkaç yılda borçlarımın hemen tümünü ödedim ve rahat rahat geçinebilecek kadar param var. Hâlâ iyileşmeden önce girdiğim işte çalışıyorum; terfi de ettim. Bütün bu nimetlerden dolayı da Tanrı’ya şükrediyorum.

 

(12) CENNETİN ANAHTARLARI

“Bu görmüş geçirmiş hanımefendi Chicago’da AA’nın gelişmesine katkıda bulunmuş ve böylece cennetin anahtarlarını pek çok başka alkoliğe de vermişti”

On beş yıl kadar önce, birçok uzun, felaketlerle dolu, insanı perişan eden bir dizi deneyimden geçmiş, çaresiz bir durumda mutlak bir yıkıma doğru sürükleniyordum. Bu gidişi durdurmak için elimden hiçbir şey gelmiyordu. Nasıl böyle acınacak bir duruma düştüğümü kesinlikle açıklayamıyordum. 33 yaşındaydım ve hayatım tükenmişti. Kaçamadığım bir alkol ve uyuşturucu batağına saplanmıştım ve bunun bilincinde olarak dayanılmazdı. Bağımlılığım, bunalımlı 1920’lerde savaş sonrası içki yasağının ürünüydü. Her bakımdan çılgın yıllardı bunlar. Fakat tanıdığım herkes bu yıllardan ayakları üzerine basarak ve belli bir olgunluğa erişmiş olarak çıktı. Dolayısıyla bütün suçu bu yıllara yükleyemem. Aynı şekilde, çocukluk döneminde yaşadığım ikilemin de arkasına saklanamam. Çok uyumlu bir ev ortamında her türlü gereksinmem sağlanmıştı. En iyi okulların, yaz kamplarına, tatil beldelerine gittim; çok seyahat ettim. Her isteğim yerine getiriliyordu. Güçlü, sağlıklı ve oldukça atletiktim. İlk kez on altı yaşında bir toplantıda içki içtim. Çok sevmiştim içkiyi. Her şeyini sevmiştim; tadını, etkilerini içkinin bana bir şeyler yaptığını fark etmiştim ya da başkalarını etkilediğinden farklı bir biçimde etkilemişti beni. Çok geçmeden içkisiz her parti bana yavan gelmeye başladı. 20 yaşında evlendim, iki çocuğum oldu; 23 yaşında da boşandım. Dağılmış bir yuva, kırılmış ve için için yanan bir kalp, kendime acıma duygumu körükledi ve alev alev yanmaya başlamasına neden oldu. Bu da bir içki içmek, sonra bir tane daha içmek için çok iyi bir nedendi benim için.

25 yaşında alkolik olmuştum. İlerleyen hastalığıma bir çare bulmak için –ve bunun ameliyatla alınabilecek bir şey olması umuduyla- doktor doktor dolaşmaya başladım. Doktorlar tabii ki bir şey bulamadı. Ortaya çıkan tablo dengesiz, disiplinsiz, uyumsuz ve pek çok isimsiz korkuyla dolu bir kadındı. Doktorların çoğu yatıştırıcı ilaçlar verdi, dinlenmemi önerdi ve daha az içmemi söyledi. 25 ile 30 yaş arasında içkiyi bırakmak için her şeyi denedim. Evimden bir mil uzağa Chicago’ya ve dolayısıyla yeni bir çevreye taşındım. Resim çalıştım; umutsuzca, yeni bir yerde ve yepyeni insanların arasında bir şeylere ilgi duymaya çabaladım. Hiçbir şeyin yararı olmadı. Ben kontrol etmeye çalıştıkça içki içmem daha da arttı. Sadece şarap içmeyi denedim; içki içtiğim zamanları değiştirdim; ölçerek içmeye, iki içki arasındaki zamanı dengeleyerek içmeye çalıştım. Bu yöntemleri tek tek ya da bir arada uyguladım: Sadece neşeliyken ya da sadece üzgünken içtim. Ne yazık ki 30 yaşına geldiğimde hiçbir şekilde kontrol edemeden, sürekli içiyordum. Bırakmam imkânsızdı. Kısa sürelerle ayıldığım oluyordu ama öyle bir an geliyordu ki içmem beni aşan bir ‘mecburiyet’ oluyordu ve içki beni sanki içine doğru çekiyordu. Böyle anlarda içki içmezsem ölecekmişim gibi bir panik hissine kapılıyordum. İçki içmenin artık zevk olmaktan çıktığını söylememe gerek yok; akşamüzeri içki saatinde bir kokteyl içen ‘sosyal’ içkici gibi davranmaktan çoktan vazgeçmiştim. Benimki, tam anlamıyla umutsuzluk içinde içmekti; tek başıma ve kapalı kapılar ardında.

Evde tek başına göreceli olarak emniyetteydim; çünkü herkesin gözü önünde ya da direksiyon başında filmi koparma riskini göze alamıyordum. Artık ölçümün ne olduğunu da bilmiyordum; bilincimi kaybetmeme neden olan, ikinci kadeh de olabilirdi, onuncu da. Bundan sonraki üç yılımı ya hastanelerde –bir keresinde on gün komada kaldım, neredeyse ölüyordum- ya da gece ve gündüz hemşirelerin nezaretinde evde hapsolmuş olarak geçirdim. Ölmek istiyordum ama intihar edecek cesaretim yoktu. Kapana kısılmıştım ve başıma bunların nasıl ve neden geldiğini kesinlikle bilmiyordum. Duyduğum korku, kısa süre sonra bir tımarhaneye kapatılacağıma olan inancımı güçlendiriyordu. Ancak deliler benim davrandığım gibi davranırlardı. Keder, üzüntü, korku –paniğe varan bir korku- ve tek çıkış yolu olarak da sızıp kalarak unutmak; işte hâlim buydu. Beni ölümden ancak bir mucize kurtarabilirdi. Bir mucizenin reçetesini nereden bulacaktım ki?

Bundan önce, bir yıl boyunca benimle çok uğraşmış olan bir doktor vardı. Beni iyileştirmek için sabah saat altıda kiliseye ayine göndermekten, hastanelerde bedava yatan hastaların her türlü işlerini yaptırmaya kadar bin türlü yol denemişti. Benimle niye bu kadar uğraştığını hiç bilmiyorum, çünkü tıbbın benim için hiçbir şey yapamayacağını biliyordum ve ona da o zaman tüm doktorlara olduğu gibi, bir alkoliğin tedavi edilemez bir vaka olduğu ve hiç uğraşılmaması gerektiği öğretilmişti. Doktorlara sadece ilaçla iyileştirilebilecek hastalara bakmaları tavsiye ediliyordu. Bir alkoliğe ise sadece geçici bir süre için yardım edilebiliyordu; hastalığın son safhalarında ise, bu dahi imkânsızdı. Bir şeyler yapmaya çalışmak, doktora zaman, hastaya da para kaybettirmekten başka bir işe yaramıyordu. Yine de alkolizmi bir hastalık, alkoliği de hiçbir şekilde kontrol edemeyeceği bir hastalığa yakalanmış bir kurban olarak gören doktorlar vardı. Görünüşte umutsuz olan bu hastalar için, bir yerde bir çıkış yolu olduğunu seziyorlardı. Ben ne kadar şanslı bir insanmışım ki benim doktorum bunlardan biriydi. Sonra, 1939 yılının sonbaharında New York’ta olağanüstü bir kitap yayımlandı: Adsız Alkolikler. Fakat parasal zorluklar nedeniyle basımı bir süre durduruldu ve kitap tanıtılamadı; dolayısıyla böyle bir kitabın varlığından haberdar olanlar bile kitapçılarda bulamıyordu. Fakat her nasılsa, doktorum bu kitabı duymuş ve basanlar hakkında bilgi toplamıştı. New York’tan bir kopyasını getirtti. Kendisi okuduktan sonra bir gün kitap koltuğunun altında çıkageldi. Ve bu benim hayatımın dönüm noktası oldu.

Bugüne kadar kimse bana alkolik olduğumu söylememişti. Çok az doktor hastaya durumunun umutsuz olduğunu söyler. Fakat o gün doktorum bana dosdoğru şöyle demişti: “Senin durumunda olanlar doktorluk mesleğinde iyi bilinirler. Her doktor alkolik hastalardan nasibini alır. Bazılarımız bu insanların çok hasta olduğunu bilir ve mücadele ederiz. Fakat şunu da biliriz ki bir mucize olmadığı takdirde, bu insanlara biz ancak geçici olarak yardımcı olabiliriz ve bu kişilerin durumları giderek daha da kötüleşir. Sonunda iki şey olabilir ya akut alkolizmden ölürler ya da beyinleri sulanır ve ömürlerinin sonuna kadar kilit altında tutulurlar.” Daha sonra bana alkolün kadın-erkek, aile, bilgi, deneyim, tahsil dinlemediğini ve tanıdığı alkoliklerin çoğunun ortalamanın üstünde ve yetenekli kişiler olduklarını anlattı. Alkoliklerin zeki ve çevresel ya da eğitim durumları ne olursa olsun, kendi alanlarında meslektaşlarından daha ileri düzeyde olduklarını söyledi. “Biz, alkoliklerin sorumluluk taşıyan konumlarda bulunduklarını gözlemledik ve her gün çok miktarda içtiği için kapasitesinin yarısını kaybettiğini fakat buna rağmen ortaya hâlâ tatminkar bir iş çıkartabildiğini biliyoruz, böyle bir insanın alkol sorununun ortadan kalktığını düşünün. Bu kişi kendi yeteneklerinin tümünü kullanabildiğinde kim bilir neler başaracaktır. Fakat, ne yazık ki…” diye devam etti, “hastalığı ilerledikçe, sonunda alkol, tüm yeteneklerini yok ediyor; tüm bu trajediyi, sağlam bir beyin ve vücudun parça parça olup dağılışını izlemekse öyle acı verici ki.” Sonra bana Akron’da ve New York’ta yaşayan ve alkolizmi durduran bir teknik bulduklarını duyduğu bir gruptan söz etti. Bana ‘Adsız Alkolikler’ kitabını okumamı söyledi ve hastalığını durdurmayı başarmış bir adamla konuşmamı istedi. Bu insanlar bana daha fazla bilgi verebilirlerdi.

Bütün gece oturup kitabı okudum. Müthiş bir deneyimdi benim için. Kendimle ilgili, anlayamadığım pek çok şey açıklığa kavuştu. En müthişi de eğer içkiyi bırakmaya istekli olur ve basit birkaç şey yaparsam, iyileşmeyi vadediyordu. Bir umut ışığı yanmıştı. Belki ben de tüm bu ızdıraplardan kurtulabilirdim. Belki ben de özgürlüğüme kavuşabilir, huzur bulabilir ve benliğime, eskiden olduğu gibi kendi benliğim diyebilirdim.

Ertesi gün iyileşmiş bir alkolik olan Mr. T. ziyaretime geldi. Ne tür bir insan beklediğimi bilmiyordum, fakat karşımda dengeli, zeki, iyi giyimli, terbiyeli bir bey vardı. Nezaket ve çekiciliği beni hemen etkilemişti. Söylediği ilk birkaç sözcükle beni rahatlattı. Dış görünüşüne bakarak bir zamanlar benim şimdiki hâlim gibi olduğuna inanabilmek çok zordu. Bana hikâyesini anlattığında ona inandım. Izdıraplarını, korkularını, hiç yanıtsız gibi görünen bir soruna el yordamıyla cevap arayışını anlatırken sanki beni tarif ediyordu; tüm bunları kendi yaşamamış, bilmemiş olsaydı, bu sezgiye ve kavrayışa ulaşmam olanaksızdı! İki buçuk yıldır içmiyordu ve Akron’da bir grup iyileşmiş alkolikle bağlantısını sürdürüyordu. Bana, bir gün Chicago’da da böyle bir grubun kurulacağını umduğunu söyledi, ama henüz böyle bir girişimde bulunulmamıştı. Benim Akron grubunu ziyaret edip, benim gibi olan insanlarla tanışmamın çok yararı olacağını düşünüyordu.

Doktorun açıklamaları, Büyük Kitap’tan öğrendiklerim ve Mr. T. ile yaptığım umut verici görüşmeden sonra, bu insanların neye sahip olduklarını anlamak için, eğer gerekiyorsa Afrika’da balta girmemiş ormanlarına bile gitmeye hazırdım. Böylece Akron’a ve Cleveland’a gidip iyileşmiş alkoliklerle tanıştım. Bu insanlarda öyle bir sükûnet ve huzur vardı ki buna ben de mutlaka ulaşmalıydım. Kendileriyle barış hâlindeydiler ve ancak çok genç insanların yapabileceği gibi hayattan müthiş zevk alıyorlardı. Başarılı bir yaşam sürdürmek için gerekli olan her şeye –kalenderlik, inanç, mizah duygusu (kendilerine gülebiliyorlardı), kesin bir amaç minnettarlık (özellikle kendileri gibi olanlara minnet ve anlayış duyuyorlardı) –tüm bunlara sahiptiler. Hayatlarındaki en büyük öncelik, kendisine el uzatılmasını isteyen bir alkoliğin yardımına koşmaktı. Bu uğurda kilometrelerce uzağa gidebilir, daha önce hiç görmedikleri bir insan için sabaha kadar oturabilir ve bundan hiç gocunmazlardı. Yaptıkları için övgü beklemek bir yana, bunu bir ayrıcalık olarak görürler ve hep, verdiklerinden çok aldıkları konusunda ısrar ederlerdi. Olağanüstü insanlar!

Bütün bu insanların bulduklarını benim de bulabileceğimi umut etmeye bile cesaret edemiyordum. Bu güzelliklerin bir lokmasını –ve ayıklığı- elde edebilsem, bu da bana yeterdi. Chicago’ya döndükten kısa bir süre sonra, AA ile temaslarımın sonucundan cesaret bulan doktorum bize alkolik hastalarından ikisini daha gönderdi. 1939 Eylülünün sonuna doğru altı kişilik çekirdek bir grup olduk ve ilk resmi toplantımızı yaptık. Eski sağlığıma kavuşmam biraz zor oldu. Yıllardır alkol ve sakinleştiricilerin yapay desteği ile yaşıyordum. Her şeyden bir anda vazgeçmek hem acılı hem de dehşet verici oldu. Bunu tek başıma imkânı yok başaramazdım. “Eski alkolik” arkadaşlarım bana hiç karşılık beklemeden çok yardım etti. Her şeyi onların sayesinde ve 12 Basamak’ta toplanan iyileşme programının yardımıyla başardım. 12 Basamağı günlük hayatımda uygularken, yaşamak için bana gerekli olan bir inanç ve anlayış geliştirmeye başladım. Önümde yepyeni ufuklar açıldı, izleyebileceğim yepyeni yollar buldum; yaşam renkli ve ilginç gelmeye başladı bana. Zamanla her yeni günü zevkli umutlarla bekler oldum.

AA, baştan sona uygulanıp bir köşeye bırakılacak bir plan değil. AA bir yaşam biçimi ve prensiplerinde öyle büyük bir felsefe var ki alkolik olmayan bir insan bile bir yaşam boyu hep bu ilkeleri hayata geçirmeye çalışabilir. AA programı için artık eskidi, onunla işimiz bitti demeyiz, diyemeyiz. Hastalığını durdurmuş alkolikler olarak yaşam için bize sonsuz büyüme olanağı tanıyan bu programa ihtiyacımız var. İçmemek için, bir ayağımızın her zaman diğerinin önünde olması gerekiyor. Başka insanlar aylaklık edip tehlikesizce bir adım geri gidebilirler, oysa böyle bir geri adım bizim için ölüm anlamına gelebilir. Bununla beraber, hep ileri adım atmak o kadar da zor değil, çünkü kurallara uyma gerekliliği için zamanla şükran duymaya başlıyoruz. Aldığımız ödül öylesine büyük ki çabalarımızı fersah fersah karşılıyoruz. Hayata yaklaşımımız tümüyle değişiyor.

Bir zamanlar sorumluluktan kaçarken şimdi artık her türlü sorumluluğu üstlenebiliyor ve başarılı olduğumuz için de minnettarlık duyuyoruz. Karmaşık bir sorundan kaçmak yerine, AA’nın felsefelerinden birini daha uygulama fırsatı doğduğu için böyle bir zorluk karşısında yepyeni bir heyecan yaşıyor ve bizi böyle şaşırtan bir güçle üstesinden gelebiliyoruz. Hayatım on beş yıldan beri çok zengin ve anlamlı. İnsanların sorunlarını, kederlerini ve hayal kırıklıklarını paylaşıyorum, çünkü hayat bu. Fakat büyük mutluluklar ve beni kendi içimde özgür kılan bir huzur da yaşıyoruz. Pek çok arkadaşım ve AA’daki dostlarımla birlikte olağanüstü arkadaşlıklarım var. Çünkü ben gerçek anlamda onlardan biriyim; önce ortak acı ve ümitsizlikte, sonra da ortak amaç ve yeni keşfettiğimiz inanç ve umutta. Ve yıllar geçtikçe, birlikte çabalıyor, deneyimlerimizi birbirimize anlatıyor, hiç koşulsuz ve herhangi bir taahhüde girmeden karşılıklı bir güven, anlayış ve sevgiyi paylaşıyoruz; aramızdaki dostluk da eşşiz-benzersiz ve paha biçilmez bir dostluk. Her alkoliğin bir zamanlar yüreğinin ta içinde hissettiği ve hiçbir şeyin ulaşıp gideremediği o korkunç ağrı ve bu ağrıyla birlikte duyduğu ‘yalnızlık’ artık yok. O acı geçti artık, hiç dönmemecesine. Şimdi onun yerini, ait olma duygusu aldı. Artık istendiğimizi, bize ihtiyaç duyulduğunu ve sevildiğimizi biliyoruz. Bir şişe ve içki mahmurluğu karşılığında bize cennetin cnahtarları verildi.

 

 

 

 

 

  1. BÖLÜM: TAM ZAMANINDA BIRAKTILAR

 

Bugün AA’ya katılanların çoğu alkolizmin en ileri safhalarını yaşamamış kişiler, fakat kendilerine ‘Dur’ demeselerdi, zaman içinde hepsi bu felaketi yaşayabilirdi. Bu şanslı kişilerin çoğu ‘delirium’ geçirmedi, hastaneye, tımarhaneye ve hapse düşmedi. İçlerinden bazıları çok fazla içiyordu ve ara sıra başları ciddi şekilde belaya girdi. Fakat çoğu için içmek ara sıradan daha sık tekrarlanan, kontrol edemedikleri bir dertti. Pek çoğu sağlıklarını, işlerini, aile ya da arkadaşlarını kaybetmemişti.

Peki, bu kadın ve erkekler neden gelip AA’ya katıldılar? Şimdi bu hikâyelerini okuyacağımız 17 kişi işte bu soruyu yanıtlıyor. Henüz çok ciddi bir zarar görmüş olmasalar bile kendilerinin şu anda birer alkolik olduklarını ya da yakın bir geleceğin muhtemel alkolikleri olabileceklerini anlamış kişiler bunlar. Kontrol etmek istedikleri hâlde içmelerini denetleyemediklerini görünce bunun ölümcül bir belirti, yani içki sorunu olduğunu fark ettiler. Bunun yanı sıra, artan duygusal karmaşaları çoktandır alkolizmin pençesine düşmüş olduklarına inandırdı onları; mutlak yıkım yalnızca bir zaman meselesiydi. Bu tehlikeyi fark edince AA’ya geldiler. Alkolizmin, sonunda kanser kadar ölümcül olabildiğini anladılar. Hangi aklı başında ansan yardım aramadan habis bir hastalığın ölümcül hâle gelmesini bekler? Böylece, bu on yedi adsız alkolik ve onlar gibi binlercesi, kim bilir ne zaman ve ne şekilde bitecek bir ızdıraptan kurtardılar kendilerini. Şöyle diyorlar: “Dibe vurmayı beklemedik, Tanrı’ya şükür, dibi görebildik. Aslında, o dip yükseldi, geldi bize vurdu. AA’ya inanmamızın nedeni bu”.

 

(1) ÇOK MU GENÇ?

Komutanları, doktorlar, kız arkadaşları -herkes sürekli üzerine geliyordu. Ama o yaşta bir insan alkolik olamazdı ya! Yoksa olabilir miydi?

Ben 24 yaşında bir alkoliğim. İçmeye 13 yaşında başladım. Zaten iyi bir öğrenci değildim; bu nedenle de 17 yaşında okulu bırakıp orduya yazıldım. Daha acemi er iken, hemen her gece zil zurna sarhoş oluyor, ertesi gün de genellikle kendimi çok hasta hissediyordum. Onca içkiden sonra kim hissetmedi ki?

Kendimi yine çok kötü hissettiğim bir sabahtı ve ben de mutfakta görevliydim. Başaşçı dışarıdaki çöp bidonlarını temizlememi söylemişti. Bidonları yarım yamalak yıkadım; başaşçı gelip yeniden yıkamamı söyledi, yeniden yıkadım; bu defa avaz avaz bağırarak bir daha yıkamamı söyleyince bidonlardan birini kaptığım gibi aşçının kafasına fırlattım ve “Git kendin yıka” dedim. Beni komutana şikâyet etti ama paçayı kurtardım. Önemli olan da kurtulmaktı zaten. Her nasılsa acemi dönemini tamamladım; ondan sonraki üç ay boyunca da hiç içmedim. Çünkü geceleri okula gidiyordum. Eğer üç ay içmeden durmayı başarabiliyorsam, bence bir içki sorunum yoktu. Bir alkoliğin içkiyi bırakması imkânsızdı –doğru değil mi? (Yanıtı şimdi biliyorum –Yanlış).

Vietnam’a gitme emri geldi. Orada geçirdiğim bir yıl boyunca her gün ya sarhoş ya da akşamdan kalma olduğum için hastaydım. Ülkeme dönünce, burada ismini Karen olarak anacığım bir kızla tanıştım. İki hafta kadar birlikte çıktık; her şey çok iyiydi. Sonra bana o kahrolası şişemi alıp çekip gitmemi söyledi. Böylece ayrıldık ve ben üzüntümü şişelerde boğdum. Daha sonra Arizona’ya gönderildim. Burada daha da fazla içer oldum. Zaman zaman filmi koparmaya da başlamıştım. Bir keresinde sarhoş araba kullanmak ve aşırı hız yapmaktan hapse atıldım. Artık nasıl göründüğüm ya da işimi yapıp yapmadığım da umurumda değildi. Sonunda tekrar Vietnam’a gitmek üzere yeniden orduya yazıldım. Tıpkı ilk seferinde olduğu gibi aşağı yukarı hep sarhoştum. Beni bir psikiyatriste gönderdiler, çünkü müfreze komutanını öldürmek istememin ve iki kere de intihar girişimimde bulunmamın normal olmadığını düşünüyorlardı.

Tekrar vatana döndüğünde sevdiğim tek şey şişeydi. Ne Karen ne de daha önce çıktığım iki kız beni görmek istiyordu. Fakat, bu kez de adına Jean diyeceğim harika bir kızla tanıştım. Nişanlandık, mutluyduk: Jean benimle mutluydu, ben de şişeler ve Jean’le. İşimden dolayı onu hafta sonları görebiliyordum. Üç ay böyle devam etti, sonra Jean beni görmek istemedi. Her akşam ona bir bardan telefon ediyordum, genellikle evde olmuyordu. “İçtiğim için olamaz” diye düşünüyordum, “çünkü ne zaman istersem bırakabilirim. Sadece bırakmak istemiyorum”.

Güne başlayabilmek için sabahları da içmeye başladım. Bazı günler ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğum için işe gidemiyordum. Herkes bana karşıydı –onlara ihtiyacım olmadığını gösterecektim. Almanya’ya gitme emri geldi. Almanya’da da herkes bana karşıydı. İki kez, terfim geldiği hâlde rütbem yükseltilmedi. Üçüncüsünde, beş yıllık erlikten sonra, çavuşluğa terfi ettim. Başarılı olup olmamam kimsenin umurunda değildi. Onlara gösterecektim –daha çok içecektim. Artık doğru dürüst düşünemiyordum. Konuşurken ne söylediğimi benden başka kimse anlamıyordu. Beş dakika önce neler konuşulduğunu hatırlayamıyordum. Kendimi yatağa attığımda genellikle sızıp kalıyordum. Ter içinde uyanıyor, etrafta kimsecikler yokken sesler duyuyor, olmayan şeyleri görüyordum. Derken bir gün olanlar oldu hastaneye kaldırıldım, çıldırmıştım. Neler olmuştu, neden bir sinirsel çöküntü içindeydim? Doktorlar bana içki sorunumla ilgili bir şeyler sordu ama onlarla konuşmadım. “Deli değilim” diye düşünüyordum. “alkolik de olamam. Bunun için çok gencim.”

Hastaneden çıkınca birliğime geri döndüm. Hiçbir şey değişmemişti, herkes yine bana sataşıyordu. Bir içki içmek zorundaydım, sonra bir tane daha ve sonra ve sonra… İçkiyi bırakamadığımı fark ettim. Başçavuş ve tabur komutanıyla konuştum. Benim bir AA üyesi ile bağlantı kurmamı sağladılar. AA grubunda onlardan biri olamayacağımdan emindim. Hepsini yaşlı, bir ayağı çukurda sanıyordum. Fakat başım öylesine beladaydı ki ne olursa olsun AA’yı denemeye karar verdim. Birkaç kadeh içki içip toplantıya gittim – oradaki insanlar yaşlı falan değillerdi, hele köprü altı ayyaşlarına benzer hiçbir tarafları yoktu. Hepsi bana karşı o kadar iyi davranıyorlardı ki kendi kendime, “Dikkatli ol, oğlum” dedim “bu kadar iyi davrandıklarına göre muhakkak bir şeyler isteyeceklerdir.” Onlara güvenemiyordum.

İkinci bir toplantıya daha gittim, fakat bu defa içmemiştim. Oturdum ve dinledim. İlk konuşmacı adını söyledi ve “ben bir alkoliğim” dedi. Ben ise alkolik olduğumu itiraf edemiyordum. Fakat onların konuşmalarını dinledikten sonra alkolik olduğumu anladım ve kabul ettim. Hâlâ geceleri içkisiz duramıyordum, tekrar hastaneye, bu defa bir rehabilitasyon merkezine yattım. Haftada iki defa AA toplantılarına gidiyordum. Hastaneden çıktıktan sonra da toplantılara gitmeye devam ettim. Toplantılarına gittiğim bütün gruplardaki insanların ilk gruptakiler gibi iyi insanlar olduklarını gördüm. Ayrıca hepsinin bana ayık olmak için yardım etmek ve böylece kendilerinin de ayık kalmak istediklerini anladım. AA’nın 12 basamak’ı bana, eğer içkiden uzak kalmak istiyorsan, ayıklığa giden yolu gösterecekti. Ve ben gerçekten istiyordum ayık kalmayı! AA’yı ciddiye almaya başladım ve AA bana yeni bir yaşam yolu gösterdi. Bir süre sonra beynim sislerden sıyrılmaya başladı. Hafızam yerine geldi. Bedensel ve zihinsel olarak kendimi çok daha iyi hissediyordum. Bir kere kaydım – tekrar içmeyi denedim- fakat AA’lar bana geçmişi dert etmememi çünkü onu kimsenin değiştiremeyeceğini, geleceği de düşünmememi çünkü henüz yarın olmadığını söylüyorlar. Her günü 24 saat olarak yaşa diyorlar. Ve oluyor! Bugün ayığım. Daha önce de söylediğim gibi: 24 yaşında bir alkoliğim ve mutluyum.

 

(2) KORKUDAN KORKUYORDU

Bu hanım çok tedbirliydi. İçki içme konusunda kendini kapıp koyvermeye karar vermişti. Hele sabah içkisi asla.

Alkolik olduğum için aklıma gelmemişti. Sorunumun 27 yıldır bir sarhoşla evli olmak olduğunu sanıyordum. Ve kocam, AA’yı bulduğunda grubun ikinci toplantısına onunla birlikte gittim. Hâlâ AA’nın harika bir şey olduğunu düşünüyordum ama benim için değil kocam için. Bu üçüncü toplantı sıcak bir yaz akşamı eski bir binada yapılmıştı. Toplantıdan sonra serinlemek için verandaya çıkmış, merdivenlere oturmuştum. Kapıda çok güzel bir genç kız duruyordu. “Sen de biz alkoliklerden misin?” diye sordu bana. “Tabii ki hayır” dedim “kocam alkolik. İçeride.” Bana adını söyledi. “Seni bir yerden tanıyorum.” dedim. Meğer genç kız, kızımla aynı liseye gitmiş. “Sen de onlardan mısın?” diye sordum. “Evet” dedi. “Ben de AA’yım.” Birlikte salona dönerken “Aslında benim de içki sorunum var” dedim; bunu, hayatımda ilk kez dile getiriyordum. Elimden tutup beni, sonradan rehberim olmasından gurur duyduğum başka bir genç kızla tanıştırdı. Hem o hem de kocası AA’ydı. “Fakat alkolik olan siz değilsiniz ki, kocanız” dedi bana. “Evet, öyle” dedim. “Kaç yıldır evlisiniz?” diye sordu. “27 yıldır” dedim. “27 yıldır bir alkolikle evlisiniz ha? Peki ama buna nasıl tahammül edebilirsiniz?” İşte cici, tatlı bir kız diye düşündüm. Bu tam bana göre. “Yuvam dağılmasın diye ve çocuklarımın hatırı için dayandım.” dedim. “Evet, anlıyorum” dedi. “Siz sadece bir kurbansınız, değil mi?” Dişlerimi gıcırdatarak ve içimden küfrederek kızın yanından uzaklaştım. Fakat eve dönerken George’a hiçbir şey söylemedim.

O gece uyumaya çalışırken kafamda düşünceler belirdi. “Jane sen bir kurbansın” dedim, kendi kendimin de en az George kadar, hatta belki daha da beter bir sarhoş olduğunu anladım. Ertesi sabah George’u uyandırdım. “Ben alkoliğim.” dedim. “Bunu başaracağını biliyordum.” dedi bana.

İçmeye yaklaşık 30 yıl önce, evlendikten hemen sonra başladım. İçtiğim ilk alkollü içki mısırdan yapılmış bir içkiydi ve ister inanın ister inanmayın, bende alerji yaptı. Her içişimde korkunç hastalanıyordum. Fakat evimizde sık sık davet veriyorduk ve kocam da güzel vakit geçirmekten hoşlanıyordu. Çok gençtim, güzel vakit geçirmek istiyordum. Bunun için bildiğim tek yol kocamla birlikte içmekti. İçki içmem zamanla korkunç bir hâl aldı. Çok korkuyordum. Sarhoş olmamaya kararlıydım dolayısıyla çok dikkatli içiyordum. Küçük kızımız vardı ve onu çok seviyordum. Sırf çocuğumun hatırı için kendimi biraz tutuyordum. Buna rağmen her sarhoş oluşumda başıma bir bela açıyordum. Canım her zaman çok içmek istiyordu. Onun için dikkatliydim, hep çok dikkatliydim, içtiğim kadehleri sayıyordum. Eğer resmi bir toplantıya davetliysek, orada sadece bir ya da iki kadeh içebileceğimi biliyor, bundan dolayı da hiç içmiyordum. Bu yaptığım kurnazlıktan başka bir şey değildi, çünkü biliyordum ki bir iki kadeh içersem, canım beş-altı, hatta yedi-sekiz kadeh isteyebilirdi.

Birkaç yıl her şey oldukça iyi gitti. Ama mutlu değildim, hiçbir zaman istediğim gibi ve istediğim kadar içemiyordum. Sonra ikinci çocuğumuz, oğlum doğdu, büyüdü ve okula başladı. Oğlum günün büyük bölümünde okuldaydı. İşte tam o sırada olan oldu; müthiş bir şevkle içmeye başladım.

Ben hiç hastanede yatmadım; işimi kaybetmedim. Hiçbir zaman hapse girmedim. Ve pek çok alkoliğin aksine sabahları asla içmedim. İhtiyaç duymadığımdan değil ama sabahları içmekten korkuyordum, çünkü bir ayyaş olmak istemiyordum. Ne var ki öyle ya da böyle ayyaşın biri olup çıkmıştım. Fakat nedense o sabah içkisini içmekten korkuyordum. Aslında öğleden sonraları briç oynamaya gittiğimde arkadaşlarım beni “Sen içmişsin” diye suçluyorlardı, fakat ben gerçekten hiçbir zaman sabahları içmedim. Bana böyle söylemelerinin nedeni üzerimde hâlâ bir gece öncesinin içki sersemliği olması. Kocam nasıl oldu da beni bırakmadı, şaşıyorum. Sanırım bizi bir arada tutan tek etken onun da bir alkolik olmasıydı. Başka hiç kimse bana tahammül edemezdi. İçki yüzünden benim durumuma düşmüş kadınların çoğu kocalarını, çocuklarını, evlerini, değer verdikleri her şeylerini yitirmişlerdi. Ben pek çok bakımdan çok şanslıydım. Kaybettiğim en önemli şey ise özsaygımdı. Korkunun hayatıma sızdığını seziyordum. Kimseyle yüz yüze gelmek istemiyordum. Kendine hâkim bir insandım ve alıngan değildim ama buna rağmen, konuşurken insanların dosdoğru yüzlerine bakamıyordum. İşi pişkinliğe vuruyordum. Zor bir durumdan kurtulmak için gözümü kırpmadan yalan söylüyordum. Bu arada korkunun yaşamıma girdiğini hissediyor fakat bununla başa çıkamıyordum. Sonunda öyle bir hâle geldim ki insanlardan kaçmaya başladım. Telefonlara cevap vermiyor, mümkün olduğunca tek başıma oturuyordum. Briç arkadaşlarım dışında bütün sosyal ilişkilerimden uzaklaştığımı fark ediyordum. Diğer arkadaşlarıma tahammül edemiyordum ve benim kadar içmiyorlarsa kimsenin evine gitmiyordum.

O zamanlar, her şeyi başlatanın o ilk içki olduğundan haberim yoktu tabii. İçkiden vazgeçemediğimi anlayınca aklımı kaçırıyordum zannettim. Bu beni müthiş korkuttu. George pek çok kez içkiyi bırakmaya çalıştı. Eğer istediğimi zannettiğim şeyi gerçekten istiyor olsaydım, yani istediğim ayık bir koca, mutlu ve huzurlu bir yuva olsaydı, ben de kocamla birlikte içkiyi bırakmaya gayret ederdim. Aslında denedim, bir ya da iki gün içmiyordum, ama sonunda mutlaka tekrar içmeme neden olan bir şey çıkıyordu ortaya; küçücük bir şey; kenarı kıvrılmış bir halı ya da düzgün olmadığını düşündüğüm herhangi bir şey; işte içmem için bir neden.

İçkilerimi saklıyordum. Evin her köşesinde saklanmış şişeler vardı. Çocuklarımın bunu bilmediğini sanıyordum, fakat sonradan bildiklerini anladım. İçki içmemiz konusunda nasıl da insanları kandırdığımızı sanırız. Öyle bir noktaya geldim ki artık içkisiz evimden içeri giremiyordum. George’un içip içmemesi de ilgilendirmiyordu beni. ‘Ben’ içmek zorundaydım. Bazen banyoda mide bulanarak yerde yatar, keşke ölsem diye dua ederdim: “Tanrım beni bundan kurtar, bir daha yapmayacağım.” Ama hemen ardından şöyle derdim: “Tanrım, sen bana boş ver. Yarın yine aynı şeyi yapacağımı biliyorsun.”

George içkiden uzak durmaya çalışırken ona tekrar içirmek için türlü bahaneler yaratırdım. Yalnız başıma içmekten ve kendimi suçlu hissetmenin ağırlığından o kadar bunalırdım ki George’u yeniden içkiye başlamaya teşvik ederdim. Ondan sonra da tekrar içmeye başladı diye onunla kavga ederdim! Ve aynı maskaralık baştan başlardı. Kocam, zavallıcık, ne olup bittiğini anlayamıyordu. Evde sakladığım şişelerden birini bulduğunda, bunu nasıl oldu da gözden kaçırdım diye şaşırıp kalırdı. Ben bile bütün şişeleri nerelere sakladığımı bilmiyordum.

Şimdi sadece birkaç yıldır AA’dayız fakat kaybettiğim zamanı telafi etmeye çalışıyoruz. Evliliğimizin bundan önceki bölümü 27 yıllık bir şaşkınlıktan ibaretti. Şimdi her şey tümüyle değişti. Artık kin ve kızgınlık duymayı göze alamam çünkü bu duygular yeniden içmem için zemin hazırlar. Yaşamalı ve yaşatmalıyım. Düşünmek –bu tek sözcük benim için çok şey ifade ediyor. Hayatım yapmak ve tepki göstermekten ibaretti; hiç durup düşünmedim. Ne kendim ne başkaları umurumda bile değildi. AA programını, bana anlatıldığı gibi yaşamaya çalışıyorum: Her gün ve 24 saat. Ve bugünü, ertesi sabah uyandığımda utanç duymayacağım biçimde yaşamaya gayret ediyorum. Eski günlerde sabah uyanıp bir gece evvel neler olduğunu düşünmekten nefret eder, aklıma bile getirmek istemezdim. Ve o başlayan yeni günde benim için çok cazip bir şey yoksa, sabah yataktan bile çıkmak istemezdim. Bu, yaşamak falan değildi. Bugün, sadece her gün ve 24 saat muhafaza etmeye çalıştığım ayıklığım için değil, aynı zamanda başkalarına yardım edebildiğim için de minnettarım. Eşim, çocuklarım ve belki birkaç dost dışında herhangi bir insana yararlı olabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Fakat AA bana diğer alkoliklere yardım edebileceğimi gösterdi. Komşularımın çoğu, gönüllü çalışmalara katılıyordu. Özellikle bir kız vardı. Onu her sabah penceremden görürdüm. Hiç aksatmadan yakınlarda bir hastaneye giderdi. Bir gün ona sokakta rastladım ve “Ne tür bir gönüllü çalışma yapıyorsun?” diye sordum. Anlattı; çok basitti; ben de yapabilirdim. “Siz de bir denesenize” dedi. “Çok isterim” dedim. “Sizin isminizi gönüllüler listesine yazayım mı? O kadar ihtiyacımız var ki. Belki bir, hatta iki gün ayırabilirsiniz” dedi. Şöyle bir düşündüm, şimdi beklemeliyim dedim kendi kendime, bakalım gelecek Salı nasıl hissedeceğim kendimi? Gelecek Cuma, tabii o kadar yaşayabilirsem, nasıl hissedeceğim. Gelecek Cumartesi sabahı nasıl hissedeceğim? Hiç bilmiyordum. Herhangi bir iş yapmak için ellerimin titremeyeceğinden ve kafamın berrak olacağından emin değildim. Böylece hiçbir gönüllü çalışmaya katılmadım. Kendimi yenilmiş, tükenmiş hissediyordum. Vakit vardı, ama hiçbir şey yapmadım. Şimdi ise, her gün, içtiğim günlerde yaptığım bencillikleri, düşüncesizlikleri, aptalca şeyleri telafi etmeye çalışıyorum. Umarım şükran duymayı hiçbir zaman unutmam.

 

(3) HAYAT KURTARAN SÖZCÜKLER

“Hindistan Ordusundaki bu subay için içkiyi bırakmak yeterli değildi; kontrollü içme çabaları boşa çıkmıştı. Yanıt ona mektupla geldi.”

Üç yıl ve üç ayı, hiç ayağım kaymadan sürdürdüğüm ayıklığımın benim, karım ve ailem için anlamı çok büyük. İlk günlerde, özellikle AA Genel Hizmet Bürosundan gördüğüm desteğin ayıklığımda önemli bir payı var. Bana sürekli ulaştırılan ve dikkatle sakladığım ve tabii ki okuduğum AA yayınları mükemmel. Hiçbir AA toplantısına katılmadım. Dolayısıyla beni AA programında tutan tek bağlantı sadece bu yayınlar.

Geçen yılın Kasım ayında Hindistan, Bucknow’daki evime döndüm. Ülkenin en ünlü yerlerinden Naini Tal’e tatile gitmiştim. Naini Tal, Himalayaların eteklerinde 2.300 m yükseklikte çok ünlü bir dağ tatil yöresidir; çok güzel bir de göl vardır burada. Naini Tal’de benim için çok önemli olan anılarım da var. Liseyi burada, Amerikan himayesindeki Philander Smith College’da bitirdim. Daha sonra bir okula müdür oldum. Fakat Hindistan ordusuna katılmak için meslekten ayrıldım. Eğitim süresinin ardından üsteğmen olarak görevlendirildim. Ordunun benim için anlamı çok farklıydı. Alkolün tam anlamıyla ne olduğunu burada öğrendim. Sonunda alkol öylesine esir aldı ki beni ne yapacağımı şaşırdım; sonucun nereye varacağını da bilmiyordum.

Sekiz yıl önce karımla, az önce sözünü ettiğim Naini Tal’de bir tatil yapmaya karar verdik. O günlerde Yeni Delhi’deki ordu karargâhında personel dairesinde görevliydim. Bu, orduya katıldığımdan bu yana ilk uzun tatilimdi; Eylül ve Ekim aylarını kapsayan tam iki aylık bir tatil. Bu tatilde sadece su içmeye kararlıydım. Bunu daha önce de denemiş, birkaç defa ayağımın kayması hariç, yaklaşık 15 ay başarmıştım da. Neyse, ben bir alkoliğim ve dolayısıyla da geçmişte, yeniden içebileceğim günü dört gözle beklerdim. Bir sonraki Noel’de eşime, alkolü kontrolüm altına aldığımı ve Noel ve Yeni Yıl tatili boylunca kontrollü içeceğimi söyledim. Öyle de yaptım. Sonuç her zamanki gibiydi. Kısa bir sürede tamamen kontrolsüz içmeye başlıyordum. Sonraki üç yıl boyunca içkiyi pek çok defa bırakmaya çalıştım, fakat hiç başaramadım. Sonra bir gün gazetede bir AA ilanı gördüm ve verilen adrese yazdım. Yanıt geldi; Yeni Delhi’deki rehberimle mektupla bağlantı kurdum. Ardından kısa bir tatile çıktım ve bütün tatil boyunca rehberimin bana gönderebildiği bütün yayınları okudum. O günden beri de sürekli okuyorum. Beni ayık tutan işte bu AA yayınlarıdır.

Geçen yıl yine Naini Tal’e tatile gitmeye karar verdim. Elimdeki bütün AA yayınlarını tek tek okudum; üzerinde uzun uzun düşündüm. Sonradan kaynak olarak kullanmak üzere notlar aldım. İki tatil arasındaki fark şuydu: Naini Tal’e ilk gidişimde, sadece su içmeme rağmen, yeniden içebileceğim anı dört gözle bekliyordum. İçkiyi, her şeyden çok, eşimi yatıştırmak için bırakmıştık. İkinci gidişimde ise, eğer ilk içkiye elimi uzatmazsam, yüzüncü içkiyle ilgili hiçbir endişem olmayacağını biliyordum. Aynı gerçeği şimdi de aklımdan çıkarmıyorum. Ve şunu da biliyorum: İnsan bir defa alkolik oldu mu, ömrünün sonuna kadar alkoliktir. Ben her şeyimi AA’ya borçluyum.

 

(4) DOKTOR, SEN KENDİNİ TEDAVİ ET!

“Bir psikiyatrist ve cerrah olan bu arkadaşımız yolunu kaybetmişti; ta ki Büyük İyileştirici’nin kendisi değil Tanrı olduğunu anlayıncaya kadar.”

Ben diplomalı bir doktorum; aynı zamanda da bir alkoliğim. İki bakımdan diğer alkoliklerden biraz farklı olabilirim. İlk olarak, AA’da her şeylerini kaybetmiş, gözaltına alınmış, hapse girmiş, ailelerini yitirmiş, beş parasız kalmış alkoliklerin hikâyelerini dinlemişizdir. Ben hiçbir şey kaybetmedim. İçkili yaşamımın son yılında hayatım boyunca kazandığımdan daha fazla para kazandım. Karım beni bırakmayı hiç aklına getirmedi. İlkokuldan sonra her tuttuğum altın oldu adeta. İlkokulda öğrenci başkanıydım. Ortaokul ve lisede her yıl sınıf mümessili oldum ve lise son sınıfta yine öğrenci başkanı seçildim. Bu, üniversitede de böyle sürdü. Geleceğin en başarılı adamı seçildim. Şu anda benden on ya da yirmi yıl kıdemli meslektaşlarımdan daha fazla tıbbi kuruluş üyeliğim ya da onur üyeliğim var. Benimki başarı sarhoşluğu idi. Fiziksel sarhoşluk, nerede olursa olsun, sefalettir. Başarı sarhoşluğu da aynı derecede bir sefalettir. Diğer alkoliklerden ikinci farkım ise şu: Alkoliklerin çoğu alkolün tadını değil de etkisini sevdiklerini söyler. Ben alkole âşıktım! Parmaklarıma sürer, sonra da yalayarak bambaşka bir lezzet alırdım. İçerken çok eğlenir, müthiş keyif alırdım. Ve talihsiz bir günde, ne gün olduğunu şu anda hatırlayamıyorum, alkoliklerin çok iyi bildiği o çizgiyi aştım. O günden sonra da içmek benim için bir ızdırap oldu. O çizgiyi aşmadan önce birkaç kadeh içki kendimi iyi hissetmemi sağlarken, şimdi aynı miktarda içkiyle perişan oluyordum. Bu duyguyu geçirmek çabasıyla, çılgın gibi içkiye saldırıyordum, ondan sonra da film kopuyordu. Alkol görevini yerine getiremiyordu artık.

İçkili hayatımın son gününde, daha önceden alkolle başı derde girmiş bir arkadaşımı görmeye gittim. Karısı da kendisini pek çok kez terk etmişti. Ama kurtulmuştu ve şimdi programdaydı. Aptalca bir bahane ile bu arkadaşıma gittim; aklımca Adsız Alkolikleri tıbbi yönden inceleyecektim. Ne var ki yüreğimin içinde belki yardım bulabileceğim umudu vardı. Bu arkadaşım bana bir kitapçık verdi; eve gittim. Karım bana kitapçığı okudu. İki cümle vardı ki dikkatimi çekti. Biri ‘İçkiyi bıraktınız diye sakın kendinizi bir kurban gibi hissetmeyin’ diyordu. Bu cümle hedefi tam on ikiden vurmuştu. İkincisi ise şöyleydi: ‘Sakın içkiyi kendinizden başkası için bıraktığınızı düşünmeyin’. Bu da tam isabet! Karım bunları bana okuduktan sonra ‘Bir şey yapmam lazım’ dedim; bunu umutsuzluk içindeyken daha önce de söylemiştim.

Çok iyi huylu bir insandır karım. Bana ‘Yerinde olsam üzülmezdim’ dedi, ‘Mutlaka bir şey olacaktır.’ Sonra ikimiz çıkıp piknik yaparken ateş yaktığımız tepeye doğru yürüdük. Yolda “Geriye, mutfağa dönüp şu içkimi tazeleyeyim” diye düşünüyordum. İşte tam o anda gerçekten de bir şey oldu. Birden kafama bir düşünce takıldı. Bu, sonuncusu! O ana kadar belki on tane içmiştim. Ama aklıma bu düşünce takılınca, sanki biri elini uzatmış da omuzlarımdan ağır bir yükü almıştı, çünkü gerçekten sonuncusuydu bu!

İki gün sonra Nevada City’den bir arkadaşım aradı –karımın en yakın arkadaşının erkek kardeşiydi. “Earle, sen misin?” dedi. “Evet” dedim. “Ben bir alkoliğim, ne yapmam lazım?” diye sordu. Ona yapması gereken şeyleri söyledim. Böylece daha programa bile girmeden 12. Basamağı yapmış oluyordum. Okuduğum kitapçıklardan öğrendiklerimin küçücük bir parçası da olsa ona bir şeyler söylemek bana öylesine bir tatmin duygusu verdi ki böyle bir hazzı hiçbir hastamı tedavi ettiğimde duymamıştım. Böylece ilk toplantımıza gitmeye karar verdim. Gruba psikiyatrist olarak tanıştırıldım (Amerikan Psikiyatri Derneği Üyesiydim ama psikiyatrist değil cerrah olarak çalışıyorum).

Bir zamanlar AA’dan birisinin bana söylediği gibi, kafası karışmış bir psikiyatristten daha kötüsü yoktur. Gittiğim ilk toplantıyı hiç unutmayacağım. Ben dahil beş kişiydik. Masanın bir başında mahallemizin kasabı, öbür başında yine bizim mahalledeki marangozlardan biri oturuyordu. Bir tarafta fırını çalıştıran adam, öbür tarafta ise bir teknisyen vardı. Toplantıya girerken kendi kendime şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Şu hâle bak. Ben ki Amerikan Cerrahlar Birliği, Uluslar arası Cerrahlar Birliği üyesiyim, ben ki Birleşik Devletler’deki en büyük ihtisas kurullarından birinin temsilcisi, Amerika Psikiyatri Derneğinin mensubuyum, adam olabilmek için kasaptan, marangozdan, fırıncıdan medet ummak zorundayım!” Başka bir şey daha oldu bana. Bu öylesine yepyeni bir düşünceydi de Yüksek Güçler hakkında yazılmış bütün kitapları aldım; başucuma ve arabama birer İncil koydum. Hâlâ orada durur. Ayrıca hastanedeki dolabıma ve masama da birer İncil koydum. Komodinimin üstüne Büyük Kitabı, hastanedeki dolabıma da ‘Oniki Basamak ve Oniki Gelenek’i koydum. Bir sürü kitap aldım. Bütün bunların hepsini okumaya çalışıyordum. Ve tahmin edebileceğiniz gibi AA grubundan yükseklere çıktım, yükseldim, yükseldim, yükseldim, ta pembe bulutların üzerinde dolaşmaya başlayıncaya kadar. Kendimi yine berbat hissediyordum. Ondan sonra da şöyle düşündüm: Madem kendimi bu kadar kötü hissediyorum, artık içsem de bir şey fark etmez. Bizim kasap Clark’a gittim. “Clark” dedim, “bana neler oluyor? Kendimi iyi hissetmiyorum. Üç aydır programdayım ve feci bir durumdayım.” “Barle” dedi bana, “gel seninle biraz konuşalım.” Bana bir fincan kahve ile bir dilim kek verip oturttu. “Bak” dedi, “senin hiçbir şeyin yok. Üç aydır ayıksın, çok çalışıyorsun. Her şey çok iyi gidiyor.” Fakat sonra “Sana bir şey söyleyeceğim” diye sürdürdü konuşmasını, “Burada insanlara yardım eden bir kuruluşumuz var; adı Adsız Alkolikler. Sen de bu kuruluşa katılmaz mısın?” “Peki, sen benim bunca zamandır ne yaptığımı zannediyorsun?” diye sordum. “Evet” dedi, “ayıksın, yukarıda bulutların üzerinde bir yerlerdesin. Sen şimdi eve git. Büyük Kitabı al, 5. Bölümü aç ve oku.” Dediğini yaptım. Büyük Kitabı aldım, söylediği bölümü açıp okudum. “Bizim yolumuzu izleyerek programımızı uygulayan kimselerden çok azının başarısızlığa uğradığını gördük.”

‘Yolumuzu izlemek’ sözcükleri kafamda bir şimşek çaktırdı. Büyük Kitap şöyle devam ediyordu: ‘Yarım yamalak yaşamak bize hiçbir şey kazandırmadı. Artık bir dönüm noktasına geldi.” Son cümle ise ‘Kendimizi tamamen Tanrı’nın koruması ve ihtimamına teslim ettik.” ‘Tamamen teslim olma’, ‘Yarım yamalak yaşamak bize bir şey kazandırmadı’, ‘Bizim yolumuzu izleyerek programı uygulamak’, ‘Kendini tümüyle bu basit programa vermek’ –tüm bunlar beynimde çınlıyordu. Yıllar önce, rahatlamak için psikanalize girmiştim. Ayrıca beş buçuk yılımı da meslek olarak psikanalize vermiş ve sonuçta ayyaşın biri olup çıkmıştım. Kesinlikle psikoterapiyi küçümsüyorum demek istemiyorum. Psikoterapi iyi bir araçtır, çok etkili değil ama çok iyi bir araç. Baştan başlasam, yine aynı dalı seçerdim. Beynimin huzura kavuşması için mümkün olan her şeyi denemiştim; ne var ki aradığım huzuru, alkol beni diz üstü çöktürünceye kadar bulamadım ve ancak bana 12 Basamak’ı öğreten kasap, fırıncı, marangoz ve teknisyen tarafından AA’ya getirilip, Birinci Basamağın ‘hayatımızı yönetemez hâle geldik’ diyen ikinci bölümünü biraz anlar gibi olunca aradığım huzura kavuştum. Böylece, Birinci Basamak’ın ilk bölümünün dediği gibi ‘Alkole karşı güçsüz olduğumu’ kabul ettikten ve kendimi AA’ya, ihtiyatla, teslim ettikten sonra bir şey oldu. Şöyle dedim kendi kendime “Bir de her şeyi itiraf ettiğini düşün.” Ve alkolik olduğumu kabul ve itiraf ettim. Üçüncü Basamak “İrademizi ve yaşamımızı kendimize göre algıladığımız Tanrı’nın eline bırakmaya karar verdik” diyordu. Bizden bir karar vermemiz isteniyordu. Her şeyimizi hiç görmediğimiz bir adama teslim ve emanet etmek zorundaydık! Bir alkolik için bunu düşünmek bile boğucudur. Güçsüz ve yönetilemez alkolik, kendisinden daha büyük bir şeyin avucunun içindedir ve her şeyini bir başkasına teslim ve emanet etmek mecburiyetindedir! Böyle bir şey öfkeden delirtebilir alkoliği. Bizler büyük insanlarız. Her şeyle başa çıkabiliriz. Böylece, düşünmeye başlarız “Bu Tanrı da kim? Her şeyimizi teslim edeceğimiz bu adam neyin nesi? Bizim kendimiz için yapamayacağımız ne olabilir ki o bizim için bir şeyler yapabilsin?”

Bana gelince, Tanrı’nın kim olduğunu bilmiyorum ama kendime göre bir fikir sahibiyim. Benim için, Tanrı’nın varlığının kusursuz bir kanıtı var. Bir gün ofisimde oturuyordum. Bir süre önce bir hanımı ameliyat etmiştim. Dört-beş saat süren uzun ve zor bir operasyondu. O gün, ameliyatın dokuz ya da onuncu günüydü. Hastanın durumu çok iyiydi, ayağa kalkıp dolaşabiliyordu. Eşi telefon etti ve “Doktor, karımı iyileştirdiğiniz için size çok teşekkür ederim” dedi. Ben de kendisine, gösterdiği nezaketten ötürü teşekkür ettim ve telefonu kapadık. Şöyle bir durum ve “Bir adamın telefon edip karısını tedavi ettiğim için bana teşekkür etmesi ne garip bir şey” dedim kendi kendime. “Ben burada, ofisimde masamın başında oturuyorum, hasta orada hastanede. Ben yanında bile değilim. Eğer yanında olsaydım, yapabileceğim tek şey hastaya moral destek vermek olurdu. Ama yine de kocası telefon edip eşini iyileştirdiğim için bana teşekkür ediyor. Sonra şöyle düşündüm –bu hastayı İYİLEŞTİRMEK ne demek? Evet, onu ameliyat ettim. Büyük Patron bana hastalığı teşhis ve ameliyatı yapma yeteneği vermiş ama O bana bu yeteneği hayatım boyunca kullanayım diye ödünç vermiş. Bu yetenek bana ait değil. Bana ödünç verildi ve ben de görevimi yaptım, ama bu görevin dokuz gün önce tamamlandı. Bütün o kapatıp diktiğim dokuları iyileştiren ne? Kim tedavi etti onları? Ben değil. Bence bu benden daha büyük bir Şey’in varlığının kanıtıdır. Büyük Tabip olmasa, ben doktorluk yapamazdım. Benim yaptığım iş çok basit; ben O’na hastalarımı tedavi etmekte yardım ediyorum. Programa girdikten kısa bir süre sonra hiç de iyi bir baba olmadığımı fark ettim; iyi bir koca da değildim –ama onların her ihtiyacını karşılıyor, ailemi hiçbir şeyden mahrum etmiyordum. Onlara her şeyi vermiştim- çok önemli bir şey –iç huzuru- dışında her şeyi. Karıma gidip bizi, öyle ya da böyle, tekrar bir araya getirebilmek için birlikte bir şeyler yapıp yapamayacağımızı sordum. Bana dönüp dosdoğru gözlerimin içine bakarak “Benim sorunlarım senin umrunda bile değil” dedi. Ona vurabilirdim ama kendimi tuttum; ‘Sakin ol’ dedim kendi kendime. Karım odadan çıktı. Bir yere oturdum, kollarımı kavuşturup gözlerimi göğe kaldırdım ve “Tanrı aşkına, bana yardım et” dedim. O anda son derece basit, hatta aptalca bir şey geldi aklıma. Nasıl bir baba olunur, bilmiyordum. Eve nasıl gelinir, hafta sonlarında diğer evli erkekler neler yapar bilmiyordum. Aileme nasıl hoşça vakit geçirtebileceğimi bilmiyordum. Sonra birden karımın her akşam yemekten sonra sofrayı kaldırıp bulaşıkları yıkaması geldi gözümün önüne. Bulaşıkları ben yıkayabilirdim. Karımın yanına gidip “Hayattan istediğim tek bir şey var” dedim. “Övgü istemiyorum; itibar kazanmak da istemiyorum. Senden veya Janey’den bir daha hiçbir şey istemeyeceğim –tek bir şey dışında, o da hep istediğim bir şeyi yapmak için bana bir fırsat vermen. Ve işe bulaşıkları yıkayarak başlamak istiyorum.” O gün bugündür kahrolası bulaşıkları her akşam ben yıkıyorum.

Doktorların alkoliğe yardımcı olmak konusunda başarısız oldukları herkesçe biliniyor. Sorunumuza çözüm bulmak için inanılmaz bir çaba gösteriyor, vakit harcıyorlar, ama öyle görünüyor ki alkolizmi durdurmak için ellerinden bir şey gelmiyor. Din adamları da bize yardım etmeye çalıştılar. Psikiyatristler siz ve ben gibi yüzlercemizi koltuklarına yatırdı. Çok gayret ettiler ama pek fazla yararları olmadı. Din adamlarına, doktorlara ve psikiyatristlere minnet ve şükran borçluyuz ama bir ya da iki vaka dışında alkolizm konusunda bize yardım edemediler. Ama Adsız Alkolikler etti. AA’nın sahip olduğu güç nedir? Bu iyileştirici güç nedir? Ne olduğunu bilmiyorum. Sanırım doktorlar şöyle diyecektir: “Bu, psikosomatik bir ilaçtır.” Psikiyatristler ise “Kişilerarası iyiliğe dayalı ilişkiler” diyebilir. Belki başkaları da grup terapisi olduğunu söyleyeceklerdir. Benim için ise, bu güç Tanrı’dır.

 

(5) 18 YAŞINDA BİR GENÇ KIZIN KARARI

“Üç yıllık bir içkili dönem utangaç ve yalnız bir genç kızı bir büyük çukurun derinliklerine itti. Ve bu genç kız korkunç bir umutsuzluk içinde yardım istedi.”

İçkiyle 15 yaşında tanıştım ve alkolizme yatkınlığım beni zorunlu kaçış noktasına getirdi. O ilk akşamdan sonra sürekli içki içme ihtiyacı içinde oldum; buna karşılık alkol beni kullandı ve üç yıl boyunca hayatımı yönetti. Hiçbir zaman sosyal bir içici olmadım. Vakit bulduğum her saniye mümkün olduğunca çok içtim. Herhâlde sonunda kendimi içkiyle öldürmekti amacım. Bütün yaşamım, hayata dışarıdan içeriye doğru bakmakla geçmişti. O kadar uzun bir süredir mutsuz, yalnız ve korkmuştum ki alkolü keşfetmem bütün sorunlarıma bir yanıt gibi görünmüştü bana. Oysa akşamdan kalmalıklar, hiçbir şey hatırlamadığım saatler, bela ve pişmanlıklar birbiri ardına geldikçe korkunç acılı bir cevap olmaya başladı alkol.

Babamın arabası için bahçe çitlerinin bir başka çekiciliği vardı. Bir akşam filmi kopardığımızda arabayı nehrin kenarındaki yoldan aşağı sürüp birisinin arka bahçesindeki çelik çite vurmuşum. Ne olup bittiğini anladığımda, tepesinde kırmızı ışıklar yanıp sönen iki devriye arabasının köşeden döndüklerini gördüm. Ertesi sabah öğrendiğime göre, o akşam kesinlikle her zamanki utangaç ve sakin ben değilmişim. Her şeyi çok bulanık gördüğüm bir akşamdı. Aslında aşağı yukarı hiçbir şey görmüyordum ve hafızam da gidip gidip geliyordu. Fakat soğuk beton bir zeminde yattığımı, bazı çalıntı kimlik kartlarını küçük küçük ayılmaya çalıştığımı, yüksekteki demir parmaklıklara tırmanıp aşağı bakmak isterken deliler gibi bağırdığımı ve yanıma yaklaşan herkese küfrettiğimi hatırlıyorum. Bu deneyim tabii ki içki içmemi engellemedi. İçmek için yeni bir bahane oldu sadece.

Ehliyetimi elimden aldılar, mahkemeye çıktım ve şartlı salıverildim. (Bu arada üç arkadaşımla birlikte kendimi de öldürebilirdim tabii.) Fakat tüm bu olanlar beni hiç etkilemedi. Kısa sürede içki, okuluma ve derslerime engel olmaya başladı. Hiç tereddüt etmeden, bence en mantıklı işi yaptım –evden kaçtım. Lise son sınıftaydım ve annem de hastanede yatıyordu. Washington eyaletinden otostopla Las Vegas’a giden iki genç kızı gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz? Biz gittik. Bir ay boyunca içtik, uyuşturucu hap kullandık, marihuana çektik, bir keresinde bir hayvan hastanesi olmak üzere, nereyi bulursak orada geceledik. Bize verilen yemekleri geri çevirmiyor; dileniyor; ihtiyacımız olan şeyleri –ki her şeye ihtiyacımız vardı- çalıyorduk.

Kaçaklığımız kanunun pençesine düşmemizle son buldu; arkadaşımız sekiz aylığına ıslahhaneye gönderildi. Ben bu seyahat sırasında 18 yaşımı doldurmuştum, müthiş bir umutsuzluk içinde uçakla (bileti babam almıştı) eve, korkunç acılar çeken ve kalpleri parça parça olmuş annemle babama döndüm. İşte o zaman kendimden nefret ettim ve her şeyden önce, vicdanımı rahatlatmak ve unutmak için içtim. İçtikçe daha kötüye gidiyor; kötüye gittikçe daha da içiyordum. Günler artık yaşanamayacak kadar kötü geliyordu bana. Sonra birden durup düşünmeye başladım ve kendime şöyle bir baktım. Utangaç, yalnız, kiliseye giden o çiçek gibi kıza neler olmuştu? Hiçbir zaman mutlu bir genç kız olmamıştım ama şimdi her şey tahammül edilmez bir hâl almıştı. İçki yüzünden bütün arkadaşlarımı çiğneyip geçmiştim. Konuşabileceğim hiç kimse yoktu. Giderek artan suçluluk duygusu ve hiç bitmeyen bir umutsuzlukla, artık günden güne ölüme gidemeyecek kadar da yorgundum. Tanrıya şükür AA’yı biliyordum, onları aradım. Neler olacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu –sadece eğer yaşam böyle sürecekse, yaşamak istemiyordum. Bugün artık başıma gelen belaları değil mutlulukları sayıyorum.

AA’da ilk toplantıma gittiğimde karşılaştığım dostluk havasını görünce, ait olduğum yere geldiğimi anladım. Benim düşündüğüm gibi düşünmüş, benim hissettiklerimi hissetmiş insanlar vardı burada. AA’da yıllar boyu aradığım sevgi ve anlayışı buldum. Önümde yeni ve aydınlığı getiren kapılar açıldıkça, sonunda alkolü bırakmaya karar vermeyi başardım –her gün ve 24 saat çünkü ben de bir alkoliktim. Ve bu teslimiyetle birlikte tek gerçek özgürlüğe –gerçeği bilmenin ve kabul etmenin getirdiği özgürlüğe kavuştum. Rehberim bana hep şöyle derdi: “Keşke sana alkolsüz bir yaşamın ne kadar güzel olduğunun bir resmini çizebilsem …” Onun kafasında var olan bu resmi görmeyi o kadar çok istiyordum ki. Şimdi ise, onu yaşıyor ve aynı resmi başkaları için çizmeye çalışıyorum.

AA bir yaşam ve yaşam biçimi oldu. Kendimi tanıdım ve yüreğimin içinde bir varlık keşfettim –Tanrı’yı buldum. Dünyada hiçbir şey için bundan vazgeçmem ve onu dünyalara değişmem. Bunu benden alabilecek tek kişi yine benim –eğer o ilk içkiyi içersem.

 

(6) ROM, RADYO VE İSYAN

“Hikâyesini okuyacağımız bu adam, 1300 mil uzaktan karısının kendisini AA’ya gönderen sesini duyunca aydınlığa çıktı.” “Sen mi alkoliksin? İmkânı yok inanmam.” “Tamam seni birkaç kere sarhoş gördüm ama sen alkolik falan değilsin.” “Dalga mı geçiyorsun? Sen alkoliksin ha?”

AA’ya geldiğim günden beri çok duydum bu sözleri. Her seferinde de aynı yanıtı vardır. “Ben kesinlikle bir alkoliğim. Buna inanmak zor gelebilir ama benim için hiç zor değil. Kendim ve alkol hakkında o kadar çok şey öğrendim ki bunları anlamak belki sana kolay gelmeyebilir.”

53 yaşında, dokuz yılı aşkın bir süredir AA’da olan ve harikulade şeyler öğrenmiş bir kişi olarak alkolik olduğuma dair en ufak bir kuşku bile taşımıyorum. Kendimi her zaman AA’nın en şanslı insanlarından biri olarak gördüm. Şanslıyım çünkü içki yüzünden hiç tutuklanmadım ya da hastaneye kaldırılmadım; işimi de kaybetmedim. Aslında, AA’ya mesleğimin doruğuna çıkmak üzereyken geldim. Yaşam standartlarıma bakarsanız gerçekten de zirveye çok yakındım. Ne var ki, muhasebe defterime bakınca borç hanemdeki bencillik, kin ve sahtekârlıklarımın gelir hanemdeki maddi kazançlarımı fersah fersah aşmış olduğunu bugün artık çok iyi biliyorum.

Tanınmış bir diş doktoru ile ailesiyle gurur duyan bir annenin tek çocuğu olarak Cleveland, Ohio’da dünyaya geldim. Annemle babam ne zengin ne yoksuldu ama halleri vakitleri ortalama bir aileninkinden çok çok iyiydi. Bir çocuğun sahip olabileceği her şey verildi bana –özel okullar (hem de birkaç tane), dans dersleri, iki kolej, pahalı deri paltolar, otomobiller, toplumda iyi bir yer ve her şey. Tüm bunların sonucunda ortaya tek bir şey çıkabilirdi –çok popüler fakat şımarık bir velet.

Gittiğim çeşitli okullarda dersleri hep idare ettim. Dışarıda o kadar çok işim oluyordu ki ders çalışmaya vakit yoktu. Bununla birlikte, okul yayınları ve okulda sahnelenen oyunlar (bu oyunlar daha sonra içmeye başladığımda çok işime yaradı) ve çeşitli kulüpler söz konusu olduğunda son derece aktif ve başarılıydım. Okuduğum kolejdeki iki içki kulübüne seçilmekte de hiç zorlanmadım. I. Dünya Savaşında orduya yazılmak için okuldan kaçtım fakat Amerikan ordusuna yazılmak üzere Atlanta’ya indiğim gün Mütareke imzalandı, ben de bir gün farkıyla bu fırsatı kaçırmış oldum. Her zamanki gibi param bitti ve yine her zamanki gibi babama telgraf çekip para istedim. Bana çektiği cevap telgrafında babam eve dönmek için gerekli parayı kazanıncaya kadar olduğum yerde kalabileceğimi söylüyordu. O anda bu benim için çok kötü bir darbe olmuştu ve babamın hainin biri olduğunu düşünmüştüm ama o günkü koşullarda yapabileceği en güzel işi yapmıştı.

Eve dönüş paramı toplamak bir yılımı aldı. Birmingham’da haftada 15 dolara bir gazetede çalıştım. Tam bu arada İçki Yasağı başladı, ben de kaçak içkiyle tanıştım. Tadını pek sevmemiştim ama etkilerine bayılmıştım doğrusu ve ondan sonraki 25 yıl ne yapıp edip, satın alarak ya da verileni kabul ederek, hiç ayrım yapmaksızın bulabildiğim her içkiyi içtim. En sonunda becerip 1920 yılında eve döndüm ve tekrar okula başladım. Kaçırdığım dersleri birkaç ayda telafi ettim ve böylece babamın nefretle karşılamasına rağmen, eğer canım isterse her hangi bir işi yapabileceğimi ispatlamış oldum. Çılgın 1920’li yıllardan hatırlayabildiklerim şunlar: Çok içiyordum; çok iyi vakit geçirdiğimi zannediyordum; birkaç haftalığına Avrupa’ya gittim; Cleveland’le New York arasındaki kaliteli barlara girmemi sağlayan bir kart sahibi olduğum için gurur duyuyordum; evlendim ve Cleveland’ın gözde banliyölerinden birinde bir ev yaptırdım. Sosyetik yaşam, çok sayıda iyi gün dostu arkadaş, 1929’da Borsa’nın çöküşü, bunu takibeden buhran yılları, çok geçmeden karım da dahil, elimde ne var ne yok götürdü. Her şeyi kaybetmemde içkinin büyük yardım ve teşviki olmuştu doğrusu. Kendilerinden ve çevrelerinden kaçmaya çalışan bütün alkolikler gibi ben de New York’a gitmeye karar verdim.

Büyük Burhan’ın dorukta olduğu ve İçki Yasağı’nın bittiği günlerdi. Bu koşulların ikisinden de herhangi bir ders almadım çünkü gerçeklerle yüz yüze gelmeyi öğrenememiştim henüz. Bundan sonra New York’ta geçirdiğim yıllar birkaç kelime ile özetlenebilir: içmek ve daha çok içmek. Kiramı ödeyemiyordum ama içki için para buluyordum. Şimdi geriye baktığımda nasıl olup da hem çalışmayı sürdürebildim hem de büyük kentte saçıp savuracak kadar para sahibi olabildim, şaşıyorum. Bu arada, hızla gelişen ve büyüleyici bir iş olan radyo yayıncılığına girdim. Chicago’da birkaç radyo istasyonunu temsil eden bir şirkette çalışıyordum. İşim, New York’ta reklam şirketlerine bu radyo istasyonlarının reklam kuşaklarını satmaktı. Ayrıca iş için –ya da görünüşte iş için- kente geldiklerinde bu radyo istasyonlarının sahiplerini eğlendirmek de görevlerim arasındaydı. Bu tam bana göre bir işti; doğrusu ‘içki alemi’ düzenleme konusunda yüksek lisans sahibiydim.

Beşinci Cadde’nin yakınında 53. Cadde’de büyük bir odada oturuyordum. Bu sırada, ileride tüm yaşam biçimimi değiştirecek genç bir hanımla tanıştım. Moda çizimi konusunda eğitim görüyordu. Benim oturduğum binada yaşıyordu, ayrıca ikimiz de Cleveland’in aynı şehrindendik. İlk birkaç buluşmamızda çok az ilerleme kaydedebildim. Derslerine çok önem veriyor ve benimle arasındaki mesafeyi koruyordu. Fakat ısrarcılığımı ve satıcılık yeteneğimi kullanıp onu gitgide daha sık görür oldum. Cana yakın tabiatından dolayı hoşgörülü davranıyordu. Onun etkisi ve arkadaşlığı içkiyi biraz azaltmama neden oldu. Tanışmamızdan birkaç ay sonra ona evlenme teklif ettim, fakat kibarca reddedildim. Ondan sonraki birkaç yıl boyunca ise her hafta evlenme teklifimi yineledim.

1938 yılının Ocak ayında Kuzey Vermount’ta parasal zorluklar nedeniyle kapanmak üzere olan ve sadece gündüz yayın yapan bir radyo istasyonunun yöneticiliğini üstlendim. Zor bir işti ama ilgimi çeken de bu olmuştu; ayrıca yine kendimden, ‘büyük şehrin hızlı yaşamı’ndan kaçmak için bir fırsat daha çıkmıştı. Kız arkadaşımdan bir kez daha benimle evlenmesini istedim ve bu maceraya birlikte atılmamızı teklif ettim. Tam bu sırada onun da karşısına hükümet adına Salt Lake City’ye gidip yeni bir proje üzerinde çalışma fırsatı çıkmıştı, fakat içkiyi azaltır ve işime dört elle sarılırsam son teklifimi düşüneceğine ve yerleştikten sonra bana katılabileceğine söz verdi. Kalbimde yepyeni bir umut ve yeni bir azimle Vermount’a gittim.

Yeni işimde ilk birkaç ay çok yoğun biçimde çalıştım. Bu kesinlikle insanın tek başına yapacağı bir işti ve eğer başarılı olacak olsam dikkatli olmam gerektiğini biliyordum. Üstelik, herkes bana New York’tan gelen bir ‘şehirli kurnaz’ gözüyle bakıyordu ve bu nedenle de küçük kentin tutucu insanları arkasında ihtiyatlı davranmam gerekiyordu. İstasyonu iş yapar hâle getirebilmem lazımdı. Yeni programcılık anlayışı dinleyici çekiyordu. Fakat parasal destek sağlayacak bir sponsor bulmak çok zordu. Yerel Rotary Klüp’e üye olarak bu sorunu çözdüm ve yöredeki iş adamlarıyla birlikteliğim sayesinde küçük radyo istasyonum gelişmeye başladı. Bu aynı zamanda içkiciliğimde de yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Öğle yemeklerinden önce klüpte arkadaşlarla birer kokteyl içmeye başlamıştım. Çok geçmeden öğle yemeği randevularıma, her alkoliğin tipik davranış biçimi olarak, diğerlerinden bir saat önce gider oldum.

Radyo istasyonu artık kendi ayakları üzerinde durabildiği için geceleri de çalışmam gerekmiyordu, bu da bana içebilmek için daha fazla zaman sağlamış oldu. Bu kadarcığına da hakkım yok muydu yani? Son zamanlarda çok çalışmıştım. Kısa süre sonra ‘akşam 5 alkoliği’ olmuştum. Bu arada, Utah’taki kız arkadaşıma da muntazaman yazıyordum. Tabii ki mektuplarımda, gayet inandırıcı bir üslupla, hep radyo istasyonunun ne kadar iyi durumda olduğundan ve içki sorunumla da mükemmelen baş edebildiğimden söz ediyordum.

İkna gücüm hâlâ çok iyi olmalıydı ki kız arkadaşım 1938 sonbaharında Salt Lake City’den beni aradı ve nihayet evlenme teklifini kabul ettiğini söyledi. Kasım ayında Montreal’de evlendik. İşiyle ve eşiyle gurur duyan bir insan olarak evlilik hayatıma başladım. Evliliğimizin ömrü ne yazık ki kısa olacaktı. Noel’den bir önceki gün Rotary Klüpteki yemekten kendimi bilmeyecek kadar sarhoş dönerek hem karımı müthiş bir hayal kırıklığına uğrattım hem de ilk Noel’imizi berbat ettim. Bu olay, aslında gerçekten çok güzel olan evliliğimizde kırıcı sözcükler, gözyaşları ve ızdıraba neden olan ve pek çok benzeri yaşanacak olayların ilkiydi.

1940 yılında önüme çok iyi bir fırsat daha çıktı. Pittsburgh’da aynı kişiye ait iki radyo istasyonunun yöneticisi oldum ve bu kente taşındık. İş hayatındaki ünüm Vermont’tan Pittsburrgh’a kadar gitmiş, ama Tanrı’ya şükür, içmemle ilgili ünüm duyulmamıştı. Bir kez daha büyük işler başarıyor, ama bunu yanı sıra da yine çok içiyordum. Çok geçmeden öğle yemeklerini kentin önde gelen otellerinden birinde erkekler barında yiyen hovarda bir gruba katıldım. Bu barda akşam 5 alkolikliğinden öğlen 12 alkolikliğine terfi ettim. Ne yapıp edip, eve dönmeden kendimi ayıltıyordum ama hep ‘çok zor bir gün’ geçirdiğim için ‘korkunç yorgun’ oluyor ve akşam yemeğinden önce bir iki tek atıyordum. Harika bir insan olan karım da oynadığım bu oyuna katılmak için elinden geleni yapıyordu. Karım akıl almayacak kadar hoşgörülü bir kadındı. Ben ise onu da alkolik yapmak için ne mümkünse yaptım. Karım benimle konuşmayı denedi, içmemi bir programa bağlamaya çabaladı. Aslına bütün oyunlar kısa bir süre için sadakatle oynandı ama ben hâlâ mutsuzluğa giden yolda ilerliyordum. Kaderden kaçmak imkânsızdı. Bütün program ve perhizleri birkaç gün eksiksiz uyguluyor fakat sonra bu programdan sıkılıp bir çuval inciri berbat ediyordum. Karım pek çok kez beni terk etmekle tehdit etti. Ben de her seferinde dizlerimin üzerine çökerek, ağlayarak özür diliyor ve bir daha çok içmeyeceğime söz veriyordum. Ve verdiğim sözü gerçekten de tutmak istiyordum çünkü karımı dünyada her şeyden –hatta alkolden bile çok seviyordum. Ne var ki karımın hareketlerine bakıp aşkıma inanması  çok zordu. Bunu ben bile anlayamıyordum çünkü karımı o kadar çok seviyordum ki.

Nasıl oluyor da verdiğim hiçbir sözü tutamıyordum? Bu sorunun cevabını kısa sürede öğrenecektim.1944 ilkbaharının başına bütün çabaları boşa çıkmış olan karımın artık tahammül edecek gücü kalmamıştı. Bir kez daha ‘bir daha asla’ sahnesinden sonra eşyalarını toplayıp Florida’da ailesinin yanına gitti. Giderken bana dedi ki, “Seni sevmediğim için değil, sevdiğim için bırakıyorum. Burada durup insanların saygısını kaybetmeni- en önemlisi de senin kendi kendine olan saygını kaybetmeni görmeye dayanamam.”

Birkaç hafta içmedim. Karıma alkolün hayatımda vazgeçilmez bir yeri olmadığını, onu dünyada her şeyden fazla sevdiğimi ve geri istediğimi ispat edecektim. Bu çabam da kısa sürdü. Kendime büsbütün acıyarak, kırgın, yalnız ve pişman, yeniden şişelere döndüm. Bütün bunlar neden benim başıma gelmişti. Ona iyi bir ev sağlamamış mıydım –hayatımı kazanmıyor muydum- beni orta sınıfın üst tabakasına çıkartan bir zam almamış mıydım? Evet karımı seviyordum ama o da mantıksız davranıyordu doğrusu” Bir eşin isteyebileceği her şeyi vermiştim ona. Böyle düşündükçe, üzüntülerimi boğmak için daha da fazla içiyordum. Bir Cumartesi günü öğle vakti yalpalaya yalpalaya eve dönüyordum. Niyetim karıma gününü göstermekti. Her şeyi bitirecektim, ondan sonra da üzülen o olacaktı! Eve girdim; bir şişe viski açtım. Ondan sonra da arabaya gidip motoru çalıştırmak ve garajdan çıkıp garajın kapısını kapatmak için havaya girebileyim diye oturup içmeye başladım. Birkaç saat sonra oturma odasında müthiş bir uyuşukluktan sıyrılıp kendime gelir gibi oldum. Tam karşımda büyük boy yağlı boya resminden karım bana bakıyordu. Bana bağırıyor gibiydi: “Seni sevmediğim için değil sevdiğim için bırakıyorum. Burada durup insanların saygısını kaybetmeni –en önemlisi de senin kendi kendine olan saygını kaybetmeni görmeye dayanamam.” Saat tam 10’du, burada zaman çok önemli. Bütün bunlar başıma gelmişti bir kere ve bir şey yapmak zorundaydım. Tanrı’ya şükür, bu kadar çok içmeme rağmen kafam bazen o anda ve oracıkta karar verebilecek kadar çalışıyordu.

AA ile ilgili bir parça bir şeyler okumuş ve duymuştum. Telefon rehberini kaptığım gibi AA’nın numarasını buldum ve umutla, büyük bir hevesle telefon ettim. Çok tatlı bir ses cevap verdi ve yakınmalarımı anlayışla dinledi. Bana kısa sürede birinin geleceğini, yerimden kıpırdamamamı ve içki içmememi söyledi. Gerçekten de birkaç saat sonra iki adam geldi. Hayatımda ilk kez alkolle ve kendi sorunumla ilgili ve bana çok makul gelen bazı gerçekleri öğreniyordum. Bana kendi hikâyelerini anlattılar; onların hikâyeleri benimkinden de beterdi –ama yine de söylediklerinin bir anlamı vardı ve her şeyi öyle basit bir şekilde anlattılar ki neden söz ettiklerini çok iyi anladım. Bu iki rehberime bir sonraki Salı günü toplantıya gideceğime söz verdim. O güne kadar hiç içmedim; toplantıyı büyük bir hevesle bekliyordum.

İlk toplantımda içime büyük bir umut düştü. Çektiğim acıları dinlemeye ve sorduğum soruları yanıtlamaya hazır ve istekli birçok insanla tanıştım. Birkaç toplantıya katıldıktan sonra hiç haber vermeden Florida’ya gidip karımı görmeye ve ona yeni bulduğum arkadaşlarımı ve grubu anlatmaya karar verdim. Beni aniden karşısında bulunca karım tabii ki çok şaşırdı fakat öylesine fırtına gibi gitmiştim ki beni içeri almaktan başka çaresi yoktu. O gece karım da umutlandı çünkü bulabildiğim bütün AA yayınlarını yanımda götürmüş ve valizimi açar açmaz görsün ve ne yaptığımı anlasın diye hepsini en üste koymuştum. Florida’da üç hafta kaldım ve karımla yeniden bir araya gelmenin, sağlığıma kavuşmanın ve karıma duyduğum derin sevginin keyfini yaşadım. Yeni evli bir çift kadar mutlu olarak Pittsburgh’a döndük. Toplantılara birlikte gittik ve yeni dostlukların tadını çıkarttık.

O yılın Eylül ayında tek başıma New York’a gittim. İçkiyle bir deney yapmanın tam sırası diye düşünüyordum. Tabii, hiçbir yararı olmadı. Kentteki son gecemde, eve dönmeden önce birkaç kadeh içki içtim. Şansım varmış ki trene yetişebildim ama eve döndüğümde tam anlamıyla akşamdan kalmaydım. Çok kötü bir şey yapmıştım! Hem karımın hem de bana yardım etmiş olan birçok harika insanın umutlarını boşa çıkarmıştım. Fakat en çok da kendimi hayal kırıklığına uğratmıştım. O zaman durumun tam farkında değildim ama şimdi biliyorum. Ayağımın kaymasından hiç kimseye söz etmedim. Grup toplantılarına gitmeye devam ettim, ama pek can atarak değil; çoğunlukla da çok yorgun olduğum bahanesiyle gitmiyordum. Bu durum karımı biraz kaygılandırmıştı ama akıllılık edip ne sitem etti ne de gitmem için zorladı.

Yeni yıl tatiline kadar durumu idare ettim. O gün misafirlerimiz vardı ve ben de mutfakta içki hazırlıyordum. Birdenbire şişeyi alıp çabucak bir yudum içmeye karar verdim. Şişeyi tam ağzıma götürmüştüm ki kapı açıldı ve karım ‘Mutlu yıllar, sevgilim’ diye içeri girdi. Donup kalmıştım. İçmedim. Ya beni yine terk ederse diye korkuyordum. Daha sonra karıma o içkiyi içmediğimi ve iyi olduğumu söyledim.

Ertesi akşam AA toplantısına gittim –karıma “Senin hatırın için” demiştim, aslında ben iyiyim; gerçi çok hareketli geçen bir tatilden sonra kendimi yorgun hissediyorum ama madem seni rahatlatacak, toplantıya gideceğim.” Son derece yumuşak bir şekilde “Benim için hiç fark etmez” dedi –bu beni gerçekten çok korkutmuştu, toplantıya gittim.

O akşam toplantıda beni bir sürpriz bekliyordu. 20 yıldır görmediğim bir arkadaşım da oradaydı. Bu onun dört ya da beşinci toplantısıydı. Yeni bulduğu mutlu ve ayık yaşamla dopdoluydu. AA’ya olan yoğun coşku ve hevesi bana yepyeni bir şevk verdi. Toplantılara hiç aksatmadan gitmeye başladım. Büyük Kitabı yeniden okudum, başka grupların toplantılarına katıldım, benden istendiğinde bir başka alkoliğin rehberi oldum, arandığımda Onikinci Basamak’ı yaptım. Yani, AA’ya katkıda bulunmaya ve karşılığında da tabii ki, daha da fazlasını kazanmaya başladım.

Önümde mutluluk ve sevgi dolu bir dünyanın, gerçekten yepyeni bir yaşamın kapıları açılmaya başlamıştı. Bir akşam yemek yerken karım bana o günün AA’daki ilk yaş günüm olduğunu ve grubun ‘bir yaşındaki adam’ için dondurma ve kekli bir kutlama yapacağını söyledi. İşte sırası gelmişti. New York’ta ayağımın kaydığından hiç kimseye söz etmemiştim. Ondan sonraki birkaç saat boyunca içimdeki iyiliklerle kötülükler arasında müthiş bir savaş oldu; iyilikler gerçeği açıklamamı, kötülükler ise çenemi tutup kimseye bir şey söylemememi istiyorlardı. O akşam karımın çantasını açıp küçük sevimli bir melek figürünü pastanın üstüne diktiğini görünce doğru kararı vermekte hiç zorlanmadım. Benden bir şeyler söylemem istendiğinde, onlara AA’da bir yılımı doldurmadığımı, sadece ‘dokuz aylık bir bebek’ olduğumu söyledim. Bunu söyler söylemez harikulade bir şey daha keşfetmiş oldum. Aylardır bana işkence çektiren büyük bir yalandan kurtulmuştum. Oh, dünya varmış! Hikâyemi burada bitirebilirdim, fakat AA’ya yeni katılanlar için birkaç kelime daha eklemek istiyorum. Programımızın manevi yönüyle ilgili çok şey duyacak ve okuyacaksınız. Öykümün bu tarafına hiç değinmedim.

Benim için Tanrı demek olan bir Yüksek Güç’e inanıyorum. Her gün dua ediyor ve bana yol göstermesini diliyorum. Ben manevi deneyimi daha ilk günlerde yaşadım. Bir akşam saat onda içimden birdenbire AA’yı aramak geldiğini hatırlayacaksınız. Bütün AA yayınlarını yanıma alıp karımı geri dönmeye ikna etmek için Florida’ya gittiğimde, eşim Petersburg Times gazetesinden kestiği AA ile ilgili bir yazı vermişti bana. AA’nın adını ilk kez burada duymuştu karım ve kimden ve nereden geldiğini anlamayayım diye yazıyı bana postalamayı ya da Pittsburgh’dan biri vasıtası ile göndertmeyi düşündüğünü söylemişti. Ne var ki, beni tanıdığı için, bunun pek akıllıca bir iş olmadığını ve ilgimi çekmeyeceğini de düşünmüştü. Fakat her nedense –bunun ne olduğunu kendi de bilmiyordu- ufak bir umutla yazıyı atmamış saklamıştı. Bu yazıyı gazeteden, aynı gece benim 1300 mil uzakta Pittsburgh’dan AA’yı aradığım gece, saat 10’da kesmişti.

Yeni gelenlere şunu da söylemek isterim; bu program korkaklara göre değil, benim naçizane görüşüme göre, iyi bir not almak için çok çalışmak gerekiyor. Ne anlaşılamayacak kadar zor ne de bir çırpıda kavranabilecek kadar kolay. AA’ya girdiğimden bu yana, içmek için, içkili yaşamımdakinden çok daha fazla sebep çıktı önüme. Birçok problemim oldu. Ama Tanrı’ya şükür, AA’da öğrendiklerim sayesinde hepsine göğüs gerdim. Tümüyle yenilmeden –hastaneye kaldırılmadan, hapse düşmeden ya da işimi kaybetmeden AA’yı bulduğum için Tanrı’ya şükrediyorum. Benden daha ağır hasta olan alkoliklerin benimkinden çok daha ızdıraplı hikâyelerini dinlediğim zaman Tanrı’ya bana doğru yolu gösterdiği için bin kez şükrediyorum. Benimle tesadüfen karşılaşanlar, yukarıdaki Adam’a duyduğum güçlü inancı anlamayabilirler, ama AA’ya girdiğimden beri yaşadığım güzel olayları da başka türlü açıklayamıyorum –hepsini bana Yüksek bir Güç gönderdi. Bu sözcükler sizin için şu anda pek bir şey ifade etmiyor olabilir, ama sabırlı olun, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bana ‘Bu programda, Oniki Basamak’ın yanı sıra, başarılı olmakta en önemli etken nedir?’ diye sorulsa, ‘Dürüstlük’ derim. Dürüst davranmamız gereken en önemli kişi de Siz, kendinizsiniz. Eğer benim hikâyem kafanızda bir ışık yaktıysa, harekete geçin –şimdi! Tekrar ediyorum- ben AA’nın en şanslı üyelerinden biriyim- minnettar bir şanslı adam.

 

(7) ÇAMAŞIR YIKAMAYI ÇOK SEVEN KADIN

“Gizli gizli içen bu hanım, mahalledeki çamaşırhaneyi bir meyhane olarak görüyordu. Şimdi artık evini, özsaygısını veya çamaşırlarını kaybetmeyi göze almıyor.”

İçki içtiğim günlerde, alkolik bir ev kadını içen en ideal yeri bulmuştum: Mahallemizdeki çamaşırhane. Orada küp gibi içerken aynı zamanda saygıdeğer bir anne ve eş de olabiliyordum. Çamaşırhanede sarhoşların kuşkulu ve yersiz davranışlarıma da muhatap olmuyordum. Ayrıca çamaşır günü sığınağımın loş karanlığında meziyetli bir ev kadını timsali olduğuma inanıyordum.

Çocukluğum alkol buharları içinde geçti. İriyarı bir İrlandalı olan babam zorluklarla dolu bir hayattan geçmiş sert insanlardandı ve dolayısıyla da içkiye dayanıklıydı. Annem güzel, tatlı bir kadındı; tek zaafı babamdı. İlk başlarda iniş-çıkışlı bir hayatımız vardı. Sıkıcı değildi ama içime bir güvensizlik duygusu yerleşmişti. Bazen diğer aileleri gördükçe bizim ailemizde normal olmayan bir şey olduğunu hissederdim. Babam petrol işinde başarı merdivenlerini tırmanırken, içkisi de tırmanıyordu.

İçkinin sadece ‘bir zaaf’ olduğunu düşünürdüm. Annem defalarca böyle söylemişti. 19 yaşında, çok iyi bir insanla evlendim. Eşimin, bırakın alkolün tecrübelerinden ve meşakkatinden geçmeyi, hayatı boyunca güvensizlik duyduğu bir an bile olmamıştı. Her ikimiz de kalabalık aile çocuklarıydık –tam olarak söylemek gerekirse altışar kardeştik. Eşimle ara sıra dışarı çıktığımızda günlük hayatın gerilimlerinden kurtulmak için bir içki içerdim. Evvelden hiç içki içmediğim için ilk başlarda çok zevkliydi. İçim rahattı, suçluluk duymuyordum çünkü ancak zayıf insanların alkol sorunu olurdu. Ben babam gibi değildim. (Nasıl da yanılmışım!)

Sonra babam mesleğinin en üst noktasındayken, o kayıp hafta sonlarından birinde merdivenlerden düşüp öldü. Kalakalmıştık; babam öylesine yıkılmaz görünür ki. Ondan sonra annem, babamın bıraktığı yerden içmeye başladı ve kısa bir süre sonra da karaciğer sirozundan öldü. Hâlâ daha içmenin zaaf olduğunu, –hele annemin durumunda–, olumsuz koşullardan dolayı ortaya çıktığını düşünüyordum.

Annemi kaybettikten çok kısa bir süre sonra 5 yaşındaki kızım komşumuzun arabasının altında kalıp öldü. Bu son darbe oldu. Birkaç ay sonra akıl hastanesine yatırıldım. Hastaneden çıktığımda delilik dünyasını geride bırakmış, alkol deliliği dünyasına geri dönmüştüm. Evde içemiyordum çünkü kocam hoş karşılamıyordu bunu. (Aslında, ne zaman baksam yüzünde hep bir hoşnutsuzluk ifadesi oluyordu) İşte o zaman çamaşırhaneyi keşfettim. Büyük bir sepete doldurabildiğim kadar kirli çamaşırı doldurup, çamaşırhanenin yolunu tutuyordum. Yolda bakkala uğrayıp bir şişe meyvalı gazoz, birkaç şişe de bira ve şarap alıyor, dinlenme odasında gazozu boşaltıp şişeye içki dolduruyor, ondan sonra da çamaşır yıkamaya devam ediyordum. Ne kadar masum, ne kadar ihtiyatlı! Bunun tek dezavantajı şuydu: Oraya nasıl gittiğimi çok iyi biliyordum da, dinlenme odası, durulama ve kurutma arasında, ne zaman ve nasıl eve döndüğümü hiç bilmiyordum. Bu şekilde bir sürü gömlek kaybettim; götürdüğüm çamaşırların tümünü kaybettiğim de oluyordu. Kendi kendime acaba part-time bir iş olarak komşuların çamaşırlarını da yıkayabilir miyim diyordum. Böylece zamanımın çoğunu çamaşırhanede geçirebilirdim. Çok geçmeden (gömleklerinin kirli olmasını tercih eden) kocamın canına tak etti ve “Elbiselerimiz kentin belki de en temiz elbiseleri olabilir ama sen bir haftadır aynı kirli pantolonla bluzu giyiyorsun” dedi. Artık bittiğini ve boşanacağını söyledi. Ayrıca evden de ayrılmamı istiyordu çünkü kötü bir anne, kötü bir eş ve kötü bir çamaşırcıydım. Son söyledikleri hariç, kocamın haklı olduğunu biliyordum. Böylece aşağılanma, öfke ve korku duyguları karmaşası içinde bir cevap bulmaya karar verdim. Görümcem beni, benim gibi kadınlara yardım edildiğini duyduğu bir kadınlar evine götürdü. Gidecek hiçbir yerim yoktu. Korkunç bir şey oluyordu ve bunun sebebi de bendim, benim içimde olan bir şeydi.

Gittiğim bu ev vasıtasıyla Adsız Alkolikleri buldum ve alkolizmin sadece bir ‘zaaf’ değil, bir hastalık olduğunu öğrendim. Yavaş yavaş hayatım gözümün önüne serildi sanki; yetişkinlik yaşamımda iyiden iyiye belirginleşen çocukluk kırgınlıkları, kıskançlıkları ve korkuları ve her fırsatta içine yuvarlandığım kendine acıma duyguları teker teker bilincime çıktı. Sonunda babamla aynı hastalığa yakalandığımı anladım, aramızdaki tek fark bana ölmek değil yaşama şansı verilmiş olmasıydı. Birçok toplantıya katıldım, birçok güzel insanla tanıştım. AA’ya girdikten birkaç hafta sonra bir gece beni çok şaşırtan bir şey oldu. Karşımda tanıdık –ama artık kaşları çatık olmayan bir yüz gördüm. Kocamdı ve o da bir şeyler öğreniyordu. Evliliğimize yeniden başladık. Acı anılarla dolu mahalleden yeni bir eve taşındık. Fakat bütün bunlardan daha önemlisi, AA’da yeni bir hayat buldum. Şimdi artık hem AA’da hem de ailemle birlikte evde çok aktif bir insanım. Hâlâ çamaşır yıkıyorum, hem bazen gerçekten çok çamaşır oluyor ama artık hiçbirini kaybetmiyorum. Doğru söylüyorum! Üç yıldır tek bir gömlek bile kaybetmedim.

 

(8) DAHA DA KÖTÜ OLABİLİRDİ

“Alkol, bu bankerin pırıl pırıl hayatında kapkara bir buluttu. Çok az insanda rastlanan bir önsezişle bu bulutun bir kasırgaya dönüşebileceğini anladı.”

Çok iyi bir ailesi, güzel bir evi, iş hayatında mükemmel bir yeri ve önemli bir kentte itibar sahibi olan biri nasıl alkolik olabilir? AA’ya girdikten sonra çok iyi anladım ki alkolün ekonomik-sosyal durum ya da iş itibarı falan dinlediği yoktu.

Amerikalıların çoğu, erkek çocuklarını nasıl yetiştiriyorlarsa ben de öyle yetiştirildim. Orta sınıftan bir aileydik. Devlet okullarına gittim, küçük bir orta-batı kentindeki sosyal hayatın içinde büyüdüm, yarım-gün işlerde çalıştım, spor yaptım. İçimde başarı hırsını bu fırsatlar ülkesine göç etmiş olan İskandinav asıllı anne-babamdan almıştım. “Çalış –her zaman yapıcı bir işin olsun.” Okuldan sonra ve tatillerde her çeşit işte çalıştım; bütün hayatım boyunca bir uğraş olarak kabullenebileceğim bir iş bulmaya çalışıyordum. Savaş sırasında askere gitmem, savaştan sonra da eğitimime devam etmek zorunda olmam planlarıma engel oldu. Ondan sonra da evlendim, bir iş ve aile kurdum. Hikâyem, benim kuşağımdan olan diğer genç adamların hikâyelerinden pek farklı değil. Alkolik olduğum için hiçbir şeyi veya hiç kimseyi suçlamıyorum. İlerlemek, başarılı olmak için yıllarca o kadar çok çalıştım ki faal bir sosyal yaşantı için pek vaktim olmadı. İçmek için ne zaman ne de para ayırmak istiyordum. Aslında orduda çok fazla içen o kadar çok insan görmüştüm ki onlar gibi olmaktan korktuğum için içmekten çekiniyordum. İçenlere, hele içkisi işine engel olacak kadar içenlere karşı hoşgörüsüzdüm.

Zamanla ülkenin en büyük ticari bankalarından birinde çalışmaya başladım ve müdür oldum. Mesleğimde tanınıyordum ve ülke çapında bir yer edinmiştim kendime; ayrıca birçok önemli kuruluşun da yöneticisiydim. Gurur duyduğum bir ailem vardı; sorumluluklarını bilen iyi bir yurttaştım.

35 yaşına, iş hayatımda oldukça başarılı bir yere gelinceye kadar içki içmedim. Fakat başarım arttıkça sosyal yaşantım da hareketlendi ve fark ettim ki arkadaşlarımın çoğu toplantılarda kendilerine hiç zararı dokunmadan ve başkalarını rahatsız etmeden içki içmekten zevk alıyorlardı. Onlardan farklı olmak hoşuma gitmedi ve sonunda ara sıra ben de onlara katılmaya başladım. İlk başta hepsi bu kadardı –ara sıra bir kadeh içki. Daha sonraları hafta sonlarındaki golf oyunlarının bitmesini iple çekmeye başladım. İçki saatleri günlük alışkanlık hâline geldi. Miktar giderek arttı, içme bahaneleri daha sık ortaya çıkar oldu; iyi bir gün, endişeler ve baskı, kötü haber, iyi haber –içki içme nedenleri sürekli artıyordu. Neden hep daha çok içmek istiyordum?

İçki, daha önceden yapmaktan zevk duyduğum şeylerin yerini alıyordu; işte bu korkutucuydu. Golf, avlanmak, balığa çıkmak artık sadece içki içmek için birer bahaneydi. Kendi kendime, aileme ve arkadaşlarıma sözler veriyor, fakat verdiğim sözleri tutmuyordum. Kısa sürelerle içkiden uzak duruyor ama sonunda tekrar ve korkunç içiyordum. Beni tanıyan kimsenin olmadığı yerlere giderek içtiğimi gizlemeye çalışıyordum. Hep akşamdan kalmaydım ve hep pişmanlık duyuyordum. Ardından şişe saklamalar ve hiçbir sınırlama olmadan içebilmek için seyahat bahaneleri geldi. Kurnaz, şaşırtıcı ve güçlü alkolün insanın hayatına sinsice sızdığını, insanın giderek daha sık ve daha fazla miktarlarda içtiğini ve ne hâllere düştüğünü cümle âlem görür de içenin kendisi bir türlü görmez.

İçki sorunum artık iyice göze batar hâle gelip de sağdan soldan laf etmeler başlayınca içtiğimi saklamak için değişik yollar keşfettim. Nereye gidiyorsam veya nereden dönüyorsam yoldaki bütün barlara uğruyordum. İçki tutkusu bütün hayatımı kontrolç altına almıştı; içtiğim miktar asla kafi gelmiyor, daha da içebilmek için kıvranıyordum, özellikle de seyahat ederken. Nasıl, nerede içeceğimin planlarını yapmak, hayatımdaki diğer bütün planlardan daha önemli olmuştu. Birçok kez bırakmaya çalıştığım fakat her seferinde kendimi mutsuz ve suistimal edilmiş hissediyordum. Psikiyatrist tedaviyi de denedim ama psikiyatriste hiç yardımcı olmadım. Sürekli araba kullanırken yakalanma korkusu içindeydim; bazen taksiye biniyordum. Ondan sonra film kopmaları başladı; bu da bir başka endişe kaynağı oldu. Evde gözümü açıp buraya nasıl geldiğimi hatırlayamamak, sonra da araba kullanmış olduğumuzu anlamak bir işkenceydi. Nerelere gittiğimi, eve nasıl ulaşabildiğimi bilmemek müthiş bir umutsuzluğa sürüklüyordu beni. Zamanla öğle içmek bir mecburiyet oldu. Önce iki bardak yetiyordu; sayı giderek arttı. Çalışma saatlerim esnekti, belirli bir saatte büroya dönmem gerekmiyordu. Sonra hepten boş verdim, bazen de hiç gitmemem gereken saatte gidiyordum. Bu da beni endişelendiriyordu. Son iki yılda karakterim tamamen değişmişti; alaycı, hoşgörüsüz, kaba ve küstah bir insan olmuştum. Öfke, hayatıma içkili yaşamımın bu noktasında girdi. Kişisel planlarıma ve neyi, nasıl yaptığıma karışan herkese kızıyordum. Özellikle içmeme karışıldığında kendime müthiş acıyordum. Kimlere zarar verdiğimi, hangi arkadaşlarımın iyi niyetlerini kötüye kullandığımı, ailemi ne kadar küçük düşürdüğümü, iş arkadaşlarıma verdiğim üzüntüyü ve bu üzüntülerin boyutlarını hiçbir zaman bilemeyeceğim. İnsanlar hâlâ “Uzun süredir içki içmedin, değil mi?” diyerek beni şaşırtıyor. Şaşırıyorum çünkü içkimin kontrolden çıktığını bildiklerinden haberim yoktu. Kendimizi en çok bu konuda kandırırız. Hiç kimseye belli etmeden istediğimiz kadar içebileceğimizi zannederiz. Aslında herkes farkındadır. Kandırabildiğimiz tek kişi biz kendimizizdir. Akla, mantığa uymayan mazeretler bulup davranışlarımızı haklı çıkarmaya çalışırız.

Arkadaşlarını eve getirmeleri konusunda çocuklarımı hep teşvik etmişimdir, fakat evde sarhoş bir babanın neden olduğu birkaç olaydan sonra çocuklarım arkadaşlarını evde ağırlamaktan vazgeçtiler. Bu o zamanlar pek bir şey ifade etmiyordu benim için. Arkadaşlarımla dışarıda içmeye gidebilmek için bahaneler bulmakla meşguldüm. Bana sanki eşim giderek daha hoşgörüsüz ve dar kafalı oluyormuş gibi geliyordu. Ne zaman beraber dışarı çıksak karım bir içki daha içmeyeyim diye elinden gelen her şeyi yapıyordu. Hangi alkolik tek bir içkiyle tatmin olur ki? Gittiğimiz her kokteyl ya da akşam yemeğinden sonra karım nasıl oluyor da tek bir kadeh içkiyle bu kadar sarhoş olduğumu bir türlü anlayamadığını söylüyordu. Tabii bir alkoliğin ne kadar kurnaz olabileceğinden ve ilk kadehi içtikten sonra daha çok, çok daha çok içme isteğimi gidermek için ne yollar bulabileceğinden, neler yapabileceğinden haberi yoktu. İşin tuhafı bundan benim de haberim yoktu!

Arkadaşlarımız benim ne biçim içtiğimi anladıkça, aldığımız davetlerin sayısı da gitgide azaldı. AA’ya katılmadan iki yıl önce karım uzun bir seyahate çıkmış ve bana yazdığı bir mektupta, içki sorunumla ilgili bir şeyler yapmazsam geri dönmeyeceğini söylemişti. Bu benim için tam bir şok oldu; içmeyeceğime söz verdim, karım geri döndü. Bir yıl sonra, tatildeyken, çok içiyorum diye eşyalarını toplayıp eve dönmeye kalktı. En az bir yıl hiç içmeyeceğim diye söz verip vazgeçirdim. Söz vermiştim ama iki ay sonra yine başladım.

Sonraki ilkbahar bir gün karım nereye gittiğini söylemeden beri terk etti; bunun aklımı başıma getireceğini umuyordu. Birkaç gün sonra bir avukat telefon edip bir şeyler yapmam gerektiğini, karımın ben bu durumdayken geri dönmeyi göze alamayacağını söyledi. Yine, bir şeyler yapacağıma söz verdim. Yerine getirilmeyen sözler, aşağılanma, umutsuzluk, üzüntü, endişe –ama hâlâ içiyordum.

Öyle bir an gelir ki insan yaşamak istemez, ama ölmeye de korkar. Bir bunalım, sizi alkol sorununuza bir çözüm bulmaya karar verme noktasına getirir. Herhangi bir yol bulmak… Geçmişte sürekli geri çevirdiğiniz yardımları, elinizle kenara ittiğiniz öneriler, sonunda umutsuzluk içinde kabul edersiniz. Son kararımı, sarhoş olup karımın doğum gününü mahvetmemin ardından kızım bana “Ya Adsız Alkolikler ya da …” deyince verdim. Bu bana daha önceden de defalarca önerilmişti, ama bütün alkolikler gibi kendi sorunumu kendim halletmek istiyordum, ki bu da hiç kimsenin benim içki içmeme karışmasını istemediğim anlamına geliyordu. Daha kolay, daha rahat bir yol bulmaya çalışıyordum. Öyle bir hâldeydim ki alkolsüz bir yaşam düşünebilmek çok zordu benim için.

Her neyse, artık iyice dibe batmıştım. Gitgide daha aşağılara doğru yuvarlandığımın farkındaydım. Kendim mutsuzdum ve beni seven herkesi de mutsuz etmiştim. Fiziksel olarak da dayanacak gücüm kalmamıştı. Soğuk soğuk terlemeler, sinir gerginliği ve uykusuzluk dayanılır gibi değildi. Zihinsel olarak korku ve gerilim, tavır ve görünüşümdeki korkunç değişim şaşkına çeviriyordu beni. Buna yaşamak falan denilemezdi. Artık bir karar verme zamanı gelmişti. Ailem “AA’yı arayacağız” dediğinde “Evet” dedim ve birden rahatladım. Rahatlamıştım çünkü, çok korkmama rağmen, her şeyin sona erdiğini hissediyordum. Birkaç kişiden nasıl hapse düştüklerinin, hastaneye kaldırıldıklarının, ailelerinin dağıldığının, en berbat yerlerde en berbat içkileri içmelerinin hikâyelerini dinleyince acaba ben gerçekten alkolik miyim diye düşünmeye başladım. İçkiye öyle çok genç yaşta başlamamıştım; beni bir süre idare eden belli bir istikrar ve olgunluğa erişmiştim içkiyle tanıştığımda. Sorumluluklarımın da üzerimde kısıtlayıcı bir etkisi olmuştu. Aslında pek çok kez girmesi gerekirken, yasayla başım derde girmemişti. Ve her ikisini de kaybetmeme ramak kalmışken işimi ve ailemi kaybetmemiştim. Maddi durumum da bozulmamıştı.

Toplantıda anlatılan ve tüylerimin diken diken olmasına neden olan bu deneylerden geçmeden de alkolik olabilir miydim? Yanıt, 12 Basamak’ın ilkinde çok basit olarak verilmişti: “Alkole karşı güçsüz olduğumuzu ve hayatımızın idare edilemez hâle geldiğini kabul ettik.” Burada on kere, yüz kere hapse düşmüş olmam gerektiğinden söz edilmiyordu. Üç-beş tane iş kaybetmiş olmam gerektiğinden de söz edilmiyordu. Köprü altına düşüp ispirto içmiş olmam gerektiğinden hiç söz edilmiyordu; yalnızca ‘Alkole karşı güçsüz olduğum  ve hayatımın idare edilemez hâle geldiği’nden söz ediliyordu.

Şurası kesindi ki alkole karşı güçsüzdüm ve benim için hayatım idare edilemez hâle gelmişti. Önemli olan nereye kadar gitmiş olduğum değil, nereye doğru gittiğimizdi; alkolün bana şimdiye kadar neler yapmış olduğu ve eğer birileri bana el uzatmazsa neler yapmaya devam edeceğiydi. Alkolik olduğumu anlamak ilk başta şoka uğrattı beni, fakat bir umut olduğunu görmek bu şokun etkisini azalttı. Tüm isteğim ayık kalmakken, “Ben neden sarhoşum” gibi kafamı karmakarışık eden bir sorun basitleşivermişti. Artık içmek zorunda olmadığımı bilmek ne kadar da rahatlatıcıydı.

Bana, ayıklığı kendim için istemem söylendi ve bunun doğruluğuna kesinlikle inanıyorum. Bir insanı AA’ya getiren sebepler çok çeşitli olabilir ama kalıcı olan insanın ayıklığıdır ve insan AA yaşam biçimini kendisi için istemelidir; bu şart! AA programını ta başından itibaren çok sevdim. Alkoliğin, alkolün sosyal ve iş hayatına zarar verdiğini anlayan kişi olarak tanımlanması çok hoşuma gitmişti. Alerjiyi de anlayabiliyordum, çünkü ben kendim de bazı çiçek polenlerine karşı alerjiktim. Ayrıca ailemde de belirli yiyeceklere karşı alerjik olanlar vardı. Aralarında benim de bulunduğum bazı insanların alkole alerjileri olması çok mantıklı değil miydi?

Alkolün iki yönlü bir hastalık, fiziksel bir alerji ve zihinsel bir tutku olduğu şeklindeki açıklama, yanıtını bir türlü bulamadığım pek çok soruya ışık tuttu. Alerjiye karşı elimizden bir şey gelmezdi. Vücutlarımız, bir şekilde, artık sistemin daha fazla alkol alamayacağı bir noktaya geliyordu. ‘Sebep’ önemli değildi; ‘gerçek’ şuydu: Tek bir yudum içki vücut sistemimizde sürekli daha fazla alkol isteyen bir reaksiyona neden oluyordu; bizim için bir içki çok fazlaydı, çünkü sonrasında yüz tanesi bile yeterli olmuyordu.

Zihinsel tutkuyu anlamak biraz daha zor; ama herkesin çeşitli tutkuları var. Alkolikte bu tutkular abartılmış bir mertebeye ulaşıyor. Alkolik, zaman içinde, kendine acımaya, içmesine karışan herkese ya da her şeye karşı bir öfke duymaya başlıyor. Dürüst olmayan bir düşünce biçimi, önyargı, ego, kendisine karşı çıkan herkese, ama herkese karşı duyulan düşmanlık, boş bir gurur, eleştirel bir tavır gibi karakter kusurları alkoliğin tabiatına yavaş yavaş giriyor ve yaşamımın bir parçası hâline geliyor. Korku ve gerilimle yaşamanın kaçınılmaz sonucu ise bu duygulardan kurtulmayı istemektir. Alkolik içki içerek bu korku ve gerilimlerden geçici olarak bile olsa kurtulmayı başarabilmektedir. AA’nın Oniki Basamak’ının bu karakter kusurlarının düzeltilmesine yönelik olduğunu ve böylece de alkol tutkusundan kurtulmaya yardım ettiğini öğrenmem biraz zaman aldı.

Bence manevi bir yaşam biçimi demek olan Oniki Basamak, kısa bir süre sonra dürüst düşünmek, olmayacak hayaller peşinde koşmamak, açık fikirli olmak, denemek için isteklilik ve kabul etmek için de inançla eşanlamlı oldu benim için. Oniki Basamak sabır, hoşgörü, alçak gönüllülük ve hepsinden önemlisi benden daha Yüksek bir Gücün bana yardım edebileceği anlamına geliyordu. Ben bu Güç’e Tanrı diyorum. Bana ne söylenirse yapmaya istekli olmam programı çok kolay uygulanabilir hâle getirdi: AA kitabını incele, sadece okuma.

Bana toplantılara gitmemi söylediler; ister evde olayım ister başka bir kentte, hâlâ elime geçen her fırsatta gidiyorum. Toplantılara gitmek benim için asla bir angarya olmadı. Sadece bir görev olarak da gitmedim. Yorucu bir günden sonra toplantılar benim için bir gevşeme ve kendimi tazeleme, bir güç kazanma vesilesi oldu. Bana ‘Aktif ol’ dendi; mümkün olan her zaman yardım ettim, hâlâ da ediyorum. ‘Manevi deneyim’ bence toplantılara gitmek, birbirlerine yardım etmek için bir araya gelen grubu görmek; 12 Basamak ve 12 Gelenek’in okunmasını dinlemek demek. Manevi uyanış ise çok geçmeden insanlara daha düşünceli, daha saygılı ve daha nazik davranmaya çalışmak anlamına geliyor.

Çoğumuz için kırdığımız insanlardan af dilemek bir ömür sürecek bir iş ama hemen başlayabiliriz. Sadece ayık olmamız bile sarhoşken davranışlarımızla kırdığımız, zarar verdiğimiz insanlardan af dilemek olacak. Af dilemek bazen, geçmişte yapabilecekken alkol yüzünden yapamadıklarımızı yapmak; enerji ve yeteneklerimiz ölçüsünde hayır kurumlarında, eğitimle ilgili aktivitelerde çalışmak biçiminde de olabilir.

Bir AA üyesi olarak benden beklenenleri anlamak ve sonuna kadar götürmek ve 12 Basamak’ın her birini olabildiğince çabuk yapmak isterken gerçekten çok samimiydim. Bunun anlamı şuydu benim için: Bütün arkadaşlarıma AA’ya girdiğimi, benden ne beklendiğini bildiğimi ama benden istedikleri her ne ise onu yapmanın benim için her şeyden önemli olduğunu, bu dünyadaki en değerli şeyin ayıklığım olduğunu söyleyecektim. Ayıklığım öylesine önemliydi ki her şeyden önde gelmeliydi.

AA’da son derece mantıklı deyişler var: ‘Her şeyin bir sırası var’: Acil sorunlarımızı diğerlerinden önce çözümlemeye çalışarak elimizin ayağımıza dolaşmasını önlüyoruz böylece. ‘Acele etme’: Biraz gevşe. İçini ferah tutmaya çalış. Bütün dünyanın yükünü tek bir kişi çekemez. Herkesin sorunları var. Sarhoş olmak bu sorunları çözmez. ‘Her gün ve 24 saat’: Gün, bugündür.

Yaşama sanatı, elinden geleni yapmak ve her günü dolu dolu yaşamaktır. Dün, geçti, bitti. Yarın hayatta olup olmayacağımızı ise bilmiyoruz ve eğer yarına sağ çıkarsak, yarın geldiğinde muhtemelen yine iyi bir gün yaşayacağız demektir –şimdiden düşünüp tasalanmak niye? Aslında herkesin AA’nın yaşam biçiminin öğrettiği gibi yaşaması gerek, “Değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul edebilmemiz için huzur, değiştirebileceklerimiz için cesaret ve aradaki farkı görebilmek için akıl ver.” Bu dua günlük hayatımızın bir parçası hâline geldi. Boyun eğmeyi, tevekkülü değil yaşamın temel gerçeklerini vurguluyor.

AA’nın manevi bir program oluşu beni ne ürküttü ne de kafamda bazı önyargılar yarattı. Önyargılar benim için kaldıramayacağım kadar lüks. Ben denemiş ve başarısız olmuştum. AA’ya katılırken tek amacım ayılmak ve ayık kalmaktı. Çok daha fazlasını bulabileceğimin farkında değildim, fakat çok kısa sürede önümde yepyeni ve farklı bir hayat görüşünün kapıları açılmaya başladı. Her yeni gün çok daha verimli ve doyurucu. Yaşamdan öylesine zevk alıyorum ki çok basit şeyler bana keyif veriyor. Sadece bugünü yaşamak çok hoş bir macera.

Hepsinden çok, ayıklığım için AA’ya minnettarım; bunun ailem, dostlarım ve iş arkadaşlarım için önemi öyle büyük ki. Çünkü benim kendim için yapamadığımı Tanrı ve AA benim için yapabildi.

 

(9) GÜNEYİN GÜLÜ

“Solmak üzereydi ama canlandı. Eşi hâlâ yanındaydı, hâlâ bir eve sahipti ve Teksas AA’nın kurulmasına yardım etme şansı vardı.”

Son on üç buçuk yıldır her gün ve 24 saat yaptıklarımı yapmaya devam edersem ayık kalacağımı biliyorum. AA’ya ilk girdiğimde bundan haberim yoktu. AA’yı denemek istediğimi ve onun da bir yararı olmazsa hiçbir şeyin fayda etmeyeceğini biliyordum. Keşke size AA’nın niçin ve nasıl yararlı olduğunu anlatabilsem, ama ben de bilmiyorum. Sadece tüm kalbinizle ve kayıtsız şartsız istiyorsanız oluyor. Sanıyorum AA’ya gelen herkes, daha önceden her şeyi, her yolu deneyerek geliyor. Programda manevi gelişmem sırasında iradesi benim kadar güçlü, inatçı ve benim kadar hasta bir egosu olan bir insanın akla gelebilecek her yönteme başvurduktan sonra AA’ya girmeye hazır olabildiğini anladım. Size sunabileceğim tek şey ne çeşit bir ayyaş olduğumun hikâyesidir.

Alkolün sosyal yaşamın bir parçası olduğunu kabul eden bir aileden geliyorum. New Orleanslıyım. O zamanlar bu kentte kokteyl partiler, danslar ve gece kulüpleri günlük yaşamın (daha doğrusu gece yaşamının) bir parçasıydı. Evde kırmızı ya da beyaz şarap içilmeyen bir akşam yemeği hatırlamıyorum. Yemeklerden sonra her zaman birer içki alırdık. Kardeşlerim ve ben nane likörüne bayılıyorduk. Dolayısıyla içkiye alışkındım ama alkolün etkilerini bilmiyordum, çünkü çoğunlukla şarap içerdim, o da yemeklerle birlikte. Ayrıca şaraba bol buz ve iki çorba kaşığı da şeker koyardım. Eğer içkiyi yemeğinizle beraber içerseniz, etkisini pek hissetmezsiniz.

Sanıyorum alkolün beni nasıl etkileyebileceğini ilk kez kendi düğünümde keşfettim. Son derece hassas ve bana ızdırap verecek kadar sıkılgan bir insandım. Evlendiğim gece kilisede büyük bir tören yapıldı. Fakat ben hiçbir şeyin keyfine varamadım; ölesiye korkuyordum. Elbisemin üzerime uymayacağından korkuyordum, kilisenin dolmayacağından korkuyordum, nikâhın kıyılacağı yere yürürken yüzükoyun yere düşeceğimden korkuyordum; aslında olmam gerektiği gibi bir gelin olamayacağımdan korkuyordum. O zamanlar şimdilerde olduğu gibi elde bir buket orkide tutulmazdı; gelinler, cenaze çelengi gibi koskoca bir demet taşırlardı ve kiliseye gitmeden hemen öncesine kadar da fotoğraf çekilmezdi. Bu kadar sıkılgan olan ben elimde dev bir buket hâlindeki çiçeklerimle fotoğraf için poz vermek zorunda kalmıştım. Bütün bunlar olup bittiğinde korkunç bir durumdaydım. Babam durumumu anladı ve “Miss Esther bayılmak üzere. İçecek bir şeyler getirin” dedi. Bu sözleri emektar aşçımıza söylemişti ve bu hanım içmeyi çok severdi.

Emma mutfağa koşup bir su bardağı dolusu burbon getirdi ve bana hepsini zorla içirdi. Kilise hemen yakında, evimizden üç blok ötedeydi. Beni arabaya bindirip kiliseye götürdüler; içeri girer girmez de düğün töreni başladı. Mihraba doğru yürürken burbonun bütün vücuduma yayıldığını hissettim. Mihraba kadar şöhretinin doruğunda bir Hollywood yıldızı gibi yürüdüm. Daha içmek istiyordum. Bana neler olduğunun pek farkında olduğumu sanmıyorum ama galiba her şey bilinç altına yazılmıştır. O viskiyi ilaç niyetine içmiştim; daha sonra ise ilacım oldu. Sosyal yaşantımda hissettiğim gerilimi azalttığı sürece her şey çok iyiydi ama bir süre sonra geri tepti. O çizgiyi nerede aştım bilmiyorum. Birden her şey kontroldan çıktı, öyle ki tümüyle bağımlı hâle geldim ve içkisiz hiçbir şey yapamaz oldum. Şimdi hatırlayamadığım bir nedenle, sonunda bir sorunum olduğu kafama dank etti, fakat ailem dışında kimse beni pek eleştirmiyordu. Ailemin de eleştirilerinin sebebi yedi yıllık bir evlilikten sonra kocamdan ayrılmaya karar vermiş olmamdı.

Temmuz ayında Teksas’ta bir ayda boşandık. Sonra eve döndüm. Özgürdüm, beyazdım ve 24 yaşındaydım. Kendime ayıracak vaktim vardı. Annemle babama korkunç acılar çektirmiştim ve sonunda, onlarla birlikte yaşayıp bütün yaptıklarımı seyretmelerine dayanamadım. Kendimi güvencede hissetmiyordum, son derece aptalca bir iş yaptığını anlıyordum. Teksas’a dönüp eski eşimle yeniden evlendim. Sonra Oklahoma’ya taşındık. Burada bütün erkekler ve ben içip sarhoş oluyorduk; diğer eşlere ise hiçbir şey olmuyordu. Hakkımda konuşuluyordu. Bu böyle üç yıl sürdü, tekrar Teksas’a döndük. İşte orada gerçekten içmeye başladım. Frank, kocam, eve her gelişimde beni sızmış buluyordu. Veya seyahate çıkıyor, eve döndüğünde ben yine sızmış oluyordum. En nihayet bana “Esther, bunu neden yapıyorsun?” diye sordu. “Gerçekten bilmiyorum” dedim.

Son zamanlarda psikiyatri ile ilgili epey kitap okumuştum. Bir psikyiatrist ile konuşursam, o sorunumun ne olduğunu anlayabilir; ondan sonra da bir hanımefendi gibi içebilirim diye düşünüyordum. Kocam doktoru bulmaya gitti, ben içip sarhoş oldum. Frank doktoru buldu ama doktor bir alkolikle uğraşmak istemedi. Bana ‘alkolik’ demişti çünkü çok fazla içiyordum. Bu lafı duyunca daha fazla ve daha da fazla içmeye başladım. Sonra birdenbire gözlerimi bir akıl hastanesinde açtım. Bir akıl hastanesinin içini daha önce hiç görmemiştim ve aslında özel bir kliniğe gittiğimi zannediyordum. Oysa ben gözlerimi, pencerelerindeki demir parmaklıklar dışında, içinde hiçbir eşya olmayan bomboş bir odada açmıştım. Sigara içmeme izin verilmiyordu ve bana sanki, nasıl söylesem, deliymişim gibi davranıyorlardı. Böyle düşündüklerini biliyordum, öfkeden deliye döndüm ve doktorla konuşmayı bile reddettim. Eve dönmek istiyordum, fakat gitmeme izin vermiyorlardı. Orada aslında bir ay kalmam gerekiyor da ama beni sadece on yedi gün tuttular. İçerde berbat bir durumdaydım, çıktığımda ise daha beter oldum.

Hastanede çevremdeki insanlarla uyum sağlayamamıştım; birbirimizi hiç anlayamıyorduk ve ben zaten kapalı bir yerde tutulmaya dayanamıyordum. Böylesine şaşkın ve gerilimli olduğum için hastanedeki on yedinci günümde, hayatımda ilk ve son defa bir isteri krizi geçirdim. Bundan dolayı da doktor tek bir şartla eve gitmeme izin verdi. Eve döndükten sonra kendisiyle işbirliği yapmamı ve diplomamı bir hemşirenin en az iki hafta benimle kalmasını istiyordu.

Eve döndüğüm için o kadar mutluydum ki bir gecede değişmiştim, ama yeteri kadar değil. Altı yıl ızdırap çekmiş fakat hiçbir şey öğrenmemiştim. Doktoruma hayrandım. Onunla yüzde yüz iş birliği yaptım! Oysa kendime karşı nasıl da dürüstlükten uzak bir tavır içindeydim. Doktoruma sorular soruyor, her şeyi öğrenmek istediğimi söylüyordum ama şimdi anlıyorum ki, ona sadece kendimle ilgili inanmak istediğim şeyleri anlatıyordum. Bana sorduğu sorulara verdiğim yanıtlar hiç de dürüst değildi. Bu yanıtların onu hiç ilgilendirmediğini düşünüyordum, çünkü benim arada sırada sarhoş olmamla vereceğim cevaplar arasında bir bağlantı olması için hiçbir neden yoktu.

İçinde bulunduğum psikoz ya da nevrozun daha da derinlerine batıyor ve için için bundan nefret ediyordum. Başıma bunları sardığı için Frank’e de kızıyordum ve neler olup bittiğini bir türlü anlayamıyordum. Hayat berbat bir şeydi. Noel zamanı, doktorumun tedavisi bittikten sonra, artık yapacak bir şey olmadığına karar verdik. Her sarhoş oluşumda kocam beni özel bir kliniğe gönderiyordu. Hastaneye geri götürmekte kararsızdı. Sanırım hastanenin düzenini alt üst ediyordum.

Neyse, Noel’den sonra kocam bana uzun tüylü koca kulaklı bir köpek hediye etti; bu hayvancık AA’da en az benim kadar ünlüdür. Frank New York’a gitmek zorundaydı. Köpeğimiz olduğu için dubleks bir dairede oturuyorduk. Keşke müstakil bir evimiz olsa diyordum!

Dubleks daire köpek beslenecek yer değildi. Bir ev buldum; derhal taşınmak istiyordum, fakat Frank bu fikrimden dehşete kapılmıştı. Çünkü müstakil bir evde başıma neler geleceğini hiçbir zaman bilemezdi. Benim, başka insanların da yaşadığı bir apartmanda daha emniyette olacağımı düşünüyordu. Önce, iki haftalığına New York’a gitmesi gerekiyorken içkim yüzünden gitmek istemediğini söyledi. Sonra da Şubat’ın birinde taşınmanın mümkün olmadığını çünkü müstakil bir evde yalnız başıma kalamayacağımı belirtti. Fakat babamın gelip benimle kalması koşuluyla taşınmaya razı oldu. Babama telefon ettim, Frank’in New York’ta olduğu sürece gelip benimle kalmayı kabul etti.

Babamı çok seviyordum, köpeğime bayılıyordum, yepyeni bir evim olmuştu, Frank bana yeni bir kürk manto almıştı; çılgınlar gibi mutluydum. Böylece Frank New York’a gitti. Bütün her şeye rağmen ben yine sarhoş oldum. Babam, daha önce de söylediğim gibi, çok müsamahakar bir insandı ve beni de çok severdi, nasıl kandırabileceğini de bilirdi. Umutsuz kişilere yardım eden bir grup olan Samirilerin uyguladığı bir tedavi görmeye ikna etti beni. Hatta bu insanları alıp eve getirdi; bana nasıl bir odada kalacağımı anlattı; köpeğimi de beraberimde götürebileceğimi söyledi. Böylece tedavim başladı. Sanırım bu tedaviden geçmiş çok insan var etrafta. Ayık kalmanın kolay yolu yoktur, fakat bu büsbütün acı ve ızdırap vericiydi. Aynı tedaviyi tam üç kez gördüm, hiçbir faydası olmadı –en azından bana olmadı.

Kilisemizin cemaati arasında benim durumumla ilgilenen bir doktor vardı; içki sorunumun vitamin eksikliğinden ileri geldiğini düşünüyordu. Bir ay içinde birkaç kez bu doktora gittim; bana vitamin yüklemesi yaptı. Sonra muayenehanenin karşısındaki barda bir-iki bardak bira içtim, bir dükkâna uğrayıp stokumu aldım ve eve döndüm. Biliyor musunuz vitaminler insanı ayık tutmuyor. Bir kez daha –bu defa Houston’a taşındık. Kocam çevre değişikliğinin faydası olabileceğini, kendimi daha iyi hissedeceğimi düşünüyordu. Artık deneyecek hiçbir şey kalmamıştı. Her şeyi denemiştik. Yapabileceğim tek şey ayılmama yardım etmesi için yine hastanedeki doktoru aramaktı. Ama hastaneye yatmayacaktım çünkü köpeğimi yanımda istiyordum. Dolayısıyla, diplomalı bir hemşire tutmak zorundaydım. Akşamdan kalma olduğumda ve çok hastayken tek dostum köpeğimdi.

Size birkaç komik olay anlattım ama rezaletlerimden ve kendimi ne kadar alçalttığımdan söz etmedim. Bir keresinde düşüp ön dişlerimi kırdım. Bir başka sefer beş litrelik su şişesini ayak başparmağımın üzerine düşürdüm. Parmağım alçıya alındı, yürüyemedim. Doktor alçıyı çıkarması gereken günden üç hafta sonra çıkarabildi çünkü beni hiç ayık yakalayamıyordu. Houston’a taşınmamızdan bir yıl kadar sonra, bir öğleden sonra yine leş gibi sarhoştum. Ayıkken bile doğru yürüyemezken siz beni bir de sarhoşken göreceksiniz! Kendimi bilmeyecek kadar sarhoştum ve bir yürüyüş yapmaya hazırlanıyordum. Pantolonumu giyip çıktım. Köpeğimle beraber zigzaglar çizerek yürüyordum. O sırada bir devriye arabası geçti. Polis benim ne durumda olduğumu görmüş olmalı ki beni eve götürmeye karar verdi. Arabaya sokmak isterken çok küstah davranmış olmalıyım. Ona böyle bir şey yapmaya hakkı olmadığını söyledim. Daha önce de söylediğim gibi, bir yere kapatılmaktan hiç hoşlanmam ve demir parmaklıklar arkasında da otel hizmeti verilmiyor!

Kocama telefon edip hapiste olduğumu haber vermişler ve çok kötü bir durumda olduğum için kendime ne yapacağımı bilmediklerini söylemişler. Polisler ayrıca hapishanenin bana göre bir yer olmadığını da anlamışlardı. Kocamın beni çıkartabilmek için gelmesi gerekiyordu, çünkü ona telefon edildiği sırada ben elimdeki teneke kabı duvara vuruyordum. Sigara ve oda servisi istedim, ikisi de verilmedi. Fakat bu süre içinde kendimi hücredeki yatağın üzerine atıp gözlerimde yaş kalmayıncaya kadar ağladığımı hatırlıyorum. Sanırım o anda dibe vurmuştum. Kocam içki sorunumla ilgili bir şeyler yapmayı isteyip istemediğimi bilemiyordu. Çok cüretkârdım çünkü korkuyorum. Hangi yana döneceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Beni almaya geldi, demir parmaklıkların arkasından, merdivenlerden indiğini görüyordum. Gerekli imzaları atıyordu. Ona bakıp “Sakın bir şey imzalayayım deme” dedim. Bana yaptıklarından dolayı bu şehri mahkemeye verecektim. Fakat Frank bana dönüp yüzüme baktı ve “Esther, evde değil hapiste olduğunu unutma” dedi.

Dünyada kimse bana bir daha böyle baksın istemem. Yüzü ve düşünceleri küçümseme doluydu. Küçümsemeyi biraz abartmış olabilirim çünkü bu olaydan bir hafta önce birisi kocama Satuday Evening Post’tan AA ile ilgili bir yazı göndermiş; bu yazıyı okuyunca yüreğinde küçük bir umut ışığı yanmış kocamın. Deneyebileceğim bir şey daha vardı –AA. Fakat Frank bu yazıyı bana vermekten çok korkuyordu, çünkü söylediği ya da yaptığı her şeye kızıyordum. Böylece bir-iki hafta daha beklemiş ve ben bu süre içinde hemen hemen hep sarhoştum. Frank kent dışındaydı. Eve dönüp beni yine sarhoş bulduğu o geceyi çok iyi hatırlıyorum. Ertesi sabah odama gelip “Esther, sana konferans çekecek değilim, ama bu yazıyı okumanı istiyorum. Bunu denemeye istekliysen, yanında olacağım. Aksi hâlde, annenin evine dönmek zorundasın. Burada öylece oturup kendini mahvetmene seyirci kalamam” dedi. Kocam gittikten sonra, bu deli saçması şey de neymiş diye düşündüm. Yazıyı doğru dürüst görebilmek için iki-üç bardak içtim. İlk sayfada feci durumda bir alkoliğin korkunç bir resmi vardı; içkiyi ağzına bile götüremeyecek hâldeydi, eline bir havlu sarmıştı, traşsızdı. İlk paragrafı okur okumaz bana bir şey oldu. Dünyada benim yaptıklarımı yapan, benim gibi davranan başka insanlar da olduğunu fark ettim; hastaydım, gerçek anlamda bir hastalıktı bu. Şeker hastalığı gibi, tüberküloz gibi bir adı ve belirtileri vardı. Ahlaksız biri değildim, kötü ve sefih de değildim. O kadar rahatlamıştım ki hastalığımla ilgili daha çok şey öğrenmek istiyordum; sanıyorum tam o anda çok korkunç bir durumda olduğumu anladım. O zamana kadar kendi davranışlarım aklımı o kadar karıştırmıştı ki neler olup bittiğini hiç düşünmemiştim. Başta da söylediğim gibi, AA’nın nasıl ve neden faydalı olduğunu bilmiyorum. Sadece Saturday Evening Post vasıtasıyla bana ulaştığını biliyorum. Başvurabileceğim, arayabileceğim kimse yoktu. Frank eve gelince “Bunu denemek istiyorum” dedim. New York’ta yazabileceğimiz bir posta kutusu olduğunu söyledi. Yazdığım adres New York’taki AA Genel Hizmet Bürosuydu; bu büro benim için çok şey ifade ediyor.

Aradan yıllar geçtikten sonra bu büro o günküne göre çok daha büyük şimdi. Bir Cumartesi günü onlara yazdım. Titriyordum; kocamdan mektubu benim adıma kendisinin yazmasını istedim. Olmaz dedi. Bunu tek başıma yapmalıydım. Titrek bir el yazısı ile oturup mektubu yazdım. Bir hafta sonra New York’tan AA yayınları ile birlikte cevap geldi. Bana da herkese gönderilen standart mektubu göndermişlerdi ve bunun yanında Ruth Hock da (AA’nın alkolik olmayan sekreteri) kendi el yazısı ile uzun bir not yazmıştı. Yazdığım mektuptan benim acil olarak yardıma ihtiyacım olduğunu anlamıştı. Bu kişisel notun da bana çok büyük yararı oldu. O gün Cumartesiydi ve kocam ertesi akşam kent dışına gidiyordu. “Ben dönene kadar bekle, bu adamı görmeye birlikte gideriz” dedi. (AA’nın benim görmemi istediği adamdan söz ediyordu.) Frank gitti. Pazartesi sabahı olduğunda ben bir haftadır ayıktım.

Bütün kalbim ve ruhumla AA’yı denemek istiyordum. O kısacık yazıdan kendimle ilgili o kadar çok şey öğrenmiştim ki. Pazartesi sabahı kendimi müthiş hissediyordum –ihtiyacım olan tek şey biraz biraydı. Böylece bir şişe bira içtim o gece; gece yarısı bana verilmiş olan numarayı aradım. Fakat grubu kurmuş olan adam yoktu, ne yapacağımı bilemedim. AA’dan aldığım mektupta beni bu adamın göreceği söyleniyordu- o zamanlar kadın yoktu.

Pazartesiden cumaya kadar sarhoş gezdim. Ben buna AA’ya düşüşüm diyorum. İyi ki de düşmüşüm. Sarhoşluğumuzun rahatsızlıklarımın belirtisi olduğunu ve hiç içemeyeceğimi, içmemem gerektiğini bilmeme rağmen içkiyi bırakmaya henüz hazır değildim ama deneyecektim. Son sarhoşluğumu, yaşadığım sürece unutmak istemiyorum. En kötülerinden biriydi. İçtiğim içkiden artık istediğim etkiyi elde edemiyordum; işte o Cuma akşamı, saat 6’ya 5 kala, yarım bardak ılık cini sek olarak içtikten sonra, Tanrı’dan bana yardım etmesini istedim. Yürekten minnet ve şükran duyduğum o kadar çok insan var ki; cömert sevgisi, şefkati ve anlayışı ile bana hep yardımcı olan kocam (ve en iyi eleştirmenim); okuduğum o yazıyı yazan AA’nın benden daha eski üyeleri ve yine aynı yazıyı Frank’e gönderen dost; bizzat yazdığı o not için Ruth, benimle ilk konuşan AA; sevgisi ve inancı beni teşvik eden papaz ve bana karşı daima çok sabırlı, nazik davranmış, çok yardımcı olmuş olan Houston grubu üyeleri ve sayısız iyi insan.

AA’daki ikinci yılımda Frank, Dallas’a transfer oldu. Bu arada kendimi On iki Basamak’ı yapmaya verdim. Bir felaket olacağını sandığım bu iş lütufların lütfu oldu. Diğer alkoliklerle birlikte çalışmam günden güne bana geniş ve zengin deneyimler kazandırdı. Keşke size AA’nın benim için neler yaptığını ve benim AA hakkındaki duygu ve düşüncelerimi ifade edebilsem. Bu benim yaşadığım fakat kelimelere dökemediğim bir şey. Yaşadığım sürece AA’da olmam ve programı çalışmam gerektiğini biliyorum. Ancak böyle ayık kalabilir ve mutlu bir yaşam sürebilirim. Bu hiç bitmeyecek bir uğraş.

AA hayatımın sadece bir yönünü değil, tümünü değiştirdi. Bu, Tanrı ve insanla aramdaki, nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım geçerli olan bir duygu birliği. Attığımız her adımda, yaşadığımız her günde yararını gördüğümüz bir yaşam biçimi; karşılığı ise öyle zenginliklerle dolu ve ödüllendirici ki. Hayatım, geçmişte yaşadığım sonsuz ödünlere ve mücadelelere kıyasla şimdi bin defa daha kolay ve yalın. Her geçen gün insanlarla daha ahenkli ilişkiler kurarak, yaşamın gerçek anlamını biraz daha derinlemesine anlayarak ve Tanrı’nın iradesini anlamalarına aracı olduğum insanlardan sevgi ve minnet görerek ödüllendiriliyorum.

Tüm bu yaşadıklarımın yanı sıra, daha önceden hayal bile edemediğim, bütün beklentilerin ve ödüllerin ötesinde bir haz duyuyorum. Dr. Bob ve Bill’in sözleri hep aklımda, Dr. Bob “Sevgi ve hizmet bizi ayık tutar”, Bill ise “Hala acı çekmekte olan alkoliğe yardım etmenin ilk görevimiz olduğunu hiç unutmamalıyız” demişti. Dr. Bob her şeyi basit tarafından almamızı, karmakarışık hâle getirmememizi söyler, bunu hiç dilinden düşürmezdi. Aramızda bazen Oniki Basamak’a karmaşık yorumlar getirmeye çalışanlar oluyor.

Bence AA her alkoliğin ulaşabileceği bir yerde. Çünkü yaşamın hangi evresinde olursa olsun insan ayık yaşamayı başarabilir ve çünkü başarı bizim değil –Tanrı’nın başarısıdır. Bu büyük dostluk ve beraberlikte –Adsız Alkolikler’de- çok zor ya da çok umutsuz bir durum, üstesinden gelinemeyecek kadar büyük bir mutsuzluk olamaz.

 

(10) MALİYET HESABI

Bu emekli denizci yirmi yıllık içkili yaşantısına bakıp AA’ya ‘giriş ücreti’ni hesaplıyor. Şu cümleyi toplantılarda birkaç kez duymuşumdur. “AA üyeleri dünyadaki bütün kulüplerin üyeleri arasında en yüksek giriş ücreti ödemiş olanlardır.” Çok basit bir gerçeği gözler önüne serdiği için bence çok ilginçtir. Ayrıca, alkole ne kadar para harcadığımızı da hiçbir zaman hesaplayamayacağımızı belirtir. Doğrudur da! Yine de bir alkoliğin AA’ya giriş ücreti kabaca hesaplanabilir. Yani, benimki! (Başka üyelerimizin maddi olarak, daha da önemlisi bedensel ve zihinsel olarak ne kadar ödediklerini bilemez.) Ayyaşologlar ve istatistikler sıkıcı olabilir, fakat ortalama bir tahmin yapabilmek için her ikisinin de ele alınması gerekiyor. Ortalama bir tahmin yapmak zorundayız. Çünkü biz harcanıp giderken ne kadar yeşil kan –genellikle ‘para’ olarak bilinir- harcadığımızı kim bilebilir ki? Onun için bu mütevazı hesaplarımı, hiç olmazsa bir eksik değerlendirme olarak kabul edin. Unutmamak lazım ki, bırakın 25 yıllık aktif alkolizmin maliyet hesabını yapmayı, bir hafta veya on gün süren bir içki maratonundan çıkarken, bu bir seferlik sarhoşluğun bize kaça patladığını bile hesaplamak yeteri kadar zor. Fakat bu yeni projeye de tıpkı içkiye olduğu gibi, şevk ve iyimserlikle başlayıp sonunda aynı yere geleceğiz –umutsuzluk.

25 yıllık bir içkili yaşam! İçki kariyerim 18 ile 43 yaşlarım arasını kapsıyor. 18’i başlangıç noktası olarak alıyorum çünkü ondan önce içtiğim içkiler yaş, yasa ve para ile kısıtlanmıştı. Aslında alkolizm belirtileri bende 14 yaşında ortaya çıktı. Bu yaşlarda aile fıçımızdan şarap çalmaya başladım. Yaptığım anlaşılmasın diye her sefer bir bardak alıyor, hemen içmiyor, yarım litre kadar oluncaya kadar biriktiriyordum ki sarhoş olabileyim. O yaşta bile bir tek içkinin yeterli olmadığını öğrenmiştim. Sarhoş olabilmek için yeteri kadar içmeliydim. Yoksa ne faydası vardı ki?

18 yaşında ilk sürekli işime girdim. Haftalığım 12 dolardı. Bu, kısıtlayıcı etkenlerden birini –para engelini- ortadan kaldırmış oldu. Yaş ve yasa hâlâ aleyhimeydi. Fakat o günlerde yasaların üzerinde şimdiki gibi durulmuyordu ve yeşil kanın (para) olduğu sürece içki almak için her zaman bir yol bulunabiliyordu; bu, içkiyi kime sattığı umurunda bile olmayan bir barmen olabilirdi ya da paylaşma ayrıcalığı elde edeceği için ‘neşe suyu’nu memnuniyetle alan bir arkadaş. O zamanlar barlarda tek içki 15 sent, bir bira da 10 sentti. En ucuz yoldan sarhoş olmanın bir sert içkinin üzerine bir bira içmek olduğunu keşfetmiştim. Farzedelim ki bu içkili eğlenceler haftada bir defaydı (ki değildi) ve farz edelim ki her birinde onar tane içmiştim (bazen daha fazla bazen daha az), işte size ilk sıkıcı istatistik: her hafta 12 doların 2 dolar elli senti gitti. Yuvarlak hesap, gelirimin yüzde yirmisi içkiye gidiyordu diyelim. Rasgele birkaç yıl örnek alınarak, gelirim ve içki giderimle kabataslak bir hesap yapılınca, bu yüzde 20’lik miktarın sabit olduğu kararına vardım. Gelirim arttıkça içki fiyatları da o oranda artıyordu. Sert içki+biradan viski-sodaya terfi ettim. (“Beni hasta eden bira ve ucuz viskiydi.” Biz bu hikâyeyi daha önce nerede duymuştuk?)

21 yaşında Donanma’ya yazıldım. Bunun iki sebebi vardı: (1) Orduya alınmamı önlemek, (2) II. Dünya Savaşının başlamasının verdiği ani bir vatanseverlik coşkusu ve bütün bir gece süren bir içki aleminin ardından kendimi Donanma gönüllü yazılma bürosunun kapısında bulmam ve Pazartesi sabahı görevli subayın saat tam dokuzda gelip kapıyı açması. Nasıl olsa benim gibi bir sarhoşu almazlar diyordum. Yanılmışım. İki hafta sonra yemin edip göreve başladım ve Donanma’daki ilk maaş günümde kendime bir yuva bulduğumu anladım. İlk ücretim on dolardı; o zamanlar acemi erlere ayda 21 dolar verirlerdi. Ama yemek, yatak ve elbiseler bedavaydı ve 10 doların tümünü içkiye harcayabilirdim.

Böylece Deniz Kuvvetleri’nde tam yirmi yıl kaldım. Şimdi içkimi kısıtlayan tek bir etken vardı; denizde uzun seferler sırasında mecburi içkisizlik. Kısa seferlerde gemiye viskiyi kaçak olarak sokup, yeni bir stok sağlanıncaya kadar idare etmek mümkündü. Arada sırada önüme çıkan bir başka kısıtlama ise bir sonraki maaş gününden önce paramın bitmesiydi. Fakat ben çok dikkatli ve kurnaz bir alkoliktim, nadiren parasız kalıyordum. Dolayısıyla da yüzde 20’nin, gelirime göre çok ölçülü bir tahmin olduğuna inanıyorum. Şimdi orduya ilk yazıldığımda ayda elime geçen 21 dolar, 20 yıl sonra Bahriye’den emekli olduğumda ayda 400 dolara çıkmıştı. Buna yıllık ortalama 2000 dolarlık bir gelir demek biraz düşük bir rakam vermek olacak ama hatırlayacaksınız, daha önce eksik bir değerlendirmenin en iyisi olduğunu söylemiştim. Biraz basit matematik ve biraz daha istatistik: Yılda iki bin dolardan yirmi yılda 50.000 dolar kazanmışım, bunun yüzde yirmisi ise eder on bin dolar.

Biz alkolikler tartışmaya pek meraklıyızdır. AA’da da rakamlar tartışmaya kalkacak arkadaşlarımız olacaktır mutlaka. Onun için vurgulamak istiyorum, bunların hepsinin kabaca tahminlerden ibaret olduğunu unutmayın lütfen. İstatistiklerin çoğu gibi, hiçbir şey ispatlamıyor bu rakamlar –ama bu araştırmayı başlatan “Ah, şu giriş ücretleri” ağlaşmalarının neden olduğu merakı az da olsa tahmin edecektir. AA’ların ödediği parayla ilgisi olmayan giriş ücretlerini hesaplamak imkânsız: akşamdan kalmalıklar, pişmanlık ve suçluluk duygusu, dağılmış yuvalar, akıl hastaneleri ve yıllar yılı çekilen zihinsel ızdıraplar. Sadece kendimize göre algıladığımız Tanrı hesaplayabilir bunları. Fakat şimdi, O’nun bir kulu olan ben, (her türlü yıkıma neden olan) o ilk içkiden her gün ve 24 saat durmayı aklımdan çıkarmadığım sürece, bu giriş ücretini ömrümün sonuna kadar temelli ödedim.

 

(11) YILDIZLAR ASLA DÜŞMEZ

Unvan sahibi bir hanımefendiydi. Yine de dünyası karardı. Bulutlar dağıldığından, yıldızlar yine eskisi gibi oradaydı.

Alkol sorunum ben içmeye başlamadan çok önce başlamıştı. Kişiliğim, kendimi bildim bileli alkolizm için çok uygun bir zemindi. Tüm dünyayla aram açıktı, işi içine evreni katmıyorum tabii! Yaşama, aileme, genel olarak da insanlara ayak uyduramıyordum. Hayatımdaki boşluğu olmayacak hayal ve tutkularla doldurmaya çalıştım; bu ‘kaçış’ın sadece başlangıcıydı. Hatta daha büyüdüğümde bile, olmayacağını bile bile Venüs kadar güzel, Meryem Ana kadar saf ve el değmemiş ve ABD başkanının aslında olması gerektiği kadar akıllı olmak istiyordum. Yazma hırsım vardı ama Shakespeare gibi yazamayacaksam hiç yazmayayım daha iyiydi. Aynı zamanda bir ülkenin kraliçesi, rüyalar prensinin eşi ve bir sürü mutlu çocuğun annesi olmak istiyordum. İçten içe ise sevimsiz bir kendime acıma, hastalıklı bir endişe ve mide bulandırıcı bir kendini aşağılama yumağı olmayı sürdürüyordum. Doğaldır ki yaptığım hiçbir işte başarılı olamadım.

AA’ya ulaşıncaya kadar hayatım bir savaş alanıydı, her şeyi yüzüme gözüme bulaştırmıştım ve bana yakın olan, sevdiğim herkes de çok mutsuzdu. Aradığım yanıtı bulmak için sonunda bir alkolizm deneyiminden geçmem gerekiyordu. Alkolik olmam için hiçbir maddi ya da elle tutulur bir neden yoktu.

Avrupa’da aileme ait bir şatoda doğdum. Babamın asalet unvanı vardı; ailem çok varlıklıydı. Bebekken annem beni Amerika’ya getirmiş; babamı bir daha hiç görmedim. Ama hayat burada da kolaydı. Anne tarafından ailem zeki, yetenekli ve cana yakın insanlardı. Aynı zamanda hırslı, başarılı, güçlü ve ünlüydüler. Miras yoluyla büyük bir servet sahibi olmuşlar ve bu serveti daha da büyütmüşlerdi.

Ailem benimle ilgili ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ama ben ancak üç psikiyatristin tedavisi ile ve AA’da geçirdiğim üç yıldan sonra kafamı toplayabildim. Otuzlu yaşlarımın başlarında içki büyük bir sorun hâline geldi. O zamana kadar hep kocaman evlerde hizmetçiler-uşaklarla, dilediğim her türlü lükse sahip olarak yaşamıştım. Fakat kendimi hiçbir zaman herhangi bir kimseye ya da yere ait hissetmemiştim. Gördüğüm eğitim akademik değil salon eğitimiydi. Bir tatlısu kaplumbağası yemeği yerken hangi bıçağı kullanmam gerektiğini çok iyi biliyordum ama böyle şeylerin dışında pek bir şey öğrenmemiştim. Ciddi bir biçimde içmeye başlamadan önce, başka kaçış yolları denemiştim.

18 yaşında evden kaçmıştım. Hiç de olumlu bir yönde kullanmadığım bir cesaret ve yetenek sergileyerek, izimi kaybettirmiş ve öyle başarıyla saklanmıştım ki ailemin beni bulması aylar sürmüştü. Batıya gitmiştim. Burada garsonluk yapmış, gazete satmıştım. Çoğu alkolik gibi, acımasızca bencil, hastalık derecesinde sadece kendini düşünen bir insandım. Annemin çektiği büyük acı, hakkımda söylenen sevimsiz sözler en ufak bir şekilde rahatsız etmiyordu beni.

Sekiz ay sonra aile beni buldu. Son derece nazik ve güzel bir telgraf aldım onlardan. Fakat korkuyordum. Bulaşık yıkamak ve garsonluk yapmaktan başka bildiğim bir iş yoktu. Böylece, eve gitmek zorunda kalmayayım diye nazik, iyi niyetli genç bir gazeteci ile evlendim. Evliliğin de bir iş olduğu aklımın ucundan bile geçmemişti. Doğu’ya dönüp ailelerimizle tanıştık.

Kocamın ailesi basit, dindar, iyi insanlardı, beni memnuniyetle kabullendiler. Fakat bu role de uyum sağlayamadım. Babası kızımın hem annesi hem de babası oldu. İnsanların çok duyarlı bir yaşı olan 24’ümde boşandım. Kocam çok üzülmüştü ama ben zaten hem ona hem de kendime çok acı çektirmiştim. Kızımın yarı velayeti babasına verilmişti. Fakat daha sonra okul dönemlerinde kızım hemen hep onun yanında kaldı. Bildiği tek gerçek ev, babasının eviydi. Bu beni çok üzüyordu ama hiçbir olumlu girişimde bulunmuyordum. Bu yaşa kadar yaşamış fakat hiçbir şey öğrenmemiştim. İşte içmeye bu sıralarda başladım. Bu zamana kadar içmek aklıma gelmemişti. Kayınvalidem, nur içinde yatsın, Noel pastasının üzerine alkole batırılmış şekerler koyar, sonra da bunları yakardı. Ama Washington sosyetesinde yaşayan genç bir duldum. Ailem paranın satın alabileceği her şeyin en iyisini isterdi ve ev, elçilik mensuplarıyla dolup taşıyordu.

Sanırım içkiye karşı ilk başta alerjik reaksiyon gösterdim. İçki hiçbir zaman normal, hoş bir sıcaklık vermedi bana. Aksine, içince kafama küçük bir tokmakla vurulmuş gibi oluyor, biraz sersemliyordum. Zaten istediğim tam da buydu. Utangaçlığımdan sıyrılıyordum. Hele beş-altı tane içince kendimi olağanüstü hissediyordum. Partilerde erkekler benimle dans ediyordu. Dertsiz, tasasız gevezelik ediyordum onlarla. Pek hoş sohbettim. Arkadaşlarım vardı.

Bir roman yazdım. Sosyeteye yeni girmiş, ne yapacağını bilmeyen, suistimal edilmiş, yanlış anlaşılmış ve başıboş hareket eden bir genç kızı anlatıyordum. Kitap yayımlandı fakat okuyanlar ‘E, ne olmuş yani?’ dedi. Hikâyenin buram buram kendine acıma koktuğunun farkında değildim. Bir tek şey anlamıştım; Bayan Shakespeare değildim. Müthiş bir adamla tanıştım. Rüyalarımın prensi, dualarımın yanıtıydı. Başkalarına sevgi vermeyi bilmeyen ben, tüm benliğimle ‘âşık’ olmuştum. Onun da beni sevmesini ve bana her şeyi unutturmasını istiyordum. Zeki ve hırslıydı. Terbiyeli bir adamdı, kadınlar söz konusu olduğunda idealistti. Fakat iyi bir anne olmadığımı ve kendisiyle birlikteyken çocuğumu bakıcılara bıraktığımı fark etmişti. Huzursuz, ailesinden ayrı yaşayan, orada burada evler kiralayan bir kadın olduğumu görüyordu. Virginia’da, sadece tilki avı ve Long Island’da bir apartman dairesi –her birinde de aşçılar, kahyalar ve hizmetkârlar. Hepsinden öte, çok fazla içtiğimin farkına varmıştı; onunla beraberken sık sık sarhoş oluyor ve açık saçık hikâyeler anlatmaya başlıyordum. Bu çeşit hikâyelerden hoşlanmıyordu; anlattığım hikâyeleri daha da müstehçenleştirdim. Sonunda beni yeteri kadar sevmediğini ve başka bir kızla nişanlandığını söyledi. Bu adam şimdi ünlü ve seçkin biri, ülkesi için çok değerli bir kişi.

Geçenlerde ona rastladım. Kendini hep suçlu hissettiğini söyledi. Çünkü ondan ayrıldıktan sonra tam anlamıyla alkolik olmuştum. Ama arkamda on yıllık bir AA geçmişim olduğu için ona, kolaylıkla ‘Ne olursa olsun, ben zaten alkolik olacaktım. Evliliğe uygun nitelikte olmayan hasta bir insanım ben’ diyebildim. Çok daha evvelden, çok istediğim pek çok şey için -mutlu bir evlilik, güvenlik, bir yuva ve aşk için –yetersiz bir insan olduğumu biliyordum. Fakat sevdiğim adam beni bırakınca, arkadaşlarıma, hemen o akşam gidip sarhoş olacağımı, zil zurna sarhoş oluncaya kadar içeceğimi ve bir ay sarhoş gezeceğimi söyledim.

Büyük bir üzüntü yaşayan normal bir insan deliler gibi içebilir; ondan sonra da ayılır ve geçer gider. Ben ise o gece sarhoş oldum ve gitgide daha da beter hâle gelene dek de hep sarhoştum, ta on yıl sonra AA’yı bulana kadar. İlk akşam kalabalık bir yemekte film koptu. Sabah, genç ve sağlıklı olduğum için akşamdan kalma ve hasta değildim ama pişmanlık içindeydim. Acaba neler söylemiş, neler yapmıştım?

O sabah ilk kez utanç ve suçluluk duydum. Olay, Virginia’da olmuştu. Ahırları ve yüzme havuzu olan bir ev tutmuştum ve tilki avı mevsimi de başlamıştı. Tanıdığım insanlar iyi biniciydiler; aynı zamanda çok içiyorlardı. Eve dönmek mecburiyeti olmasın diye, eyerlerine bir termos içki ve birkaç sandviç de bağlarlardı. Ben de eyerimde bir şişe taşıyordum ama öğlen olsa da içmeye devam etsem diye avın bitmesini beklerdim. Bazen erken ayrılır, doğru av kahvaltısının ve bir koca kâse punç’ın beni beklediği sofraya koşardım. Öğleden sonra saat iki buçuğa kadar da değişmez bir kural olarak hep sarhoş olurdum.

Bu yıllar boyunca çok iyi birkaç arkadaş edindim. Birkaçı içkili yaşamıma, hiç değilse kalben yanımda oldular. Bir kısım arkadaşlarımı geri kazandım, bir kısmını kaybettim. Fakat bu arada giderek çok fazla için insanlara takılır olmuştum. Eski dostlarım durumuma çok üzülüyordu. Daha az içemez miydim? Bir-iki kadehten sonra duramaz mıydım? Onların söyledikleri benim içimde hissettiğim acının, utancın, kendime duyduğum nefretin yanında solda sıfır kalırdı. Hareketlerim, içimde var olduğundan hep kuşkulandığım kötülükleri doğrular nitelikte değil miydi?

Ailemden büyük miktarda bir para amayı kabul etmiştim ama nasıl yaşamam gerektiğini söylemelerinden hiç hoşlanmıyordum. Onlardan kaçmak için Avrupaya’ya gittim. Daha doğrusu ben ailemden kaçtığımı zannediyordum, oysa bir kez daha kaçmaya çalıştığım insan aslında kendimdim. Avrupa’da ayılınca kaçıyorum sandığım kendimi de orada buldum; nasıl şaşırdığımı tahmin edebilirsiniz. Kışları kalmak için Seine nehri kıyısında güzel bir apartman dairesi, yaz için de İsviçre’de bir dağ evi kiraladım. Acıklı şiirler okuyup ağlıyor, kırmızı şarap içip şiirler yazıyor, sonra yine içiyordum. Zavallı, gayrimeşru, sevgi görmemiş, çakırkeyif küçük sosyete gülü ile ilgili bir roman daha yazdım. Bu sefer eleştirenler bile benimle dalga geçti. Bir önceki yaz New York’ta bir moda dergisinde çalışmış ve gerçekten çok zevk almıştım. Şimdi aynı derginin Paris bürosundaydım. Sarhoş olup derginin Paris editörüyle kavga edinceye kadar çalıştım burada. Bu arada yeniden evlendim. Kocam, en azından o zamanlar, benim kadar içen bir İngiliz’di. Aramızdaki tek ortak nokta alkoldü. Mısır’daki balayımız sırasında bana bir-iki defa tokat attı ve sonradan da enikonu dövdü. Onu suçlayamam. İkimizle ilgili gerçekleri dile getirirken dilimden gitgide daha fazla zehir akıyordu. Onun böyle bir yeteneği olmadığı için başvurulabileceği tek şey kaba kuvvetti.

Boşanmaya karar verdik ama İngiliz yasalarının karmaşıklığı yüzünden bu tam iki yıl sürdü. Bu süre içinde uslu durmak zorunda olduğum için, şoförlü bir arabayla ve tek başıma Fransa’da şarap tatma turuna çıktım. Çok ünlü bir lokantada en iyi cins Burgonya şarabının tadına bakarken, arada neler olmuşsa, büyük bir meydandaki banklardan birinin üzerinde sızmış kalmışım. Kendime geldiğimde üzerime eğilmiş bir adam gördüm. Bana elini uzattı, kalktım ve adama olanca gücümle vurdum. O da karşılık olarak bana bir tane patlatınca yere düştüm. Yara bere içindeydim ve çok utanmıştım; bu olaydan kimseye söz etmedim. Zaman zaman kafama bir soru takılıyor ve cevabı beni korkutuyordu –‘Bana neler oluyor?’ Daha önce bir psikanaliste gitmiştim. Hiçbir yere varamamıştık. Acaba zihinsel olarak doktorun söylediğinden daha ciddi bir durumum mu vardı? Deli miydim? Sorun bu muydu? Düşünmeye bile cesaretim yoktu. İçtim ve içmeye devam ettim. Bir sarhoş, bir ayık, telaşlı, sağı-solu belli olmayan ve sorumsuz bir insandım.

Cenevre’de pek çok ülke temsilcisinin katıldığı, tam anlamıyla ‘protokol’ün hâkim olduğu bir partide yalpalayarak dolaştım, çılgın gibi güldüm, yüksek sesle açık saçık sözler ettim; en sonunda beni kapının önüne koydular tabii. Arkadaşlarım haklı olarak çok kırılmış ve kızmışlardı. Neden böyle davranmıştım, neden? Hiçbir şey söyleyemiyordum. Artık içmek istediğimde bu işi herkesin gözünün önünde yapmıyordum. Ya yalnız başıma kafa çekiyor ya da benimle beraber içebilecek biriyle içiyordum. Evde bir başıma bayılıp kaldığım çok oluyordu.

Paris’te Amerikalı bir doktor karaciğerimin büyüdüğünü söyledi. Ayrıca “Sen bir alkoliksin ve senin için yapabileceğim hiçbir şey yok” dedi. Bu sözler bir kulağımdan girdi öbüründen çıktı. Ne demek istediğini de bilmiyordum zaten. Bir alkolik, kendisine mantıklı bir açıklama yapılmadıkça ve tabii ki AA’nınki gibi bir yardım eli uzanmadıkça alkolik olduğunu kabul edemez.

Bu olaydan sonra Amerika’ya döndüm ve Avrupa’ya bir daha hiç gitmedim. Ailemle ilişkilerim eskisinden daha iyi değildi, bundan dolayı da New York’a taşındım. Hem New York’ta iyi dostlarım da vardı. Fakat onlardan da gitgide kopuyordum. Bir akşam yemeği yiyebilmek için neden üç bardak içki içmem gerekiyordu? Uzun zamandır tanıdığım bütün kadınlar yemekten sonra bol soda ve tuzlu, hafif bir viski içiyorlardı. Bazen içkilerini şöminenin üstüne koyup orada unutuyorlardı. İnsan içkiyi nasıl olur da unuturdu? Bense geceye tahammül edebilmek için çabucak üç sert içki içiyordum.

İlk gittiğim psikanalist, alkolizme giderek daha fazla yaklaştığımı söylemiş ve beni başka bir psikanaliste göndermişti. Çok iyi, çok nazik ve parlak bir araştırmacı olan bu doktor benimle bir yere varamamıştı. Yardımı bir elimle kabul ediyor, öteki elimle itiyordum. Alkol, yardımın etkisini sıfırlıyordu. Bu arada, bir kaçış daha bulmuştum. Bu seferki arkadaşlarım neşeli bir Bohem grubuydu. Böylece hem kendi dünyamdan kaçabiliyor hem de dilediğim kadar içiyordum. Gruptakilerin hepsi erkekti, çoğu benden gençti. Hepsinin iyi işleri ve iyi evlilikleri vardı. Hiçbiri alkolik değildi ama o sıralar benim kadar çok içiyorlardı. Onların tavsiyesi ile sabahları içki sersemliğinden kurtulmak için bira içmeye başladım. Hayat buydu işte! İlgi merkeziydim; bu, hasta egomun arayıp da bulamadığı şeydi. Bana komik bir insan olduğumu söylüyorlardı, deliler gibi gülerek bir gece önce yaptıklarımı anlatırlardı. Konuşmalarımızda açık saçık sözler, edepsiz bir dil kullanırdık; içlerinde en komik ve en edepsiz olan bendim. Hepsi sabahleyin akşamdan kalma oluyor ama hiçbiri vicdan azabı çekmiyordu. Bense sabahları gizli bir suçluluk duygusu ve utançla uyanıyordum. İçten içte, yanlış bir iş yaptığımı biliyordum. Artık her akşam bilincimi yarı yarıya yitiriyor, rezilce davranışlar sergiliyor, Bohem arkadaşlarımdan birinin evinde sızıp kalıyor ya da eve nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Gün boyu artan bir içki sersemliğinin dehşetini yaşıyordum: midem bulanıyor, nefes alamıyor gibi oluyordum; yatak sallanmaya başlıyor, beynim kâbuslarla doluyordu. Bu aşamada, zihinsel bir alışkanlık edinmeye başladım. Daha az içmem gerektiğini düşünüyordum. Veya eğer gerçekten bir dahi isem, neden bir dahi gibi davrandığımı göstermek için ortaya büyük bir eser koymalıydım. Veya bu kadarı da biraz fazlaydı! Bir parça yontulmalı, incelmeliydim. İrademi kullanmalı, soğukkanlı olmalıydım. Bir süre içki içmemem gerekiyordu. Sadece bira ya da şarap içecektim. Hep bilinen sözcükleri kullanıyordum, kendi üzerimde gücüm olmalı diye düşünüyordum. Kendimi bir ‘şüpheci’ olarak görüyordum. Yeni arkadaşlarım Tanrı ile ve bütün dini inançlarla dalga geçiyorlardı. Bense kendi ruhumu kendim yönetiyorum sanıyordum. Alkole karşı güçlü olduğumu, onu kontrol altında tutabileceğimi tekrarlıyordum kendi kendime. Psikanalistler nasıl olsa çok yakında neden içtiğimi ve nasıl bırakabileceğimi ortaya çıkaracaktı!

Alkole karşı güçsüz olduğumu ve tek başına, yardım görmeksizin içkiyi bırakamayacağımı, bütün durdurma mekanizmaları iflas etmiş olarak yokuş aşağı tam gaz yuvarlandığımı ve sonumun parça parça olmak, ölmek veya delirmek olduğunu hiç bilmiyordum. Fakat uzun bir zamandır da delirmekten korkuyordum. Şurası kesindi ki içtiğimde sadece sarhoş olmuyor, aynı zamanda çıldırıyordum da. Çünkü gün boyu kendi kendimi cezalandırıyor, içmeyeceğime yeminler ediyordum; fakat sonra akşam olunca ‘ben’ gidiyor, yerime bambaşka bir insan geliyordu. Deli gibi heyecanlanıyor, içki içeceğim yeni bir geceyi iple çekiyordum. Pişmanlık, dört gözle beklenen bir zevke ve sevince bırakıyordu yerini. Yine sarhoş olacaktım -Sarhoş. Kızım bu rezalete şahit oluyordu. Aynı zamanda, onu sürekli azarlıyor, sürekli dırdır ederek hiç rahat vermiyordum. Aslında azarladığım ölümcül düşmanımdı, kendi kendimdim. Ama zavallı kızımın bunu bilmesine imkân yoktu.

Babası haklı olarak onu bir okula göndermek istiyordu. Buna itiraz edince eski eşimin avukatı benim avukatım ve üçüncü ve son psikanalistim bir araya gelip durumu tartıştılar. Tam beklendiği gibi, kızımın benden uzağa, bir okula gönderilmesine karar verildi. Bu sözünü ettiğim yeni psikanalistim; ülkenin en iyi doktorlarından biriydi. Bu durumda yardımcı olmak ve kızımı korumak için elinden geleni yaptı. İkimiz birlikte duruma bir çözüm ararken, akıl almayacak kadar sabırlı davranmıştı bana. Herkesten çok bu doktor beni neyin rahatsız ettiğini ve neden olgunlaşmamış, güvensiz biri olduğumu bana göstermişti. Fakat tüm bunları ancak ayık yaşamıma başladıktan sonra anlayabildim.

AA, önce benim içki içmemi durdurdu; ancak ondan sonra kendimle ilgili bir şeyler yapabildim. Yalnız, daha önce öğrendiğim bir-iki şey oldu. Ve bunların, ayık yaşama başladıktan sonra çok faydasını gördüm. Hepsi de küçük işler yapan Bohem arkadaşlarım, benim ekmek elden su gölden elde ettiğim gelirin onda biriyle çok mutlu bir yaşam sürüyorlardı. Basit bir hayat yaşayarak ailemden bağımsız hâle gelebileceğim o güne kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Fakat ben doğru bir işi yanlış bir biçimde yaptım. Sarhoşken korkunç bir kavga koparıp ailemi reddettim ve bir daha dönmemek üzere çekip gittim. Onlar da verdikleri bütün parayı keserek akıl almayacak kadar iyi bir iş yaptılar. Hatta aradan bir süre geçince bankaya kendim gidip bundan sonra gelecek paraları kabul etmemelerini söyledim. O güne kadar gönderilenlerin hepsini harcamamıştım. Epey param, bir de adıma bir fon vardı.

Küçük bir apartman dairesine taşındım, yemek yapmayı, eve bakmayı, yani normal insanların yaptığı işleri yapmayı öğrendim. Değer yargılarım değişti. Birkaç kısa hikâye yazıp sattım. Bunu, kendimi daha az akşamdan kalma hissettiğim zamanlarda, kısa süreyle içkiyi bıraktığım günlerde yapabilmiştim. Fakat biriktirdiğim bütün para içkiye gitti. Sarhoşken, her zamanki gibi disiplinsiz ve düzensizdim. Yeni arkadaşlarım toplum bilinci olan kişilerdi. Zekiydiler, çok okumuş insanlardı, hepsinin de değişik politik görüşleri vardı. Sarhoş tartışmalar sırasında ben de bir yurttaş olarak kendi görüşlerimi ve sorumluluk duygumu keşfettim. Gönüllü çalışmalara katıldım. Fakat topluma hizmet çabalarım yine sarhoşken bir başka gönüllü arkadaşla ettiğim küfürlü kavgayla son buldu. Artık grubun gözbebeği değildim. Tehlikeli, terbiyesiz ve ağzı bozuk bir kadın olmuştum. Herkesin soyuna sopuna sayıyordum. Sonunda arkadaşlarım tek tek, beni artık aralarında istemediklerini söylediler.

Nihayet o kapkara ve sonsuz kuvvetli gece geldi. Özellikle çok sevdiğim bir bar vardı; benim için her gece bu bara gitmek bir tutkuydu; sanki mecburdum. Barmenler bana göz kulak oluyordu, ama bana kardeşçe bir sevgi duydukları için değil, kendi çıkarlarını düşündükleri için yapıyorlardı bunu. Barlarda gürültücü ve azgın bir kadın baş belasıdır; ayrıca polisle başları derde girsin istemiyorlardı. Öte yandan da fevkalade bir müşteriydim. New York’taki büyük otellerden birinde ailemin üç kuşaktan bu yana kredi hesabı vardı. Bara giderken, gece saat kaç olursa olsun, kasaya uğrayıp çek bozdurabiliyordum. Sabahları uyandığımda ise cebimde genellikle bir-iki dolar kadar bir para oluyordu. Sanırım barmenler tüm paramın karşılığı kadar içmemi bekliyor, sonra da beni bir taksiye koyup eve gönderiyorlardı. İşte birikmiş param böyle gitti.

Sonunda geldiğim nokta buydu; alkolikler ve nörotikler için çıkmaz sokak olan bir batak; bir batakhane. Aralarında en hasta olanın ben olduğum hasta insanlarla dolu bir yer. Ben bar müdavimlerini hor görüyordum; onlarsa benden nefret ediyorlardı. Sarhoşken bu insanları azarlıyor, nasıl dürüst bir hayat sürmeleri gerektiği konusunda uzun uzun nasihat çekiyordum. Benden öyle usandılar ki geldiğimi görünce arkalarını dönüyorlardı. Barmenlerin de davranışları aşağılayıcıydı. Evet, hepsinin kraliçesi olan beni parlak sosyete gülü, çağdaş Shakespeare, mutlu bir eş, seven ve sevilen; yıllarca hasta rüyalar ekmiş, şimdi de kâbus biçen ben. Gizliden gizliye ne olmayı ummuş, ne hâllere düşmüştüm. Ne güzel ne de iyiydim; oysa ne çok isterdim hem güzel hem de iyi olmayı. Şişman, davul gibi şişirilmiş, pis, bakımsız ve derbederdim. ‘Kapılara çarpmaktan’ her tarafım çürük içindeydi. Tersi yüzüne çevrilmiş bir erkek yağmurluğu giyiyordum; bunu bir arkadaşım hediye etmişti, çünkü artık maddi durumum çok kötüydü. Fondaki para hem yaşamımı sürdürmeme hem de dilediğim kadar içmeme yetmiyordu. Bir zamanlar çok güzel olan tüvit ceketim artık şeklini kaybedip sarkmış, dirsekleri de bara dayanmaktan aşınmıştı. Bir keresinde, yabancı bir barda, tezgâhın arkasında bir şişe cin çaldım. Kasabada bir İrlandalı olan barmen fark edip bana ‘bir dirsek çıktı’, yani dirseğini kaldırıp suratımın ortasına vurdu. Yere yuvarlandım. Neyse ki yanımda bir arkadaşım vardı; beni sürükleyerek dışarı çıkardı. Avazım çıktığı kadar bağırıyor, küfrediyordum; barmen polis çağırmakla tehdit etti. Fakat ben hiç hapse düşmedim. Akıl hastanesinde de yatmadım. Ölmek istiyordum; kendimi öldürmek için çeşitli yollar düşünüyordum. Sık sık 59. Caddedeki köprünün altında bir aşağı bir yukarı dolaşır, oraya çıkıp atlamak için cesaret toplamaya çalışırdım. Bir keresinde psikanalistimi arayıp ciddi olarak ölümü düşündüğümü söyledim. Hemen kalkıp geldi ve beni bir akıl hastanesine götürmeye çalıştı. Hem korkmuş hem de utanmıştım, gitmeyi reddettim ve kısa bir süre içmedim.

Kimse bana paramı almak için saldırmamış veya tartaklamamıştı. Bir içki alabilmek için fahişelik yapmamıştım. Fakat tüm bunlar başıma gelebilirdi. Aslında asıl hastanesine kapatılmış olmam gerekirdi. Serbest dolaşacak durumda değildim ama beni akıl hastanesine götürecek kimse de yoktu. Şimdi düşünüyorum da, o zaman inanmadığım bir Tanrı beni koruyordu. Belki de psikanalistimi Bill’in bir konuşma yaptığı psikanalistler toplantısına gönderen O’ydu. O günlerde psikiyatri ve AA şimdiki gibi birlikte hareket etmiyordu.

Benim psikanalistim AA’yı ilk öğrenenlerden ve sonradan da mesleğinde AA’dan ilk yararlananlardandır. Bill’in konuşmasını duyunca, konuya hemen aklı yatmıştı. Şimdi sizin okuduğunuz Büyük Kitabı o da okudu. Benim de okumamı istedi. “Bu insanların hepsinin sorunları seninkiyle aynıydı” dedi. Benimki gibi bir sorunu olan herkes aşağılanmaya müstehaktı!

Kitabı okudum. Her sayfada karşıma Tanrı çıkıyordu. Bunlar bir grup ıslahatçıydı! Onlarla aramda ne gibi bir entelektüel ortaklık olabilirdi? Edebiyat ya da sanat tartışabilirler miydi? Onların o tatlı, sofu konuşmalarını duyar gibiydim. Kimse beni ıslah edemeyecekti. Ben kendi kendimi ıslah edecektim. Kitabı doktoruma verip ‘olmaz’ dedim. Fakat garip bir şey oldu. Sarhoşken ‘İçkiyi bırakamıyorum’ demeye başladım. Bunu tekrar tekrar söylüyordum, öyle ki içki arkadaşlarımın canları sıkılıyordu. Kitaptan bir şey bana ulaşmıştı. Bir bakıma 1. Basamağı yapmıştım. Doktorum dikkat kesildi. “İstersen gidip Bay W’yu gör” dedi. “Bakalım ne düşüneceksin?” Şansıma nefis bir sözcük çıktı ağzından. “Pekâlâ” dedim.

O günlerde AA, New York’un Wall Street bölgesindeydi. Oraya gittiğimde utancımdan ölecek gibiydim. Herkes bana bakıp fısıldaşacaktı! Zavallı, hasta ben! Bürodakilerin yarısının AA üyesi olduğu ve beni de sıradan bir insan gibi görecekleri aklıma bile gelmemişti. Bill, uzun boylu, kır saçlı, klasik anlamda yakışıklı olmayan, huzursuz ve korkmuş bir kişiye güven aşılayan hoş, sakin tavırlı bir insandı. İyi giyimliydi ve sakindi. Şarlatan ya da fanatik bir tip olmadığı belliydi. Eline bir dosya alıp “Ne tür bir sorununuz var?” demedi. Kibarca ve doğrudan “Bizlerden biri olduğunuzu düşünüyor musunuz?” diye sordu. Hayatım boyunca hiç kimse bana “Bizden biri misin?” diye sormamıştı. Hayatımda hiç ‘ait olduğumu’ hissetmemiştim. Başımı sallayıp sessizce ‘Evet’ dedim. O zaman bana, ‘bizim’ zihinsel bir tutku ile birleşmiş fiziksel bir alerjimiz olduğunu söyledi. Bunu öyle bir anlattı ki böyle bir şeyin olabileceğine aklım yattı. Herhangi bir manevi inancım olup olmadığını sordu. ‘Yok’ dedim. Zihnimi açık tutmamı önerdi. Sonra Marty’yi çağırıp benim adıma bir randevu ayarladı. “İşte” dedim kendi kendime, “topu başkasına atıyor. Şimdi de bir anket formu tutuşturacaklar elime.”

Marty’nin kim olduğunu bilmiyordum. Randevuya gitmek istemiyordum ama yine de gittim. Bir başka AA beni içeri aldı. Marty geç kalmıştı. Kendimi, amacı Hıristiyanlığı yaymak olan Selamet Ordusu tarafından sorguya çekilecek bir gangster metresi gibi hissediyordum. Hiç tanımadığım Adsız Alkolikler beni biraz rahatlattı. Girdiğim apartman dairesi çok sevimli bir yerdi. Raflar bir sürü kitapla doluydu, bu kitapların bir kısmı bende de vardı. Marty içeri girdi. Tertemiz, derli toplu, iyi giyimli bir kadındı; ne şişirilmiş bir tuluma ne de bir ıslahatçıya benziyordu; tıpkı Bill gibi. Çekici bir kadındı. Bir zamanlar benim de böyle arkadaşlarım vardı. Şaşılacak şey, Chicago’daki kuzinimle tanışmıştım. Kuzinim, yılların içkili ve parıltılı gürültülü hayatı yüzünden bizden kopup gitmişti. O da ucuz barlarda içerdi. Benden daha cesur olduğu için iki kere canına kıymaya kalkmıştı; akıl hastanelerine düşmüştü. Şansı benimkinden beterdi, ama içkiciliği değil. Bana sorular sorulacak diye ürken ben, şimdi oturmuş hikâyemi anlatıyor, hatta yorumlar yapmaya çalışıyordum.

Yalan söyleyemiyordum, Marty çok zekiydi. Sırtımdan tonlarca ağırlık kalkmış gibiydi. Deli değildim; “Şimdiye kadar yaşamış en kötü kadın da değildim.” Ben bir alkoliktim; bu, davranış biçimimden açıkça anlaşılıyordu. Marty ve birkaç hanımla ilk toplantıya gittim. Entelektüel kafam bu işe yatmıştı. Bütün yaşamım, hatta duygularım, ayıkken bile yanlış ve çarpıktı.

O günlerde New York’ta haftada sadece bir toplantı yapılırdı. Toplantı olmayan akşamlar kendimi çok yalnız hissediyordum ya da ben öyle sanıyordum. Birkaç bara gidip kola ya da çay içtim. AA’ya geldiğimde içmiyordum fakat bu ‘ayıklık gerilimi’ sonunda patlayıverdi. 24 saat planını anlamamış veya anlamak istememiştim ve yine içtim. Öylece ilk ayım bir içip bir bırakarak geçti. AA’dan Anne adında biri –Anne bana yardım etmişti- korkunç bir şekilde içkiye dönüş yaptı. Priscilla –Marty gibi o da en yakın arkadaşlarımdan biri olmuştu –benim zor ve inatçı bir vaka olduğuma karar vermişti. Anne’le ilgili olarak ikisinin de elinden bir şey gelmiyordu. Fakat Priscilla gidip Anne’le ilgilenmemi, ona bakmamı önerdi. Ben iri yarı fakat güçsüz bir insanım. Anne ise benden de iri ve çok kuvvetliydi. Anne’in içip eğlenme anlayışı denizcilere sataşmak ve polislere hakaret etmekti. İkimiz birlikte Kent şehrinde AA’ya ait bir çiftliğe gidecektik. Bir gün önce bütün akşamı Anne’i kontrol etmeye çalışarak geçirmiştim. Başı belaya girmesin diye çok dikkat etmiştim. Bana bir yumruk savuracak diye o kadar korkuyordum ki o akşam hayatımın son iki içkisini içtim.

O zamanlar çiftlik çok basit bir yerdi. Merkezî ısıtma yoktu ve biz de kışın en soğuk günlerini yaşıyorduk. Anne’le ben kayak kıyafetleri ve kürk ceketler giydik. O gece o kadar soğuktu ki üzerimizdekilerle uyuduk. Ben biraz yıkanıp temizlenmeye çalıştım, Anne ise elini bile yıkamayı reddetti. “İçim öyle acı dolu ki dış görünüşümü düşünecek hâlim yok” dedi. Bunu anlayabiliyordum. Birkaç hafta evvel ben de aynen böyle hissediyor ve davranıyordum. Anne’e, pek de bir sonuç alamadan, yardıma çalışmaya öyle dalmıştım ki kendimi tümüyle unutmuştum; onun çektiği ızdırabı ne kadar da iyi anlıyordum.

Trenle geri dönüyorduk; Anne’in tek düşüncesi en yakındaki bara gitmekti. Gerçekten çok korkuyordum. Onu içkiden uzak tutmanın benim görevim olduğunu düşünüyordum; karşınızdaki insan gerçekten içmeye kararlıysa, onu durdurmak için elinizden hiçbir şey gelmeyeceğini bilmiyordum tabii. Neyse, yola çıkmadan çiftlikten New York’a telefon edip yardım istemiştim. İstasyonda iki AA, John ve Bud, bizi bekliyordu. İkisi de normal, ayık, yakışıklı adamlardı. Anne’le beni akşam yemeğine götürdüler. İkimizin de üstünde kirli, çamurlu kayak giysileri vardı. Fakat bu iki yabancı adam hiç de bizden utanıyormuş gibi görünmüyordu. Bize yardım etmeye çabalıyorlardı. Neden? Çok şaşırmış ve duygulanmıştım. Bunların hepsinin AA’ya katılmamda etkisi oldu. Ondan sonra da ‘artık içmeyeceğim’ değil, ‘bugün içmeyeceğim’i benimsedim. Böyle bir şey yapacak cesareti kendimde daha önce hiç bulamamıştım.

John ve Bud’la çok iyi arkadaş olduk. John hep “Toplantılara muhakkak git” diyordu. Gittim. Bunların arasında kent dışındaki toplantılar da vardı, beni John götürmüştü. İlk sekiz ay içinde, özel yaşamımda geçirdiğim çok büyük bir üzüntü yüzünden öfkeye kapılıp “Bu benim başıma gelmemeliydi” tepkisiyle bir kez, o da çok kısa bir süre kaydım; bunun dışında hiçbir zaman bir haftadan fazla içkisiz duramayan ben, on iki yıldır ayığım.

Kişilik olarak eski sağlığıma kavuşmam bir günde olmadı. İki yıl içinde birtakım olaylar oldu; mesela, Priscilla’nın bacaklarına tekme attım; AA Kulübündeki masamın kilidini değiştirttim, çünkü kulübün sekreteri olarak gruplar arası sekreterin ‘masamı karıştırmasını ve işime karışmasını’ istemiyordum. Bir gün orta yaşlı bir üyeyi, sırf kendisine ‘Sen düzenbazın, şarlatanın birisin diyebilmek için öğle yemeğine çıkardım. Tüm bu insanlar bu ani öfke patlamalarını büyük bir olgunluk ve incelikle karşıladılar; hepsiyle çok iyi arkadaş olduk; hâlâ bu olayları hatırlatıp bana takılırlar.

AA bana nasıl içmeyeceğimi öğretti ve 24-saat planıyla da yaşamayı. Korku dolu egomu rahatlatmak için ‘hepsinin kraliçesi’ olmam gerekmediğini artık biliyorum. Toplantılara giderek, dinleyerek, ara sıra söz alıp konuşarak, başkalarına yardım ederken hem öğretmen hem öğrenci olduğumuz 12. Basamak’ı yaparak, birçok harikulade AA arkadaşı edinerek, hayatta sahip olmaya değecek her şeyi öğrendim.

Artık saraylarda yaşamak beni ilgilendirmiyor çünkü böyle bir yaşam benim aradığım cevap değil. Sahip olmayı hayal ettiğim şeyler de gerçekten sahip olmak istediğim şeyler değildi. Pek çok AA arkadaşım var; eski dostlarımla da yepyeni bir boyutta arkadaşlığımı tazeledim. Dostluklarım anlamlı, sevgi dolu ve ilginç, çünkü ben ayığım. Shakespeare’e benzemeden de yazabilecek kadar kendime güven kazandım; bu arada, yazdıklarımın çoğunu da sattım. Daha iyi yazmak, daha çok satmak istiyorum. Manevi uyanışım birkaç yıl önce nihayet bir Kiliseye katılmamla sonuçlandı. Bu hayatımdaki en güzel olaylardan biri. Sanırım On Birinci Basamak’ı yaparken karar verdim buna. (Bu benim için doğru olanı yapmaktı. Pek çok iyi AA hiçbir zaman bir kiliseye katılmıyor; katılmaları gerekli de değil. Hatta bazıları hâlâ şüpheci.)

Her geçen gün kendimi biraz daha yararlı, daha mutlu ve daha özgür hissediyorum. Eğer aktif bir alkolik olup AA’ya katılmasaydım, hiçbir zaman gerçek kimliğimi bulamayabilir, hiçbir bütünün bir parçası hâline gelemeyebilirdim. Hikâyemi bitirirken bunu düşünmek istiyorum.

 

(12) YENİ BAŞTAN BÜYÜDÜ

Küçükken ‘iyi bir çocuk’tu. Yetişti ve başarıya ulaştı. Ne var ki olgunlaşmamış ve tatmin olmamıştı. Alkol ve ilaçlara yenik düşmüşken, yeni bir yaşama giden yolu buldu.

28 yaşındaydım. Şehir kulüplerinden birinin başkanı seçilmiştim. Papazın yardımcısıydım ve Pazar günleri kilise okulunda öğretmenlik yapıyordum. Çok tatlı bir karım ve üç çocuğum vardı. Çok kısa bir süre önce de yeni, güzel bir muayenehanede dişçilik yapmaya başlamıştım. Bahriye’de üç yıl kalmış, askerliğimi tamamlamıştım. Karım Gençlik Derneği’ne üyeydi, ben de zihinsel engelliler için yerel bir merkezin yönetim kurulundaydım. O zamanlar kimse ne başarısız diyebilir ne de alkolik ve ilaç bağımlısı olduğumu söyleyebilirdi. Tek rahatsızlığım ara sıra midemin bulanmasıydı. Aslında her şeyin aldatıcı olduğu konusunda bir ipucu da vermiyor değildi bu bulantılar.

Toplumumuzun benden beklediği her türlü başarıyı kazanmıştım fakat huzursuzdum ve hâlime şükretmeyi bilmiyordum. Şımarık, fazlasıyla yüz bulmuş ve yetenekli bir veletten başka bir şey değildim. İki yıldan daha kısa bir zamanda mesleğimi, evimi, karımı ve çocuklarımı kaybettim. Önce kiliseyi sonra psikiyatriyi denedim ve sonunda AA’ya geldim.

Son içtiğimde, yirmi dokuz yaşındayken üst üste sadece dört gün içmiştim; yine de çocuklarımı öldürme tehditleri savurmuş, karımı hem evde hem de kilisenin basamaklarında dövmüş, büromda bir çocuğu hırpalamış ve hapisten kurtulmak için bir akıl hastanesine kaçmıştım!

Ben, sayıları gittikçe artan ikinci kuşak AA üyelerindenim. Aslında, beni buraya babamın on üç yıl önce AA’ya soktuğu bir kadın getirdi. Liseden iftiharla geçerek mezun oldum. Annelerin, oğulları işi azıttıklarında ‘iyi çocuk’ diye örnek gösterdikleri biriydim. Ödül olarak doğudaki tanınmış özel kolejlerden birine bir burs vermişlerdi bana. Birinci yılın sonunda içmeye başladım. Sonraki sene notlarımı yüksek tutabilmek için daha kolay bir devlet üniversitesine transfer olmak zorunda kaldım.

Garip bir rastlantı, Amarillo, Teksas’ta AA’yı kuran diş doktoru bana büyük bir iyilik yapmış, diş tabipliği fakültesine kabul edilmemi sağlamıştı. Fakültedeki ilk yılımda evlendim. Korku, diş tabipliğini sevmem ve içkiyi babamın periyodik içki içme modelini taklit ederek içmem, bu dört yıl içindeki birkaç parti ve tatili saymazsak, üniversite eğitimimi kazasız belasız tamamlamamı sağladı ve iyi derece ile mezun oldum, fakat bir baba ve koca olarak hiçbir sorumluluk duyamıyordum.

Sonra Birleşik Devletler Donanmasına girdim ve dünyayı dolaştım; bunun bir yılı Filipinler’de geçti. Bu iki yıl tam bir kâbustu; bol alkol ve uyuşturuculu alemler, zina, muayenehanede geçen mutsuz saatler; karımın ikinci çocuğumuzu doğurması, ayrıca birkaç düşük yapması; düzensiz, huzursuz bir ev; saygıdeğer bir diş doktoru, koca, baba ve cemaat lideri olmak için sürekli çabalamam.

Birleşik Devletler’e dönmek coğrafi tedavi olarak etkili oldu ve kilisenin de yardımıyla bir süre içmedim. Serbest diş tabibi olarak çalışmak için doğduğum kente dönünce alkol ve uyuşturucu bağımlılığıma kısa ve acılı bir ara verdim. Fakat yaşamın baskıları, içimdeki olgunlaşmamışlığı ve güvensizliği kısa sürede ortaya çıkardı. Toplum içinde yaşayabilmek için iyimserliğim ve hırsıma güveniyordum; yorulduğumda ise yaşamımı sürdürebilmek için alkol ve uyuşturuculara dönüyordum.

AA’ya gelmemin nedeni çok basitti. Çünkü kente bana açık hiçbir yardım kapısı yoktu. AA’da âdeta küçük parçalara ayrılıp sonra yeniden ve başka biçimde monte edildim. Kimse sonuçlarına katlanmayı göze almadan benimki gibi sorumsuz ve olgunluktan uzak bir hayat yaşayamaz. AA, geçmişteki davranışlarımın sonuçlarıyla yüzleşmemi sağladı. AA’ya girdikten sonra eşim benden boşandı, işimi kaybettim, yasalar çocuklarımı görmemi kısıtladı, iflas ettim, beş param kalmadı ve Diş Tabipleri Odası beni lisansımı iptal etmekle tehdit etti. Kaçıp gitmeme sadece AA’da olmam engel oldu.

AA’da ilk günden bu yana aktif bir hayat yaşıyorum. Haftada üç kez toplantıya gidiyorum; bir sürü teyp bantım var, onları dinliyorum; AA konferanslarına katılıyorum; 12 Basamak üzerinde var gücümle çalışıyorum; başka alkoliklere ve onların ailelerine yardım etmeye çalışıyorum. AA bana başka şeyler de verdi. Yeni bir eşim ve bir üvey kızım var şimdi. Ayrıca yeni işim, yeni bir evim ve dört çocuğumla yeni ilişkilerim var. En önemlisi de AA benim geriye dönüp yaşamın her alanında, her bakımdan büyüyebilmemi sağladı. Gerçeğe ve içtenliğe ulaşabilmem kolay olmadı. Hatalı olduğumu kabul edebilmek ya da ‘Bilmiyorum’ demek çok zor benim için.

Ayık yaşadığım her gün AA’ya duyduğum minnet artıyor. İkinci eşim de genç bir AA üyesi ve tüm bunların hepsi bizim için harikulade bir macera! Bütün istatistikler benim aleyhime. Uyuşturucu sorunu olan genç bir alkoliğim, ayrıca bir doktor ve bir alkoliğin kocası, bir başka alkoliğin öz oğluyum ve bir zamanlar şiddetli manik depresif teşhisi konmuş bir adamım. Nasıl oluyor da hâlâ hayattayım, özgür bir insanım ve içinde yaşadığım toplumun saygın bir üyesiyim? Çünkü ben bir AA’yım ve AA’da oluyor.

 

(13) İKİNCİ KUŞAKTAN BİR ALKOLİK

Genç bir asker, kendisini AA’ya getiren birkaç kötü deneyimini ve böylece nasıl yıllar sürebilecek ızdıraplardan kurtulduğunu anlatıyor.

Gözlerimi açtığımda her şey bulanıktı. Gözlerimin önünde iki tüylü nesne belirdi. Yavaş yavaş, bir yatakta yattığımı ve hayal meyal gördüğüm şeylerin de yatağa bağlanmış ayaklarım olduğunu anladım. Yavaşça gözlerimi kırpıştırdım; gözüm kollarıma kaydı. Onlar da bir gömleğin içinde kayışla bağlanmıştı. Bilincim yerine geldikçe bir hastanede olduğumu anladım. Odaya baktım. Ayak ucunda bir kart, onun altında da bir grafik tablosu vardı. Tabloyu pek göremiyordum ama kartın üzerindeki iki ana sözcüğü okuyabildim: AKUT ALKOLİZM. Birden hatırladım. Hawai’de bir hastanedeydim. Gözlerimi kapayıp düşünmeye çalıştım. Bir parça viski ve üstüne de bir kutu ılık bira içtiğimi hatırlıyordum. Sonra bir şey olmuştu. Neydi? Hatırlayamıyordum. Tekrar gözlerimi açtım ve yatağın üzerine bir gölgenin düştüğünü gördüm. Orada, yatağın yanında gri saçlı bir adam duruyordu –uzun boylu, üstü başı tertemiz biriydi, omuzlarında kalın sarı çizgileri olan bir üniforması vardı. Hatırlamıştım. Ben Birleşik Devletler Deniz Kuvvetlerindeydim. Bu adam da doktor olmalıydı. Bana kendimi nasıl hissettiğimi sordu. Cevap vermedim. Yanında bahriyeli bir hastabakıcı duruyordu. Doktor bu adama el ve ayaklarımı çözmesini söyledi. Biraz kıpırdadım. Doktor yatağın kenarına oturdu ve “Kendini nasıl hissediyorsun” diye sordu. “Neden burada olduğunu biliyor musun?” dedi.

Ona, yirmi yaşında neden bu alkolikler koğuşunda yattığıma dair bir sürü neden sıralayabilirdim. Nasıl bu hâle düştüğümü bilmiyordum ama zaten önemli de değildi. Ben bir alkoliğim. Açık konuşalım. Ayyaşın biriyim ben. Artık içkimi kontrol edemiyorum. Alkol beni kontrol ediyor.

Onbeş yaşında olduğum, liseye gittiğim yılları anımsadım. Okulda hepimizin dolapları vardı. Diğer öğrenciler dolaplarına kitaplarını, kalemlerini, jimnastik aletleri gibi eşyalarını koyardı. Ben de öyle; ama benim dolabımda bira da vardı.

On beş yaşında sıkı bir biracıydım. On altı yaşıma kadar sert içki içmedim. Futbol maçları ya da danstan sonra arkadaşlar hamburgercilere, dondurmacılara, pizzacılara ya da bowling salonlarına koşardı. Ben gitmezdim. Ben içki içebileceğim barlara gidiyordum. Okul, tahsil umurumda bile değildi. Derslerden sonra çalışmak üzere bir benzincide iş buldum, gece saat 10’a, 11’e kadar arabalara benzin dolduruyordum. Çalışanların içinde yaşı en küçük olan bendim. Daha yaşlı olanların konuşmalarını, fikirlerini, huysuzluklarını ve hatta içki içmelerini taklit ederdim. Beni çocuk olarak görmeleri ağrıma gidiyordu. Ben de onlar gibi ağzımın içinde konuşuyordum; onlar kadar çok sigara ve içki içmeye çalışıyordum. Kısacası onların yaptığı her şeyi yapıyordum; hatta onlardan daha da fazla yapıyordum.

Patronun fark etmeyeceği ufak tefek bir iki hileyle gelirimi arttırabileceğimi keşfettim, kola makinasından para çalıyor, arabalara az benzin koyup daha fazla koymuşum gibi gösteriyor, diğer arabaların değiştirdiğim, kullanılmış yağlarını yeniden satıyordum.

Okul artık sıkmaya başlamıştı. Haftada ortalama iki gün asıyor ve hiç ders çalışmıyordum. Bütün derslerim çok zayıftı. Müdürün beni okuldan atmaktan başka çaresi kalmamıştı. Ben ondan önce davranıp okulu bıraktım.

16 yaşımı henüz doldurmuştum. Daha o zaman içki sorunum vardı. Annemle babamın da öyle. İkisi de küp gibi içerdi. Onlar zaten yıllardan beri içerlerdi ve gitgide daha da beter hâle geliyorlardı. Ev hayatı benim için pek bir şey ifade etmiyordu. Sorumlulukları akıllarına geldiğinde annem de babam da çok iyi insanlar oluyorlardı ama bu pek sık olan bir şey değildi. Sevgi ve şefkat istiyor fakat bulamıyordum. Genellikle başıma buyruk hareket ediyordum. Annemle babam bana hiç karışmazlardı; ben de karışmalarını istemiyordum zaten. Bir başka arkadaşımla birlikte ikinci kez evden kaçtım. Chicago’dan Omaha’ya gittik. Kent dışına doğru yürüyorduk –paramız yoktu, üşümüştük ve karnımız açtı. Küçük bir kasabada bir kilise gördük. Camı kırıp içeri girdik. Etrafımızı görmek için kibrit yakıyorduk fakat hava cereyanı kibritleri söndürüyordu. Sonra gazeteleri rulo hâline getirip meşale yaptık. Uyumak için yumuşak bir yer bulmaya çalışıyorduk. Gazete-meşalem birden parladı ve sıra tutuştu.

Dışarıdan bağrışmalar duyduk. Bir otobüs dolusu basketbolcu oradan geçiyormuş ve alevleri görmüşler. Polis ve itfaiyeye haber verilmiş. Ondan sonraki üç günü bir hücrede geçirdim. Babam gazeteciydi ve bazı bağlantıları vardı. Olaya el koydu fakat sanırım hakkımda tutulan rapordan herkesin haberi olmuştu. Kimlik tespiti yapıldı ve bizi Chicago’ya giden bir trene bindirdiler. Şerif bizi büyük bir mutlulukla uğurladı. Hâlâ, beni bırakması için babamın şerife para verdiğini düşünürüm.

Yeniden eve döndüm! Evdeki içki durumu öncekinden de feciydi. Hapishanede kahvaltıda verilen sucuk ve soğuk patates olmasaydı, içeride kalmayı tercih ederdim. Babamın çalıştığı gazetede bir iş buldum. İşimi sevdim ve kısa bir süre sonra fotoğraf bölümüne geçtim. İdeal işimi bulmuştum: ‘Cinayet fotoğrafçılarının yıldızı’ olmak. Bu sıralarda ilk aşkımı yaşadım. Benimle aynı büroda çalışan hoş bir sarışın kızdı; bir yıl boyunca birbirimizden hiç ayrılmadık. Plajlarda, partilerde, danslarda, sinemalarda –her yerde beraberdik. Evde bulamadığım sevgiyi onda bulmuştum. Bu arada bol bol viski içiyordum. Kız arkadaşım bundan pek hoşlanmıyordu ama ben içerek erkekliğimi ispat ettiğimi düşünüyordum. Annemle babamın ne âlemde olduklarını görmek için arada bir, gece evde kalıyordum. Gayet iyiydiler; babamın boş günleri dışında birer litre içki içiyorlardı; babamın çalışmadığı günler ise bu miktar çok ciddi boyutlara ulaşıyordu.

Hemen hemen on sekiz yaşına gelmiştim. Kara Kuvvetleri’nden kaçmak için Bahriye’ye yazıldım. Savaş her an bitecek gibiydi, ama yine de gitmek zorundaydım. Yola çıkmadan bir gece önce evde kalmaya karar verdim, fakat annemle babam öyle sarhoş oldular ki daha akşamın erken saatlerinde evden ayrılıp kız arkadaşıma gittim ve orada da ben çok sarhoş oldum. Ertesi sabah yemin edip teslim oldum, hiçbir şey hissetmiyordum. Bahriyeye sarhoş girdim, üç yıl sonra terhis olduğumda yine sarhoştum. Great Lakes Boot Kampında kolay bir göreve verildim. İşim nöbet çizelgelerini düzenlemekti; böylece acemi eğitiminden muaf tutuldum. Bu görev on üç hafta sürdü. İlk sekiz hafta boyunca ziyaretçi yasaktı. Fakat babam torpil yaptırıp üç hafta sonra beni görmeye geldi. Annemle birlikte gizlice birkaç litre içki getirmişlerdi. Bu fazladan kâr çok iyi olmuştu, çünkü ben gerekli bağlantıları çoktan kurmuştum ve aşçıdan her gün bir şişe içki satın alıyordum zaten. “Nöbetçi çizelgeleri hazırlıyorum” deyip bütün gün barakalarda oturuyor ve masanın altındaki sürahiden içip kafayı buluyordum.

Pensacola Hava Üssündeki fotoğrafçılık okuluna başvurdum ve kabul edildim. Okula gitmek için beklerken –başçavuşa beş dolar vererek- Deniz Kuvvetleri Kulübüne barmen oldum. Akşamları barda çalışıyordum. Ben Pensacola’dayken babam zatürre oldu, ardından da kalp krizi geçirdi; neredeyse ölüyordu. Yirmi günlük acil durum izni aldım. Annemle ben uyanık olduğumuz her saniye içtik çünkü babamın durumuna çok üzülüyorduk. Annem daha az içsin diye viskilerini musluğa döküyordum ama sonra ben dışarı çıkıyor ve annemden daha da sarhoş oluyordum.

Havadan fotoğraf çekerken bindiğim uçağın pilot kabininden nasıl oldu da düşmedim şaşıyorum. Ama düşmedim işte. Altı aylık okul önemi bitince Hawai’de bir göreve başvurdum, bu işi de aldım. Evden olabildiğince uzak olmak istiyordum. Pearl Harbour dokuz ay süren çok tatlı bir meltem gibiydi; sefalı Hawai cenneti, palmiyelerin altında içmek, kıyıya vuran dalgaların sesini dinlemek ve elinin altında bir şişe viski. Münzevi bir içkici hâline geliyordum ama umurumda bile değildi. Sonra başka bir hava üssüne transfer oldum. Burası daha da güzeldi. Üsteki komutanıma bin türlü dil dökerek barakalar yerine fotoğraf laboratuvarında kalmak için izin koparmayı başardım ve on sekiz ay boyunca içkiyle arama hiç kimse ve hiçbir şey girmedi. Postanede çalışan çocuklar içkilerimi bana koli ile getirirlerdi; kapıda mektup ya da paketler açılıp içleri kontrol edilemiyordu. Bu da benim için ideal bir durumdu.

Henüz yirmi yaşındaydım ama kendimi tam bir erkek gibi görüyordum. Günde bir litreden fazla içki içmiyor muydum? Hepsi içkici olan bir aileden değil miydim? İçkimle ilgili elimden bir şey gelmezdi, zaten gelsin de istemiyordum. Bu arada annemle babam AA’yı bulmuşlardı. Tüm sorunları çözülmüş ve sağlıklı bir yaşam sürmeye başlamışlardı. Bana uzun mektuplar yazıyor, AA’yı anlatıyorlardı. ‘Onlar için çok iyi oldu’ diye düşündüm. Böyle bir şeye gerçekten ihtiyaçları vardı. Ama ben hiçbir zaman o hâle düşmeyecektim.

Ara sıra bir kızla konuşmak istediğim zamanlar dışında üsten pek ender ayrılıyordum. Gitmek istediğimde de Honolulu’ya gidiş izni alıyordum. Evden mektuplar gelmeye devam ediyordu. Annemle babam çocukken bana veremedikleri, benim için yapamadıkları şeyleri telafi etmek istiyorlardı. İçki sorunumdan onlara söz etmemiştim ama sanırım biliyorlardı. Onlara cevap yazardım; bazı mektuplarımı saklamışlar. Bugüne kadar bu mektuplarda kargacık-burgacık yazılarla neler yazmış olduğumu çözebilmiş değilim.

Her akşam laboratuvarda tek başıma oturmuş, bir taraftan içiyor, bir taraftan radyoda buğulu Hawai müziği dinliyordum. Masanın üzerinde yavaş yavaş birbiri üstüne ananaslar yığılmaya başladı. Sanki devrilip beni ezecekmiş gibi gittikçe büyüyor ve daha yakına geliyorlardı. İkisi atlayıp kafama vurdu. Yere düştüm; ananasların üzerlerindeki suratlara deli gibi yumruklar savuruyordum. Üzerime gelen ananas-suratlara yumruklar salladım, küfrettim ve bira kutuları atmaya başladım. Ellerim, yüzüm, bacaklarım kesilmişti. Bir DT geçirmiştim. Doktor hâlâ yatağımın kenarında oturuyordu. Bir saniye içinde bütün geçmişim gözümün önünden geçmişti. Doktor, hastaneye delirmiş gibi bağırıp çağırarak, abuk sabuk konuşarak, küfürler ederek, tamamen bir delirium tremens hâlinde getirildiğimi söyledi.

Bir hafta sonra hastaneden çıktım; içkisiz, cehennem gibi bir hafta geçirmiştim. Doktora babamla annemin içkili geçmişlerini anlatıp onları suçladım. Doktor anlattıklarımla ilgilenmişti ve bana yardım etmek için elinden geleni yapacağını söyledi. Kaçınılmaz olarak divanıharbe verilmiştir. Fakat bu doktor daha mahkeme başlamadan benim tarafımı tutup savundu; böylece on beş günü hücrede olmak üzere bir ay hapis cezasıyla kurtuldum.

İki ay sonra terhis oldum. Eve donanmaya ait bir gemiyle dönmem gerekiyordu fakat üs komutanıyla konuşup uçakla gitmek için izin aldım. Uçağın öğlen kalkması lazımdı ama uçuş akşam altıya ertelendi. Aradaki saatleri geçirmek için yakınlardaki bir bara gittim, sonra birileri beni uçağa bindirdi, daha uçak kalkmadan uyuyakaldım; bir de birinin beni sarsarak uyandırdığını ve San Diego üzerinde olduğumuzu söylediğini hatırlıyorum.

O akşam Tijuana’ya gittim ve sonra kendimi hapiste buldum. Sarhoş olup kavga çıkardığımı söylediler. Şu işe bakın, bütün istediğim bir içki daha içmekti. Ertesi sabah polis eşliğinde –bir devriye arabasıyla- San Diego’ya getirildim. Eve döndüğümde hayatımın en güzel olaylarından birini yaşadım –‘yeni’ ailemle tanıştım. Annemle babam onları son gördüğüm hâllerinden çok farklıydılar. Yüzlerine renk, gözlerine parıltı gelmişti; kalpleri sevgiyle doluydu. Muhteşem bir yuvaya dönüştü benim için. Babam bir şişe çıkarıp bana bir ‘hoş geldin’ içkisi verdi. Çok rahattım çünkü içtiğimi bilmiyorlardı. Kısa bir süre sonra yine eskisi gibi ölçüsüz içiyordum.

Bütün gece barlarda içip sabaha karşı eve geliyor, boş bir bardak daha viski yuvarlayıp kendimi yatağa atıyordum. Ya da bazen küp gibi sarhoş geliyor, şarkılar söylüyor, avaz avaz bağırıyor, annemle babama ‘Siz AA’ya katıldıktan sonra evim ne kadar güzel bir oldu’ gibi ipe sapa gelmez bir şeyler sayıklıyordum. Bazen evin önüne kadar geliyor, sonra da direksiyon başında sızıp kalıyordum; ertesi sabah işlerine giderken bütün komşular da beni bu hâlde görüyordu.

Eve döndüğümde 900 dolara elden düşme bir araba almıştım. Arabamı birçok kez kaybettim; annem, babam, ben, onların arabasıyla bütün kenti dolaşıp arabamı sonunda buluyorduk. Bir yıl içinde dört kaza yapmış, arabanın tamiri için tam 1800 dolar harcamıştım. Nasıl oldu da ölmedim ya da evin yolunu nasıl bulabildim bilmiyorum.

Bir sonraki yıl her şeyin sonu oldu. Yine arabamı kaybetmiş, bir şişe içki alabilmek için cüzdanımı ve kimliklerimi rehine vermiş ve nasıl olduysa eve gelmiştim. Hafif bir DT geçirdim ama bu defa ananaslar yoktu. Annemler bir doktor çağırmış, o da beni sakinleştirici bir ilaç vererek uyutmuştu.

O zamana kadar AA ile ilgili pek çok şey duymuş ve evde olduğum son bir yıl içinde birçok AA ile tanışmıştım. Ama AA’yı kendim için hiç düşünmemiştim. İçkiyi bırakmaya niyetim yoktu –hele 22 yaşımda hiç yoktu. Sadece biraz azaltmak istiyordum. Fakat annemle babam bana AA’nın içkiyi tamamen bırakmayı ‘İSTEYENLER’ için olduğunu, aksi hâlde hiçbir yararı olmayacağını söylemişlerdi. Fakat ikinci DT’yi yaşadıktan sonra artık yenildiğimi biliyordum. Çok içtiği kabul edilen pek çok insanın bütün hayatları boyunca içtikleri içkiden daha fazlasını ben yedi yılda içmiştim. Pek çok defa da içki ile başa çıkamadığım açıkça ortaya çıkmıştı. Deniz Kuvvetleri hastanesindeki doktor içkiyi bırakmadığım takdirle beş yıl bile yaşayamayacağımı söylemişti.

Şimdiye kadar herkesi kandırmıştım, fakat nereye kadar? Kendi kendime ‘Eğer yaşamak istiyorsam bırakmalıyım’ dedim; eğer içkiyi bırakmak ve ayık yaşamak için bunca mücadele vermiş annemle babamın kalplerini kırmak, onların ayıklıklarını tehlikeye atmak istemiyorsam ben de içkiyi bırakmalıydım. “Yapacağım” dedim, “Yapacağım. Öleceğimi bilsem yine AA’ya gireceğim. Annem tek koşulun içkiyi bırakmaya istekli olarak olduğunu söyledi. Eğer içmek için bu dayanılmaz arzuyu, içki bulamama endişesini, içimde sürekli duyduğum yalnızlık, korku, terk edilmişlik, hastalık duygularını yok edecekse, istekliyim. Ulu Tanrım, her şeyi yapacağım. Lütfen bana yol göster.”

İşte AA’ya gelişim böyle oldu. Beni âdeta önüme kırmızı bir halı sererek karşıladılar ama buna rağmen hiç kolay olmadı. Sorunumu bilen ve bana yardım etmeye çalışan çok tatlı yeni bir kız arkadaş bulmuştum. AA’ya girmeye karar verdikten bir hafta sona kızcağız pes etti. İşimi kaybettim. Bu ikisi üst üste gelince az kalsın vazgeçiyordum. “Eğer AA buysa, en iyisi içkiye döneyim; doktorun dediği gibi üç yılda kendimi öldürürüm. Bu iş buraya kadar” diyordum kendi kendime. Ama öyle yapmadım. Toplantılara gittim, annemle babamla konuştum, rehberim olmak üzere benimle bağlantı kurmuş benden daha genç AA’larla konuştum. Ve her nasıl olduysa ayık kaldım.

AA’ya katıldığımda 22 yaşındaydım. Şimdi 26 yaşındayım ve kararımı verdiğim andan bugüne kadar ağzıma bir yudum bile içki koymadım. Bir zamanlar yaşam benim için beş harften oluşan bir sözcüktü –“v-i-s-k-i”. Bugün ise mutluluk, sevinç, korku ve umutsuzluktan özgürlük, aklı başında düşünmek, ortaya sorun çıkınca bu sorunlarla yüz yüze gelmek, diğer alkoliklere yardım etme fırsatı ve dürüst olmak demek.

Şu anda yeniden içkiye dönsem bile, AA’da geçirdiğim dört yılı hiçbir şeye değişmem. Bu dört yıl hayatımın en mutlu yılları oldu. AA’da maddi, manevi, ahlaki, her türlü yardımı gördüm. Evvelden ‘Neden viskisiz yaşayayım’ diye düşünürdüm; bugün AA’sız yaşayamayacağımı biliyorum. Dört yıl önce hayatı ve kafası karmakarışık, yarı deli bir varlıktım. Bugün bir insanın isteyebileceği her şeye sahibim. Sorunumu bilen ve bana yardımcı olan çok tatlı bir karım, iki harika oğlum, iyi bir işim var. Çok iyi ve anlayışlı bir anne-babaya sahibim. Bir de ev alıyorum. Hiç kimseye borcum yok –AA dışında.

 

(14) BEN Mİ ALKOLİĞİM?

Alkol mengenesi yazarımızı parça parça etmek üzereydi ama o tek parça olarak kurtulmayı başardı.

“Önceki” hayatıma dönüp baktığımda iki ayrı yüzü olan bir insan görüyorum. Bir tanesi, kendimin ve tüm dünyanın gördüğü yüzüm –saygın, hatta bazı bakımlardan seçkin bir adam. Bir baba ve kocaydım, vergilerimi ödüyordum ve bir evim vardı. Kulüplere üyeydim, atlettim, sanatçıydım, müzisyendim, yazardım, editördüm, uçak pilotuydum ve bir dünya gezginiydim. Seçkin başarılarımdan dolayı ‘Amerika’da Kim Kimdir’ kitabına girmiştim. Herkesin gözünde enikonu bir adamdım. Madalyonun öbür yüzünde ise fesat, anlaşılmaz biri vardı. İçten içe genellikle çok mutsuzdum. Öyle anlar oluyordu ki bütün saygınlığım ve başarılarım dayanılmayacak kadar sıkıcı, yavaş geliyordu bana –tüm bunlardan kaçmak zorundaydım. Bu kaçış, benim için, bir geceliğime ‘bohem’ yaşamaktı. Çıkıp sarhoş oluyor, eve şafak vakti dönüyordum. Ertesi gün pişmanlık bir kaplan gibi üstüme atlıyordu ve ben geriye, ‘saygınlığıma’ dönüp hayatıma devam ediyordum –ta, aynı şeyi yapmak bir kez daha kaçınılmaz hâle gelene dek.

Alkolizmin sinsiliği dehşet verici bir şey. Yirmi beş yıllık içkili hayatım boyunca sadece birkaç kez sabah içkisi içtim. İçkiye başladığım ilk yıllarda bir-iki defa içki alemimiz ikinci güne uzadı ve hatırlayabildiğim kadarıyla sadece bir defa üç gün boyunca içmiştim. İş başında hiç sarhoş olmadım, hiçbir gün işe gitmezlik etmedim, akşamdan kalma olduğum için elimi kolumu kıpırdatamaz durumda olduğum pek enderdi ve içki harcamalarım hep mütevazı bütçemin sınırları içinde kaldı. Kendi mesleğimde ilerlemeye devam ettim. Böyle bir insan nasıl alkolik olabilirdi? Sonuçta mutsuzluğumun sebebi ne olursa olsun, içki olması mümkün değil diye düşünüyordum. Tabii ki içiyordum; ‘uygarlığın zirvesindekiler’ adını verdiğim herkes içiyordu. Karım da içmeyi çok seviyordu. Mutlu evliliğimiz şerefine sık sık birlikte kafa çekiyorduk. Arkadaşlarım, hayran olduğum zekâlar ve edebiyat dünyasının yıldızları da içiyordu. Akşamları içtiğim kokteyller sabah kahvesi kadar vazgeçilmezdi ve sanıyorum içtiğim günlük içki miktarı aşağı yukarı yarım litre idi.

İlk başlarda arada bir olan içki âlemlerinde de hiçbir zaman bir litreyi geçmedim. Başlangıçta bu kadar çok içtiğimi unutmak ne kadar kolaydı! Pişmanlık bir iki gün içimi kemiriyor ama sonra her şeyi mantıklı bir biçimde açıklayıveriyordum: “Müthiş bir sinirsel gerilim içindeydim, bir yerde patlaması gerekiyordu.” veya “Bedenim çökmüştü ve içki beni yeniden harekete geçirdi.” ya da “Konuşmaya dalmışım, kaç tane içtiğimi fark edemedim; fena çarptı.” Ayrıca başımız derde girmesin diye de her zaman bir formül buluruz: “Arka arkaya iki tane içme, hem iki içki arasında da bol bol su iç.” veya “Alkol almadan önce biraz zeytinyağı iç” ya da “Ne içersen iç, ama o lanet olası martinilerden uzak dur.”

Böylece olaysız birkaç hafta geçer; ben de nihayet doğru formülü buldum diye rahatlardım. O içki âlemine de ‘gelip geçici bir şey’ olarak bakılırdı. Birkaç hafta sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi olur, üç ay sonra da unutulur giderdi. İlk başlarda içki âlemleri arasındaki süre sekiz aydı. Ne var ki içimde giderek büyüyen mutsuzluk gerçekti ve bununla ilgili bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum. Bir arkadaşım psikanalizin çok yararını görmüştü. Özellikle kötü bir ‘tek gecelik âlem’in ardından karım benim de psikanalizi denememi önerdi, kabul ettim.

Bilim çağının eğitim görmüş bir evladı olarak, zihinbilim olan psikanalize inancım tamdı. Bu hem tedavi hem de macera olacaktı benim için. İnsanın davranışlarını yöneten iç gizemleri öğrenmek ne kadar heyecan vericiydi; nihayet kendi hakkımda bilinebilecek ne varsa öğrenmek ne harikuladeydi. Lafı uzatmayalım, psikiyatrik macerama tam yedi yılımı ve on bin dolarımı harcadım; bittiğine çok daha kötü bir durumdaydım. Pek çok büyüleyici bilgi edindim tabii, bunların sonradan yararı da oldu. Örneğin, bir çocuğun üzerine titreyip büyüttükten sonra dönüp onu vahşice döverseniz, bu davranışın çocuk üzerinde korkunç yıkıcı bir etki yapabildiğini öğrendim; bu benim de başımdan geçmişti. Çocukluğumuzda yaşadığımız dehşetin izlenimlerini yetişkin hayatımıza yansıtan karmaşık izdüşüm süreçlerini de anladım. İşinin uzmanı bir doktorun ustaca yönlendirmeleriyle bireysel ve kolektif zihinsel ızdırap dünyasında dolaştım. Ama bu arada hem içimdeki ızdırap hem içkim daha da artıyordu. Terapi sırasında içtiğim içkinin miktarı değişmedi; belki bir parçacık arttı ve ben yine de bir gecelik içki âlemlerine gittim. Fakat eskisine göre enikonu sıklaşmıştı bu içkili geceler. Yedi yılda, önceleri sekiz ayda birden şimdi on günde bire inmişti! Ve her şey giderek daha da çirkinleşiyordu.

Bir akşam kendimi şehir kulübüne zor attım; eğer on-on beş metre daha yürümek zorunda olsaydım yere düşecektim. Bir başka sefer eve kan revan içerisinde döndüm. Kasten bir cam kırmıştım. Artık seçkin ve saygın dış görünümümü korumak gitgide zorlaşıyordu. Gösterdiğim çabadan kişiliğim parçalara ayrılacak kadar gerginleşmişti, şizofren olmak üzereydim ve bir gece intihara kalkışacak kadar büyük bir yeis içine düşmüştüm.

Profesyonel dış görünüşüm, yüzeysel olarak iyiydi. Yaklaşık bir milyon dolarlık bir yatırım olan bir yayıncılık girişiminin başındaydım. Fikirlerim ve fotoğraflarım Time ve Newsweek dergilerinde çıkıyordu; ayrıca radyo ve televizyon programlarına çıkıyordum. Her şey, çürük bir temele oturtulmuş muhteşem bir yapı gibiydi. Sallanıyordu ve yıkılmaya mahkumdu. Yıkıldı da. En son içkili gece âleminden sonra eve gelip yemek odası takımını parça parça ettim, altı tane pencereyi ve merdiven parmaklıklarını tekmeyle kırdım. Ayılınca yaptıklarımla yüz yüze geldiğimde duyduğum mutsuzluğu anlatmak imkânsız.

Bilime ve yalnızca bilime olan inancım tamdı. Hep, ‘Bilgi güçtür’ diye öğretilmişti bana. Ama şimdi, benim bireysel durumumc uygulandığında, bu çeşit bir bilginin ‘güç’ olmadığı gerçeğini kabul etmek zorundaydım. Bilim, zihnimi büyük bir ustalıkla parçalara ayırabilirdi ama sonra bu parçaları yeniden bir araya getiremiyordu. Tekrar psikanalistime gittim, kendisine olan inancımdan değil, gidecek başka bir yerim yoktu da ondan. Bir süre konuştuktan sonra birden “Doktor, ben geldim alkoliğim” deyiverdim. Hayrettir, “Evet, öylesin” dedi. “Peki, Tanrı aşkına, bunca senedir bunu bana neden söylemedin?” “İki sebepten” dedi, “Birincisi, emin olamıyordum. Çok içki içen bir insanla bir alkoliği ayıran çizgi çok keskin değildir. Senin durumunda da yakın zamana kadar kesin sonuca varamamıştım. İkincisi de söylesem de zaten bana inanmayacaktın.” Haklı olduğunu teslim etmek zorundaydım. Ancak kendi çektiğim azap beni yerlerde süründürmeliydi ki “alkolik” olduğumu kabul edebileyim. Fakat şimdi tamamen kabul ediyordum. Okuduklarımdan alkolizmin geri dönüşsüz ve ölümcül bir hastalık olduğunu biliyordum.

İçtiğim yıllar boyunca bir yerlerde içkiden vazgeçebilme gücümü yitirdiğimin de bilincindeydim. “Peki, doktor” dedim, “şimdi ne yapacağız?” “Benim yapabileceğim bir şey yok” dedi. “Tıbbın da elinden bir şey gelmiyor. Fakat Adsız Alkolikler diye bir kuruluştan söz edildiğini duydum. Senin durumunda olan insanlarla çok başarılı sonuçlar alıyorlarmış. Garanti vermiyorlar ve iyi sonuç alamadıkları da oluyormuş. Ama istersen denemekte serbestsin. Belki faydası olur.”

AA’ya girdikten sonraki yıllarda, yenik düştüğünü kabul eden ve son derece zor bir eğitimden geçerek edindiği mesleğinin sorunumuza bir çözüm getiremediğini itiraf etmek alçakgönüllülüğünü gösteren o doktor için Tanrıya pek çok kez hayır dua ettim. Bu konuşmamızdan sonra bir AA toplantısının yapıldığı yeri ve saati öğrenip gittim -tek başıma.

Kendimi kurtarabilmek için harcadığım onca çabada eksik olan bir şeyi buldum AA’da. Burada ‘güç’ vardı. Ömrümüzü, alnımızda yazılı olan son güne kadar yaşamak gücü vardı; bir sonraki günü cesaretle karşılama gücü vardı; arkadaş edinme ve başkalarına yardım elini uzatabilme gücü vardı; aklı başında olma gücü, ayık kalma gücü vardı. Tüm bunlar yedi yıl –ve birçok AA toplantısı önceydi. Bu yedi yılda ağzıma hiç içki sürmedim. Dahası, kesinlikle inanıyorum ki, Büyük Kitap’ın ilk bölümlerinde okuduğum ilkelere ulaşmak için, acemice de olsa, uğraşımı sürdürdükçe, bu olağanüstü güç damarımda akmaya devam edecektir. Nedir bu ‘Güç’? Şöyle söyleyebilirim; AA’daki dostlarımla birlikte benden daha Yüksek bir Güç. Kendimi biraz daha zorlarsam kutsal kitapta yazıldığı gibi “Sakin ol ve bil ki ben Tanrı’yım” diyebilirim.

Hikâyem mutlu sonla bitiyor ama geleneksel bir mutlu son değil bu. Daha pek çok cehennem azabı yaşamam gerekiyordu. Ne var ki bu azabı, sizden yüksek bir güç sizinle birlikteyken ve bu güç yanınızda olmaksızın yaşamak birbirinden o kadar farklı ki! Kolayca tahmin edilebileceği gibi, zaten sallanan başarı kulem yıkıldı. Alkolik ortaklarım beni kovdu, kontrolü ele geçirdi ve kuruluşu iflasa sürüklediler. Alkolik karım başka biriyle beraber oldu, benden boşandı ve mülk olarak elimde kalan her şeyi alıp gitti. En büyük, en feci darbeyi de AA’da ayıklığı bulduktan sonra yaşadım. Alkollü günlerimin sisleri arasından parlayan belki de tek güzel ışık iki çocuğuma, oğlumla kızıma duyduğum sevgiydi. Oğlum 16 yaşındayken bir gece birdenbire ve çok trajik bir şekilde öldü. Yüksek Güç yanımdaydı ve beni bu cehennemden de kurtardı –ayık olarak. Oğlumun da O’nun yanında olduğuna inanıyorum. Başımıza ne gelirse gelsin, O’nun sonuna kadar hep bizimle beraber, yanımızda olduğuna inanıyorum.

Hayatımda güzel olaylar da oldu. Yeni eşimle öyle kayda değer bir mal varlığımız yok; göz kamaştırıcı başarılar da kazanmadım. Fakat –lütfen bunu aktif alkolizm sonrası duygusallığıma verin- Cennetten bize gönderilmiş bir bebeğimiz var. Yeni işim öncekine göre şimdi daha iyi ve daha önemli bir düzeyde. Bugün oldukça yaratıcı ve dengeli bir insanım. Ve eğer başıma kötü olaylar gelecekse biliyorum ki asla bunları bir kez daha yalnız başıma yaşamak zorunda kalmayacağım.

 

(15) DOKTOR, ALKOLİK, BAĞIMLI

Bu doktor bir bağımlı olduğuna inanmıyordu. Kendisine iyi geldiğine inandığı birtakım ilaçlar kullanıyordu yalnızca. Kabullenme onun özgürlüğe attığı ilk adım oldu.

Eğer AA’ya yanlışlıkla gelmiş birisi varsa o da benim. AA’ya ait olduğuma inanmıyorum. En çılgın hayallerimde bile, alkolik olmaktan hoşlanabileceğim aklıma gelmezdi. Bana AA’nın lideri olmaktan zevk duyacağım asla ima bile edilmemişti. Bırakın alkolik olmaktan hoşlanmayı, alkol sorunum olabileceği aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Herkes gibi benim de sorunlarım vardı. “Benim problemlerim sende olsa elbet sen de içersin”. Düsturum buydu.

En büyük sorunum karımdı. Eğer sizin de böyle bir karınız olsa mecburen içerdiniz. AA’ya katıldığımda Max’le 28 yıllık evliydik. İyi giden evliliğimiz karımın Al-anon toplantılarına gitmeye başlamasıyla bozuldu. İkide bir bana “Beni sevmiyorsun. Bunu niye itiraf etmiyorsun?” gibi sorular sormaya başlamıştı. Sonra işler iyiden iyiye vahimleşti. Karım, “Benden nefret ediyorsun, hadi bunu itiraf et” demeye başladı. Sonunda ben de ‘Evet’ deyiverdim. “Ancak senden daha çok nefret ettiğim bir şey var, o da cesaretsizliğim” diye ilave ettiğimi de hatırlıyorum. Karım biraz ağlayıp yattı. Ben de biraz ağladım, sonra kendime yeni bir içki hazırladım. (Bugün artık böyle yaşamak zorunda değiliz.)

Max’in böyle olmasının sebebi benim ilgisizliğimdi. Aslında, ben ona çok faza alaka gösterdiğimi zannediyordum. Karımı dört ayrı psikiyatriste göndermeme rağmen, hiçbiri benim alkol sorunuma bir çare bulamamıştı. Hatta çocuklarımı da psikiyatriste gönderdim. Bir keresinde köpeğime bile ruhsal hastalık teşhisi konmuştu. Avaz avaz bağırmıştım karıma “Köpeğin daha fazla sevgiye ihtiyacı var da ne demek oluyor? Git de o kedi köpek doktoruna psikiyatrist falan olmadığını söyle. Bana, köpeği kucağıma aldığımda neden üstüme işiyor, onu söylesin yeter.” (AA’ya katıldığımdan beri köpeğim artık üstümü ıslatmıyor, ben de öyle.)

Max’ın üstüne düştükçe hastalığı daha da arttı. Sonunda onu bir sinir kliniğine yatırmak zorunda kaldım. Beraberce gittik. Fakat kapı üzerime kapanıp içeride kalan ben olunca çok şaşırdım. İçmeye eczacılık okulundayken uyuyabilmek için başladım. Gündüz okula gidiyor, akşam aileme ait eczanede çalışıyor gece de bire ikiye kadar ders çalışıyordum. Böylece çalıştığım dersler kafamın içinde cirit atarken deliksiz bir uyku uyuyamıyordum. Bütün geceyi yarı uyur yarı uyanık geçirdiğim için, sabahları da yorgun ve aptal gibi oluyordum. Bunun da çaresini buldum; ders çalışmam bitince iki bira içip yatıyor, deliksiz bir uyku çekiyor, sabah da dipdiri kalkıyordum.

Bütün tahsil hayatım boyunca içtim ve hep de adım şeref listelerine girecek kadar başarılı oldum. Eczacılık okulu, lisans üstü eğitim, intörnlük devresi, asistanlık, ihtisas çalışmaları ve mesleğe giriş; bütün bu aşamalardan geçerken gitgide daha faza içmeye başlamıştım. Bunu da artan sorumluluklarıma bağlıyordum. “Benim kadar sorumluluk taşıyan, benim kadar uykusuzluk çeken kim olsa içer.” Bahanem de buydu. İş saatlerinden sonra içiyordum. Gecenin bir vakti doktorlara ait otoparkta bir ayağım arabada, bir ayağım yerde buluyordum kendimi. Hatırlayamadığım şuydu; arabaya biniyor muydum yoksa arabadan iniyor muydum? Bazen de telefonu kapatırken kendime geliyordum. Besbelli yataktan kalkıp telefona cevap vermiş ve hastayla konuşmuştum. Fakat hastaya acele hastaneye gelmesini, benim de oraya geleceğimi mi söyledim, yoksa iki aspirin alıp sabah beni aramasını mı istedim, bunu bilmiyordum. Bu aklıma takılınca bir daha uyuyamıyor, dolayısıyla TV’nin karşısına geçip bir taraftan eski filmleri seyrediyor bir taraftan da içiyordum.

İçtiğim içki arttıkça alkolün uyku verici etkisi azalmaya başladı; defalarca uyanıp, tekrar uyuyabilmek için her seferinde içmem gerekiyordu. Fakat hiçbir zaman sabahları içmedim; içkiyi sabah beşte kesiyordum. Eğer saat beşe bir kalayı bile gösterse, içip uyuyordum. Ama eğer beşi bir geçiyorsa kalkıp oturuyor ve bütün gün kendimi çok zavallı hissediyordum. Sabahları kalkmak gittikçe zorlaşıyordu. Kendini böyle berbat hisseden bir hasta bana gelse ne yaparım diye düşününce ilacımı buldum. Tıpkı ona önereceğim gibi, uyarıcı ilaç almak. Almaya başladım da; ya hap olarak yutuyor ya da vücuduma enjekte ediyordum ilacı.

Kısa süre sonra birçok değişik uyarıcı almaya başlamıştım. Bu ilaçlar etkisini göstermeden yataktan kalkamıyordum. Dozu kaçırıp aşırı uyarıcı almışsam bu kez de sakinleştiricilerle denge bulmaya çalışıyordum. Uyarıcılar duymamı etkilemişti. Ağzımdan çıkan sözcükleri kulaklarım izleyemiyordu. Bazı cümleleri tekrarladığımı sanıyordum. Fakat bunu kontrol etmem mümkün değildi. Uyuşturucuları alkolle birlikte kullanmaya başladım. Buna rağmen uyuyamıyordum. Sonunda kendime ameliyatlarda kullanılan narkoz iğnelerinden yapmaya başladım. Daha 10’a kadar sayamadan kendimden geçmek çok güzeldi. Fakat kendi yatağımda yatıp karımın ve çocuklarımın gözleri önünde yapamazdım bunu. Narkoz çantamda; çanta arabada; araba da garajdaydı. Şansıma garaj eve bitişikti. Garaja gidip iğneyi damara sokuyor, zamanı çok iyi ayarlayarak ilacı zerkediyor; enjektörü, turnikeyi arabanın içine fırlatıp kendimi bütün hızımla eve ve yatağıma atıyor ve bayılıyordum. Bir zaman sonra enjekte ettiğim miktarı ayarlayabilmek zorlaştı. Bir gece, uyuyabilmek için kendime üç kez iğne yapmak zorunda kaldım. Sonunda hem içkiyi hem de uyuşturucuyu bırakmaya karar verdim. Fakat bunu başarabilmek için her ikisini de evden atmam gerekiyordu. Evde içki ve ilaç olursa bırakmam imkânsızdı –özellikle de uyuşturucu.

Uyuşturucu, sakinleştirici ya da uyarıcıları, hapçı olduğum için değil, bu ilaçların acılarını dindirici etkileri olduğu için alıyordum. Eczacı bir ailede büyümüş bir eczacı ve doktor olarak, her hastalık için bir ilaç alıyordum ve benim de birçok hastalığım vardı. Bugün artık biliyorum ki ben –çok acil bir durumda dahi- bu uyuşturucularla AA programını bir arada yürütemem. Hem “Tanrım, senin dediğin olur” deyip hem ilaç alamam. “Alkole karşı güçsüzüm ama uyuşturucuların zararı yok” ya da “Beni Tanrı iyileştirebilir ama o zamana kadar kendimi haplarla kontrol edebilirim” diyemem. Sadece alkolü bırakmam yeterli değildi; ayık ve huzurlu olabilmek için her türlü uyuşturucudan da vazgeçmem gerekiyordu. İki defa –ikisi de hafta sonuydu- uyuşturucu ya da alkol almamaya karar verdim. Her ikisinde de Pazar sabahı çırpınma ve titremeler başladı. Ve her ikisinde de bir gece önce içmediğim için, titremelerin alkolle kesinlikle hiçbir ilgisi yok diye düşündüm. Beni tedavi eden nörolog içip içmediğimi sormadı, ben de bir şey söylemedim. Sonunda rahatsızlığımın sebebini anlayamadı ve beni Mayo Kliniğine yatırmaya karar verdi. Konsültasyon yapılması gerektiğine inanıyordum. Durumumu en iyi bilen ben olduğum için, konsültasyonu kendi kendime yapmaya karar verdim. Oturup bu çırpınma ve titremelerin ardındaki gerçekleri gözden geçirdim: kişilik değişimi, korkunç baş ağrıları, birden gelen ölüm duygusu, birden gelen delilik hissi. Teşhisi koyuverdim: Beynimde ölümcül bir tümör vardı, ölüyordum ve herkes arkamdan ağlayacaktı. Mayo Kliniğinin de teşhisimi doğrulayacağından emindim. Dokuz gün süren testlerden sonra konulan teşhis bambaşkaydı. O gün Max’in eve dönüp, koca demir kapıların benim üzerime kapandığı gündü işte. Deliler koğuşuna kapatılıp, Noel akşamı onların verdiği pastaları yemeye zorlanmaktan hoşlanmadığım için içeride öyle bir patırtı koparttım ki beni klinikten çıkardılar. Bir daha hiç içmemeye, hiç ilaç kullanmamaya, hiç küfretmemeye, kızlarla hiç konuşmamaya söz verince Max sorumluluğumu üstlenmeyi kabul etti. Daha uçağa biner binmez kavga etmeye başladık. Çünkü içki bedavaydı ve ben içmek istiyordum. Max kazandı; içemedim. İçemediğim için de konuşmamaya ve bir şey yememeye karar verdim.

İşte sekiz yıl önce karım ve iki kızımla bu hava içinde bir Noel geçirdim. Uçaktan inip eve geldik. Hemen bir şişe viski alıp yatağa girdim. Max telefon edip nöroloğu çağırdı. Nörolog beni hemen bir psikiyatriste gönderdi; o da sinir ve akıl hastalıkları hastanesine gitmemi istedi. Beni göndereceği hastane kendi çalıştığım hastaneydi. Üstelik burada beni bir koğuşa yatırmaya kalktılar. Max’le ben ise özel bir odaya yatırılmam konusunda ısrar ediyorduk. Sonunda Max onlara kim olduğumu söyledi de özel bir odaya alındım.

Hastanede zaman çok yavaş geçiyordu. Neden burada olduğumu bir türlü anlayamıyordum. Bu arada benden diğer hastalarla birlikte el işleri yapmamı istediler. Deri kemerler falan yapacaktım. Ben bunca sene, deri eşyalar yapmak için mi okumuştum. Üstelik neyi nasıl yapacağımı da anlamıyordum. Bir keresinde öğretmen ne yapacağımı dört defa açıkladı ve ben yine anlamadım ama bir daha sormaya utandım. (AA toplantılarına yeni gitmeye başlamıştım ki kendime bir çift çok güzel makosen ayakkabı ve bir de cüzdan yaptım. Ondan sonraki yedi sene her AA toplantısına bu ayakkabılarla gittim, ta ki parçalanıncaya kadar. Yedinci AA yaş günümde Max bana bronza batırttığı bu makosenleri hediye etti. Dünyanın en pahalı ayakkabılarına sahibim şimdi. Bana her an, nereden geldiğimi hatırlatıyorlar.)

Hastanede, hayatıma egemen bir fikri tekrar tekrar düşündüm: Eğer dış dünyayı kontrol edebilsem, iç dünyamda rahata erecektim. Max aynı zamanda hastanede benim hemşiremdi ve kilit altında tutulduğum bu odada işler istediğim gibi gitsin diye zamanımın çoğunu Max’e mektuplar, notlar, talimatlar yazarak ve listeler hazırlayarak geçiriyordum. İnsanın benim yaptığımı yapması için deli olması lazım; fakat karım gibi, her gün gelip bu listeleri almak için insanın herhalde daha da deli olması gerek. (Bugün artık böyle yaşamıyoruz. Max hâlâ büroda benimle çalışıyor ama tüm irademizi ve hayatımızı Tanrı’nın ihtimamına teslim ettik. Üçüncü Basamak’ı birlikte yaptık. On İki Basamak’ın yardımıyla iç dünyamı düzene soktum ve dış dünyayı da kendi hâline bıraktım; böylece eski düşüncelerim değişikti ve hayatımız çok kolaylaştı.)

Bir gün hastanede otururken psikiyatristim  gelip AA’dan biriyle konuşmak ister misin? diye sordu. İlk tepkim, zaten koğuştaki hastalara yardım ettiğimi, kendi problemlerim olduğunu, bir de AA’dan gelen bir sarhoşla uğraşamayacağımı söylemek oldu. Fakat doktorun yüzündeki ifadeden bu adamı görmeyi kabul edersem çok memnun olacağını anladım. Ve sırf doktorun gönlü olsun diye evet dedim. Odaya palyaço gibi bir herif girip koca sesiyle ‘Adım Frank, alkoliğim’ diye bağırınca ve hele bir de kahkaha atınca verdiğim karardan pişman oldum. Herhalde deliydi zavallı; hayatta övünebileceği tek şey alkolikliğiydi. Sonradan adamın avukat olduğunu öğrendim. Hiç istemediğim hâlde o akşam onunla beraber ilk toplantıma gittim. Bu arada acayip bir şey oldu. Hastanede yüzüme bile bakmayan bir psikiyatrist vardı. Her gün gelip bana AA toplantılarını sormaya başladı. Önce onun da alkolik olabileceğini ve AA hakkında bilgi toplamak için beni toplantılara gönderdiğini düşündüm. Sonradan benim AA toplantılarına iyice alışmamı beklediğini ve ancak o zaman beni hastaneden taburcu edeceğini anladım. Onu atlatabilmek için Frank’ten beni her akşam toplantılara götürmesini istedim. Cuma hariç her akşam götürmeyi kabul etti. Sanıyorum Cuma akşamları kız arkadaşlarıyla buluşuyordu.

Bu AA nasıl düzensiz bir organizasyondu böyle? Derhal benim psikiyatriste Frank’i şikâyet etim. Oralı bile olmadı ve beni Cuma günleri toplantılara götürmesi için başka birini ayarladı. Sonunda taburcu oldum ve Max’le birlikte toplantılara gitmeye başladık. Bana bir kuruşluk faydası yoktu ama Max’e bayağı yardımcı oluyorlardı. Arada oturup birbirimizle konuşuyorduk.

AA’da ilk konuşmamı tam bir yıl sonra yaptım. Önceleri ötekilerle birlikte gülüyordum ama duyduklarımın da deli saçması şeyler olduğunu düşünüyordum. ‘Ayık’ sözcüğünü kendimce ‘içmek ama sarhoş olmamak’ olarak yorumluyordum. Bir gün, iriyarı, sağlıklı bir adam çıkıp “Bugün içmezsem, bugün başarılıyım” deyince “Herif saçmalıyor” dedim kendi kendime. “İçmemekle övünmeye gelinceye kadar her gün yapacak dünya kadar işim var benim.” Tabii içmeye devam ediyordum. (Bugün benim için en önemli şey, o gün için ayık kalmak; bundan daha önemli bir şey olamaz.)

Toplantıların tek konusu içki ve içmekti. Konuşmalar susatıyordu beni. Çok önemli sorunlarım vardı; içmek gibi önemsiz bir sorun yerine bunları anlatmak istiyordum. Öyle ‘her gün ve 24 saat’ içmemeye falan da inanmıyordum. Nihayet yedi ay sonra bunu denemeye karar verdim. Bugün ise artık içmiyorum ve içkiyle uzaktan yakından ilintisi olmadığına inandığım sorunlarım bile yok olup gitti ya da ben onlarla kolayca başa çıkabiliyorum.

AA’ya ilk katıldığımda artık uyuşturucu kullanmıyordum ve içkiyi ve hapları da biraz azaltmıştım. Bir süre sonra alkolü de hapları da tamamen bıraktım. İçki isteğim azalınca, alkolden uzak durmak kolaylaştı. Fakat ilaç yoksunluğunun öksürük, ağrı, endişe, uykusuzluk, kramplar ve mide bulantısı gibi belirtileri bir süre devam etti. Sonra onlar da yok oldu. Bugün artık hiçbir uyarıcı ya da sakinleştiriciye ihtiyaç duymuyorum. Alkolizmin bir ahlaksızlık değil de hastalık olduğunu anladıktan sonra sorunumla baş etmek kolay oldu. Ben, varlığından haberim bile olmadığım bir zorlamanın sonucu içiyordum; ayıklığın iradeyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. AA’daki insanlarda bende olmayan çok farklı bir şey vardı; fakat ben bir türlü, onların yaptıklarını yapabilmek için, teslim olmuyordum.

Sonunda, içki sorunuma çözümün kabullenme olduğunu anladım. AA’da, programa pek de fazla güvenemeden yedi ay geçirdikten, alkol ve ilaçlardan hemen hemen tümüyle vazgeçtikten sonra, sonunda “Pekâlâ Tanrım” dedim, “ne yapalım ki benim haberim bile olmadan geldi bu başıma, ben gerçekten bir alkoliğim. İyi, güzel de şimdi ne olacak?” Sorunu değil de yanıtı yaşamaya başladım ve sorun da sorun olmaktan çıktı. O andan itibaren de bir daha hiç içmedim.

Bugün artık tüm sorunlarımın çözümü kabullenmedir. Canım birine veya bir olaya sıkıldığında, o insan ya da olayı olduğu gibi kabul ederek huzur buluyorum. İlahi âlemde kesinlikle hiçbir şey tesadüfi olmuyor. Eğer alkolik olduğumu kabul etmezsem ayık kalamam; yaşamı da olduğu gibi kabul etmezsem mutlu olamam. Dünyayı değil, kendimi ve davranışlarımı değiştirmem lazım.

Shakespeare “Dünya bir sahnedir, bizler de oyuncular” demiş. Benim baş eleştirmen olduğumu söylemeyi unutmuş olmalı. Her insanda, her olayda bir kusur bulur, bunu da memnuniyetle dile getirirdim; çünkü her alkolik gibi ben de mükemmel arıyordum. AA ve kabullenme bana en kötü insanın içinde bir parça iyilik, en iyi insanın içinde bir parça kötülük bulunduğunu, hepimizin Tanrı’nın kulları olarak yaşama hakkına sahip olduğunu öğretti. Kendimden ya da bir başkasından şikâyetlenirsem Tanrı’nın eserinden şikâyet ediyorum demektir; her şeyi Tanrı’dan daha iyi biliyorum demektir.

Yıllarca benim gibi iyi bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyin alkolizm olduğunu düşündüm. Bugün ise, alkolik oluşumun başıma gelen en iyi şey olduğuna inanıyorum. Bu da benim için neyin iyi olduğuna karar verecek olanın ben olmadığımı gösteriyor. Kendim için neyin iyi olduğunu bilmezsem, bunu başkaları için nasıl bilebilirim. Artık kimseye nasihat çekmiyorum, şöyle olsa, böyle olsa demiyorum; hayatı, özellikle de kendi hayatımı olduğu gibi kabul ediyorum. AA’ya katılmadan önce tüm dünya beni hareketlerimle yargılarken, ben kendimi isteklerime göre yargıladım.

Kabullenme karımla olan sorunlarımı da çözdü. Bunu şöyle açıklayabilirim: AA sanki bana yeni bir çift gözlük verdi. Max’le ben şimdi 35 yıldır evliyiz. Onunla evlenmeden önce, Max daha utangaç, sıskacık bir kızken, ben onda başkalarının görmediği bir güzellik, çekicilik, neşe, mizah duygusu ve daha birçok özellik görmüştüm. Evlendik, karımın bu özellikleri gözümde daha da belirgin hâle geldi ve çok çok mutlu olduk. Sonra içmeye ve gitgide daha çok içmeye başlayınca görüşüm bulanıklaştı. Karımın iyi yanları yerine kusurlarını görmeye başladım. Kusurlarına kafamı taktıkça, bunlar büyüdü ve çoğaldı gözümde. Karıma, onun bir hiç olduğunu söyledikçe, o kendini benden çekti. Ve ben içtikçe o da canlılığını yitirdi.

Birgün AA’da olaylara yanlış yönde baktığım söylendi bana: Huzur duamızdaki ‘değiştirebileceklerim için cesaret’ sözcüklerinin evliliğimi değil kendimi değiştirmemi ve karımı olduğu gibi kabul etmem demek olduğunu anladım. AA bana yepyeni gözlükler verdi. Şimdi karımın güzel tarafları gözümde yine büyümeye başladı. Aynı şeyi AA toplantılarında da yapıyorum –eğer toplantılarda, biraz geç başlamak, uzun süren konuşmalar, sigara dumanı gibi ayrıntılar üzerinde durursam toplantıdan hiçbir şey alamam. Fakat toplantıdan bir şey almak yerine, ben toplantıya nasıl katkıda bulunabilirim diye düşünürsem ve dikkatimi toplantının iyi yönleri üzerinde toplarsam her şey daha da iyiye gidiyor. Gününüz iyi olacak diye düşünürseniz iyi, kötü olacak diye düşünürseniz kötü olur. Eğer ortaya bir sorun çıkar da ben bütün dikkatimi bu sorun üzerinde yoğunlaştırırsam, problem daha da büyür, ama eğer dikkatimi çözüm üzerine yoğunlaştırırsam yanıta çok çabuk ulaşırım.

Max’le ben birbirimize artık düşüncelerimizi değil duygularımızı anlatıyoruz. Evvelden farklı düşüncelerimiz yüzünden tartışırdık; fakat duygularımız yüzünden tartışamayız ki. Karıma öyle düşünmemesini söyleyebilirim ama onun duygularını ondan alamam. Hissettiklerimizi birbirimize söylüyor, böylece hem kendimizi hem de birbirimizi çok daha iyi tanıyoruz.

Max’le ilişkimizi bu duruma getirmemiz hiç de kolay olmadı. Tersine, programı en zor uygulayabildiğim konular evim, çocuklarım ve karım oldu. Önce eşimi ve ailemi sevmeyi öğrenmem gerekti. Sonunda On İki Basamak’ın her birini tekrar tekrar yaptım. “Alkole karşı güçsüzüm ve ev hayatımı idare edilemez hâle getiren benim” dediğim Birinci Basamak’tan, Max’ı hasta bir insan olarak görüp ona AA’ya yeni katılan birine yaptığım gibi sevgiyle yaklaşıp yardım etmeye çalıştığım On İkinci Basamak’a kadar kafamda hep özellikle karım vardı. Öyle yapınca da işler yoluna girdi.

En önemli hususlardan biri de şu: Huzurumla beklentilerimin ters orantılı olduğunu hiç aklımdan çıkarmıyorum. Max’ten ve öteki insanlardan ne kadar çok şey beklersem huzurum o kadar azalıyor. Beklentilerimi bir kenara koyduğumda çok daha huzurlu oluyorum. Tıpkı beklentilerim gibi “Bu benim hakkım” diye düşünmeyi de bırakmam lazım. Kendime şu soruyu soruyorum; “Hak ediyorum dediğim şey çok mu önemli; huzurumdan ve ayıklığımdan daha mı önemli?” Huzurum ve ayıklığımı her şeyden üstün tuttuğumda ortada sorun falan da kalmıyor.

Kabullenme, Tanrı ile olan ilişkimde anahtar sözcük. Orada böylece oturup Tanrı’nın bana ne yapmamı istediğini söylemesini beklemiyorum. Ben yapmam gerekeni yapıp sonuçları O’na bırakıyorum. Sonuç ne olursa olsun, ortaya çıkan Tanrı’nın benim için istediğidir. Düşüncelerimi, beklentilerim değil, kabullenmem üzerinde yoğunlaştırmalıyım, çünkü huzurum, kabullenmemle doğru orantılı. Bunu unutmuyorum. Tanrı’ya şükür AA var.

 

 

III. BÖLÜM: Hemen Hemen Her şeylerini Kaybetmişlerdi:

Şimdi okuyacağımız 12 hikâye alkolizmin en ızdıraplı safhasını anlatıyor. Çoğu her şeyi denedi –hastaneler, özel tedaviler, akıl hastaneleri ve hapishaneler. Yalnızlık, korkunç bedensel ve zihinsel ızdırap -bu, hepsinin ortak yanıydı. Çoğunun yaşamı her açıdan bir enkaz hâline gelmişti. Kimileri alkolle yaşamayı sürdürmeye çalıştı. Diğerleri ölmek istedi. Alkolizmin kimseye saygısı yoktu; alkolizm insan ayırdetmiyordu –ne zengin, ne yoksul, ne tahsilli, ne de tahsilsiz. Hepsi kendilerini aynı akıbete gider buldular ve görünüşte bu gidişi durdurmak için hiçbir şey gelmiyordu ellerinden. Şimdi hepsi yıllardır ayık ve bize nasıl iyileştiklerini anlatacaklar. Çünkü onlar Adsız Alkoliklere gelmek için asla çok geç olmadığının canlı birer kanıtı.

 

(1) BEŞ KEZ KAYBETTİ, SONRA KAZANDI

Hapishanede gördüğü kötü muamele bile bu sert mahkûma boyun eğdiremedi. Beşinci soygun suçundan hapiste cezasını çekerken bir mucize oldu.

Çoğu alkolik için olduğu gibi, hayat benim için de “Ye, iç, keyfine bak, çünkü yarın öleceksin” dedi. Fakat, tabii ki ölmedim. Her defasında fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak acılarla kıvranarak uyanıyordum. İçine düştüğüm çukurdan beni daha fazla alkolden başka hiçbir şey çıkaramazdı. Daha sonraları o çukurdan çıkabilmek için alkolle birlikte başka uyuşturucular da gerekli olmaya başladı. Daha sonraları ise, alkolle uyuşturucuların bile bir yararı olmadı.

Ölümden daha beter şeyler vardır, fakat ilerleyen, insanın kendisinin neden olduğu, yavaş yavaş intihar ederek ölmekten daha kötüsü var mı? Alkolik, ölümü tekrar tekrar pek çok kez yaşar. Alkol, insan hayatından cesareti zorla alır, insanın beynini kemirir; öyle ki sonunda alkoliğin gözleri gerçeklere kapanır. On iki yılımı hapiste geçirdim, bir tek gün bile, içki içmeseydim hapse düşmemiş olacağım aklıma gelmedi.

AA olmasaydı, hapiste … Bilmiyorum neler olurdu ama bana öyle geliyor ki bugün hayatta olmazdım. Bakın, ben tam beş kez kaybetmiş bir insanım; bu, beş defa silahlı soygundan hüküm giydim anlamına geliyor (aradaki vakaları saymazsak tabii). Dört cezaevinde ve birçok suçlu kampında yattım. Kamplardan birinde geçirdiğim iki yılda kayıtlara ıslah ve iflah olmaz bir mahkûm olarak geçtim. Ayrıca bazen toplumun ölçütlerine göre deliriyordum. Fakat taş ocağında sekiz kiloluk bir balyozla bacağımı kırdığımda, vücudumu kullanarak sisteme karşı savaşıyordum. Ayaklarımı külsuyu ve su karışımına sokup, bu karışımın beş saat boyunca parmaklarımı ve ayağımı eritmesini beklerken de aynı şeyi yapıyordum. Tahrikçi, sürekli bela arayan biriydim; yanımda da benim gibi amansız bir sürü adam vardı.

Ceza biliminin bilimsel açıklamasına girerek konu dışına çıkmak istemiyorum. Yine de bir şeyden eminim: AA’ya giren cezaevi sakinleri özgür kalma şanslarını büyük ölçüde arttırıyorlar, bu ispat edilmiş bir gerçek. Ama şu da var, eğer cezaevinde yatan kişi ‘dışarıdaki’ şansını artırmak istiyorsa, AA’nın yaşam biçimini ‘içeride’ kendi hayatında yaşamalı.

Alkol insanın kişiliğini –sağlıklı bir kişiliği bile değiştirir. Eğer benim kişiliğim yetersiz, antisosyal ve acayipliklerle dolu ise ve ben bunu bir de alkol ve uyuşturucularla değiştiriyorsam, tombala! Bütün iyi niyetlerim uçar gider, olayların sonuçlarından hiçbir şekilde korkmam, hiçbir şeyi umursamaz olurum, davranışlarımdan hiçbir sorumluluk duymam. Geçmişte her zaman yaptıklarımı tekrar yapmaktan başka ne gelir ki elimden? –Geçmişteki gibi yap ve hapse dön. Hapisteki insanların üçte ikisinin suç işlediklerinde alkol veya uyuşturucu veya her ikisinin de bir arada etkisinde oldukları tahmin ediliyor. Ne var ki mahkûmlar AA’ların içki hikâyeleriyle özdeşleşemezler. Bu anlaşılamayacak bir şey değil. Çoğumuz alkolizmin tüm boyutlarını –ilerleyen türden bir alkolizmi veya AA’da duyduğumuz içkili yaşamın bütün safhalarını yaşayacak kadar kalmadık ‘dışarıda’. Hapisten çıktığımızda hep veya hemen hemen hep, iyi niyetliydik. Fakat içtiğimiz ilk içkiyle bütün iyi niyetler yok oldu; kişiliklerimiz değişti. Bildiğimiz bir yaşam biçimi olan eski yaşam biçimimize döndük –öfkeyle, intikam duygusuyla, küskünlüklerle, korkuyla, bağımlılıkla, inkârla, inatla, sorumsuzlukla dolu bir yaşam biçimine. Ve kendimizi yine hapiste bulduk ve kişiliklerimiz burada daha da beter çarpıldı.

İki şey gerekli: Ayıklık ve kişiliğin değişmesine ve manevi bir uyanışa yönelik bir plan. Çoğu insan AA vasıtasıyla, sadece AA ilkeleriyle yaşayarak ve diğer AA’larla ilintisini sürdürerek bu değişim ve uyanışa ulaşıyor. Bizler bunu bir şeyler almasa açık bir kafayla ve insanın, alkol ve diğer uyuşturucular olmaksızın, kendini iyi hissettiği bir yaşam sürmek için istekli olarak AA toplantılarına katılmak suretiyle başarıyoruz. AA’da kendimizden kurtulma deneyimini yaşıyoruz. Yolumuza çıkıp bizi engelleyen, her şeyi tezgâhlayan, bizi felakete sürükleyen, sevdiklerimizi inciten (siz, ben) kendimizdik. On İki Basamak eski ‘ben’i öldürmek (balon gibi şişmiş egoyu patlatmak) ve yepyeni, özgür bir kişi (‘ben’) yaratmak için hazırlanmış.

AA’nın bana öğrettiği iyi şeylerden söz etmek istiyorum. Sadece birkaç kötü olay anlatmak, bu satırları tutuklu olarak hapiste okuyacaklara nerelerden geldiğim hakkında bir fikir verecektir sanırım. Doğduğum eyaletteki hapishanede on bir ay diğer mahkûmlardan ayrı, tek başıma yattım; bu on bir ay boyunca beş defa da ‘delik’e (çıplak, beton-çelik karışımı bir hücre) atıldım. Bu karanlık hücrede onar günlük sürelerle kaldım; her gün sadece ekmek ve su, her üç günde bir de üç kap yemek veriliyordu. Suçlular kampına düşünceye kadar bu koşulların çok kötü olduğunu düşünmüştüm; buranın eni ve boyu yattığınız zaman ancak sığabileceğiniz kadardı. Her gün bulamaç hâline getirilmiş bisküvi ve su veriyorlardı. Her üç günde bir (on günde verilen tek yemek) üç kap yemek yiyordum, ama bu yemeği almadan önce, yemeği dağıtanın ne kadar zalim olduğuna bağlı olarak ya bir bardak hintyağı ya da bir bardak gaz yağı içmek zorunda kalıyordum.

İlk başta, bu uygulamayla 90 kilodan 59 kiloya düştüm ve çoğu zaman ‘delik’te olduğum için kilo alamıyordum. Kollarımda kayışlar ve zincirler, ayaklarımda da sürekli pranga takılıydı. Ters yüz edilmiş pantolonu prangaların içinden geçirmeyi öğrenince üzerinizdeki bunca zincir ve kayışa rağmen giyinmek pek sorun olmuyordu. Kimsenin ulaşamadığı, yakınlaşamadığı o kötü mahkûmlardandım. Hatırladığım kadarıyla AA’dan ilk kez yirmi yıl önce haberim oldu. Hapishanenin konferans salonunda büyük bir AA toplantısı yapılıyordu (iki tane kocaman kırmızı ‘A’ harfi hâlâ gözümün önünde).

O zamanlar kiliseye gidenlere güvenmiyor ve AA’nın da iradesi ya da kişiliği zayıf kişilere göre olduğunu düşünüyordum. Ne olduğunu, ne olmadığını anlamaya çalışmadım bile. Alkolik olduğumu bilmiyorum ve (pek çok mahkûm gibi) geçmişte başıma gelenlerle alkol arasındaki bağlantıyı göremiyordum.

Dört yıl sonra, Los Angeles’ta hapishane dışındaki ilk AA toplantıma gittim. Sonraki beş yıl boyunca Los Angeles, Phoenix ve San Francisco’daki AA gruplarına girdim, çıktım. Sonunda, bütün kitapları çöpe attım ve bir daha asla AA’ya dönmemeye karar verdim. Yaşayan bir ölüydüm.

California’dan ayrılıp doğduğum eyalete geri döndüm. Alkol tedavisi için pek çok kez hastaneye yatmıştım. Sonra son suçumu işledim. Bir kişinin hafif yaralandığı (düşünün, birini öldürebilirdim) bir silahlı soygundan üç hafta sonra yakalanıp tutuklandım. Gözümü hapiste açtığımda alkol ve uyuşturucunun etkisi geçmişti, midem bulanıyordu. Dört kez kaybetmiştim ve şimdi, beşinci kez, yine ağır cezadaydım. Bu, benim dünyamın sonuydu. Neyse ki sadece 15 yıl yedim ve eski yuvama (hani şu onca zaman hücre cezamı çektiğim hapishaneye) döndüm.

Kırk dört yaşındaydım ve hayatım harcanıp gitmişti. Müthiş bir umutsuzluğa kapılmıştım. Dibe vurmuştum. Ama hâlâ hapishanedeki AA toplantılarına gitmiyordum. Eski iflah olmaz ben olmuştum yine –diğer mahkûmların birkaç tanesiyle başım belaya girdi, ayrıca kaçmayı planlıyordum. Eğe kaçmayı başaramayacak olursam bir daha ömür boyu buradan çıkamazdım. Sonra bir mucize oldu. Bir Pazar günü hapishanenin soğuk hava deposunda sayım yapıyordum. Birden kapının iç tarafına asılmış bir yazı dikkatimi çekti. Bu, Huzur Duası’ydı! Sözcükler sanki beynime kazındı. O anda, ilk AA toplantılarımdan birinde “Eğer bir alkolikseniz ve eğer içmeye devam ederseniz, sonunuz ya ölüm ya da deliliktir” denildiğini hatırladım. Ama ölmeden önce cehennemde yaşamaktan söz edilmemişti! Evet, Huzur Duasının ne olduğunu biliyordum –AA bana öğretmişti. Bu benim cankurtaranımdı, değişimimi başlatan son etkendi (Şu anda da yatak odamda Huzur Duasına bakıyorum; aynı hapishanedeki AA grubu birkaç yıl önce onu bana hediye etmişti). Sanırım Huzur Duasını o soğuk depodaki kapının arkasında görmemden sonraki 24 saat içinde ilk Üç Basamak’ı ilk kez yaptım. Tümüyle teslim olmuştum. Durumumu kabullenmeye, rahatlamaya ve uyku uyumaya başladım. Ardından, sonraki ilk toplantıdan itibaren hapishanedeki bütün AA toplantılarına gittim. Cezamın on sekiz ayını çekmiştim ki o eski ıslah olmaz mahkûmun yerini, iyi hâli görülmüş bir mahkûm almıştı (Tanrı insanlara yardım ediyor). İyi hâl gösterenler birimine transfer oldum. Burada geçirdiğim bir yıl hayatımın da acılı yılı oldu.

Büyümek çok acılı oluyor, eğer ‘sivil’ AA dostum Gene olmasaydı, uyum sağlamaya çalıştığım bu yılı atlatamayabilirdim. Benim için izin çıkarıp evine götürdü. Gene ve eşi evlerine kabul etmekten de öte bir yakınlık gösterdiler banma. Gene bütün dertlerimi dinledi, karısıyla bana insan muamelesi yaptılar. Kısa bir süre sonra, devlet hapishanesinde o zamanki 10.000 mahkûm arasından, benim gibi daha önceden ‘yönetilmesi zor mahkûmlar’ın bir çeşit danışmanı olarak eğitilmek üzere seçilen sekiz kişiden biri de bendim.

Dokuz aylık bir eğitimden sonra, benim dışımda bütün sınıf şartlı tahliye edildi ve ıslahhanede çalışmaya başladı. Ben –eminim Tanrı’nın yardımıyla- vali cezamın beş yılını affedinceye kadar, şartlı tahliye olamadım. Beş yılım affedilince, cezamın üç yıldan daha azını çekmiştim ki şartlı olarak salıverildim. Ben de danışman olarak ıslahhanede çalışmaya başladım. Bunun nasıl bir mucize olduğunu ancak hapishaneyi bilenler anlar. Bu ıslahevinde birkaç ay çalıştıktan sonra, alkolik hastalara danışmanlık yapmak üzere İl Akıl Sağlığı Merkezine gönderildim. Şimdi, bir yıldan fazla oldu, alkolizm üzerine danışmanlık yapıyorum; şartlı tahliye sürem bitti, artık serbestim. Ara sıra eski hapishaneme gidip AA ile ilgili konuşmalar yapıyorum ve –düşünebilir musunuz- cezaevi müdürüyle dostuz. Kendimi, son içkimi içtiğim günden beri değil, cezaevinde AA’ya ilk gittiğimden bu yana ayık sayıyorum. İçmemek ayık olmak anlamına gelmiyor.

Üç hafta önce bir gün telefonum çaldı. Arayan yirmi üç yıldır sesini duymadığım eski karımdı. 27 yaşındaki oğlumuzun Deniz Piyadesi eğitimini tamamladığını ve okuldan mezun olduğunu söyledi. Oğlum üç ay sonra evlenecekti ve benimle özel olarak görüşmek, beni düğününe davet etmek istiyordu.

Oğlumu en son, o daha üç buçuk yaşındayken görmüştüm. Beni tanımıyor, ben de onu tanımıyorum. Onu bu ay görebileceğim için Tanrı’ya şükrediyorum. Düğünde karımı ve kızımı da görebilmeyi umuyorum. Son gördüğümde kızım henüz bir buçuk yaşındaydı. İki yıl kadar önce, hatalarımı telafi etmek istemiş ve çocuklarımla bağlantı kurmaya çalışmıştım. Ama o zaman henüz Tanrı’nın benim için tanıdığı vade dolmamıştı. Ben tüm bu olanlara layık bir insan değilim; başıma gelen güzel şeyleri kastediyorum. Her şeyi Tanrı’ya ve AA’ya borçluyum. Hiçbir şey için “Bunu da tek başıma yaptım” demiyorum. Gelecek ay elli yaşımı dolduracağım; oğlumu ve kızımı henüz görmedim. Kızımın iki çocuğunu, torunlarımı da görmedim, fakat her şey için minnettarım. Bir rüyada yaşıyor gibiyim.

Beni bağışlayın –son ortaya çıkan bu olaylardan daha fazla söz edemem; uzun yıllar önce terk ettiğim ailemi görecek olmamla ilgili tahmin yürütemem. Ben yalnızca bugünü yaşayabilirim. Onları hiçbir zaman göremeyebilirim; buna da razı ve hazırlıklı olmalıyım. Bu çok zor bir şey ama ben ancak böyle gelebildim bugüne. Hâlâ kendini beğenmiş, benmerkezci, kendi erdemine inanan bin insanım; hâlâ alçakgönüllü değilim, hatta bazvn yapmacıklı da davranıyorum; fakat daha iyi bir kişi olmaya ve insanlara yardım etmeye çalışıyorum. Sanırım hiçbir zaman bir aziz olamayacağım, fakat ne olursam olayım ayık ve AA’da olmak istiyorum. ‘Alkolik’ sözcüğü artık canımı sıkmıyor; aslında kendimden söz ederken kulağıma melodi gibi geliyor. Siz AA’dakiler ve özellikle siz hapishanedeki dostlarım; Tanrı hep sizinle olsun. Sakın unutmayın şimdi bir seçeneğiniz var.

 

 

(2) KRONİK ALKOLİZME TERFİ ETMİŞTİ

Meslek sahibi bir genç hanımdı; yalnız başına gizli gizli içmeyi tercih ediyor, ilelebet hep böyle olacağını umuyordu. Fakat Tanrı başka türlü olmasını istemişti.

Ben hep alkolik değildim. Aslında oldukça normal, kendini kontrol edebilen bir içkici olmaktan çıkıp alkolik olmam son on beş yılda ortaya çıktı. Bu, bir gece normal bir içkici olarak yatağa girip ertesi sabah alkolik olduğum anlamına gelmiyor tabii ki. Her şey bu kadar basit değil.

İçkiye 20 yaşındayken toplantılarda, balolarda çevremdekilere katılmak için içerek başladım. İçki kendimi bir yetişkin, olgun bir insan gibi hissetmemi sağlıyordu. Sanırım içkinin benim için çekici olan bir yanı da aile içinde yasak olmasıydı. Bu sebeple özel olarak kendine çekiyordu beni. Bir süre sonra içkiden ve beni etkileme biçiminden gerçekten zevk almaya ve her fırsatta içmeye başladım. Sonunda öyle bir gün geldi ki artık ortada bir fırsat yokken de içiyordum. Evde yapacak bir iş bulamadığımda –mesela canımın sıkıldığı bir akşam- gizlice yukarı odama içki götürüyordum ve bu bir âdet hâline gelmeye başladı. Sonra, bir gün bir otel odasına kapanıp bir hafta boyunca aralıksız içtim çünkü ailem yaklaşan evliliğime karşı çıkıyordu. Benim için doğru olduğuna inandığım bu evliliği yaparsam, içki sorunuma da bir çözüm bulmuş olacağımı düşünüyordum. Mutlu olacağımı ve artık o kadar çok içmeyeceğimi sanıyorum. (Zannederim, ilk korku duygusu içime o otel odasına kapanıp tek başıma içtiğim günlerde düştü. Otel idaresi, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamış ve bir doktor çağırmıştı. Doktor da uykuya ihtiyacım olduğunu anlamış ve bana bir şişe uyku ilacı bırakmıştı. Ben de o sarhoş hâlimle, ilacı doktorun tavsiye ettiği gibi bir ya da iki tane alacak yerde bütün hepsini yutmuştum. Açıkgöz bir oda hizmetçisi durumu fark etmemiş olsaydı, ölebilirdim orada. O günden sonra da içimde bir korku kaldı; çünkü içtiğimde bana neler olduğunu hatırlamamakla kalmıyor, aynı zamanda olanları kontrol de edemiyordum. Ve öyle görünüyordu ki bu konuda elimden gelen fazla bir şey yoktu.)

Sınırı geçmiştim artık ve sonraki beş yıl korku, başarısızlık ve hüsranla doluydu. Bu yıllar boyunca içkim yüzünden bir sürü felaket yaşadım; evliliğim bozuldu, çocuğum öldü ve daha birçok olay –ama bunların içkim üzerinde çok az etkisi oldu. Aslında bu olaylar daha çok içmek için, unutmak için bulunmaz bahanelerdi. Biraz önce sözünü ettiğim çizgiyi Washington D.C.’de geçtim ve ondan sonra da alkolizmin gerçekten en kötü safhası başladı.

14 yıl önce Washington’da yaşadığım son Noel’i hatırlıyorum. Noel’den birkaç gün önce normal bir kontrol için dişçiye gitmiştim. Çekilen röntgende birkaç dişimin çekilmesi gerektiği anlaşıldı. O günlerde çok fazla içmiyordum; çünkü tamamen kontrolümden çıktığını henüz fark etmemiş olmakla beraber, içki içmemde anormal bir şeyler olduğunu anlamıştım. Dişlerimin çekileceği gün doktora giderken biraz sinirliydim. Bundan dolayı da önceden birkaç kadeh içmiştim, dişlerim çekildikten sonra ise çok sinirliydim, birkaç tane daha içtim. Eve döndüğümde canım çok yanıyordu. Bir buz torbası alıp yatağa girdim. Ertesi gün buz torbası ve ben hâlâ yataktaydık –ama yanımızda bir de şişe vardı!

O sıralarda içme biçimim öyle bir hâle gelmişti ki bir kere içmeye başladım mı şişeyi yatağıma götürüyor ve orada sızıncaya kadar içiyordum. Haftanın geri kalanı da sisler içinde geçiyordu. Böyle sürüp gidiyordu işte. Kocamla korkunç kavgalar ettiğimi, sakladığım içkileri defalarca bulup attığımı, sonra kocam uyuyuncaya kadar bekleyip cebinden para çaldığımı ve gidip yeniden içki aldığımı hayal meyal hatırlıyorum.

Bir gece kocam bir arkadaşıyla beraber odama geldi ve bana giyinmemi söyledi –gidiyorduk. Karşı koydum, mücadele ettim ama hiç yararı olmadı. Beni evden çıkarıp apar topar dışarıda bekleyen bir arabaya koydular; üzerimde sadece bir gecelikle sabahlık vardı. New York’a gidiyorduk; kocam beni oraya götürüp kız kardeşimin yanına bırakmayı planlamıştı. Yolda kendimi arabadan atmaya çalıştım; rol değil gerçekten atacaktım. Sonunda durup bana bir şişe içki aldılar; beni neyin sakinleştireceğini çok iyi biliyorlardı.

Gün doğarken kız kardeşimin evine vardık. Kız kardeşim, kocası ve kocam uzun uzun tartıştılar. İstenmediğimi, o sarhoş hâlimle ben bile anlıyordum. Annemle babam o gün tatile çıkacaklardı ve kız kardeşim sarhoş kızlarını orada bulmalarını istemiyordu. Böylece gerisingeri Washington’a doğru yola çıktık. O kadar güçsüz ve yorgundum ki kendimi arabadan atmaya kalkışamadım bile.

Dönüş yolculuğumuz bir ölüm sessizliği içinde geçti. Kocam eve girmeme yardım etti, kendi bavulunu topladı ve bana biraz para verdi. Bu parayla ne yapacağımın umurunda bile olmadığını ama tamamıyla ayılıncaya kadar başka para alamayacağımı söyledi. Artık bıkıp usandığını –ve beni bir daha asla görmek istemediğini de ilave etti. Korkmuştum, hem de çok korkmuştum ve üç gün içinde ayıldım. Noel’den önceki gün kocama telefon edip artık ayık olduğumu söyledim ve eve dönmesini istedim. “Bakalım” dedi. Günün geri kalan kısmını bekleyerek geçirdim ve bütün gece de bir aşağı bir yukarı dolaşıp durdum.

Noel günü öğle vakti New York’a aileme telefon edip Noel’lerini kutladım ve çok iyi olduğumu söyledim. Onlarla konuşurken neredeyse boşanıp ağlayacaktım ama ağlamadım. Bu, o Noel’de hatalarımı telafi için yaptığım tek hareketti. Birkaç saat daha geçti. Kocamdan ne bir haber almıştım ne de kendisi gelmişti. Bir anda biz alkoliklerin çok iyi bildiği o duyguya kapıldım. “Ne yararı var? Ne anlamı var doğru olanı yapmaya çalışmanın?” Korkunç bir alkolik yalnızlığı çöktü üstüme. Bir lokantaya gittim. Arkalarda bir yerde özel bölmelerden birine girdim ve içmeye başladım. Bütün öğleden sonra orada oturup içtim; müzik kutusunda defalarca Bing Crosby’nin ‘Sessiz Gece’ plağını çaldım. Hâlâ bu şarkıyı duydukça o korkunç Noel’i hatırlarım. Daha sonra neler olduğunu hiç bilmiyorum. Filmi tamamen koparmışım. Sonra hatırladığım şey kocamın yanında iki polisle odama girmesi. (Daha sonra bunun Yılbaşı akşamı olduğunu öğrendim.) Bu kez hiç karşı koymadım çünkü neden geldiklerini ve nereye gideceğimi biliyordum. Şehir Hastanesinin psikiyatri kliniğine götüreceklerdi beni; oraya daha önce de gitmiştim.

İçkiyi bıraktım mı? Geçici olarak ama uzun sürmedi. İşler kötüydü, daha beter oldu. İyi bir eş ve anne olamadığım için evliliğim sona erdi. Annemle babamın evine geri döndüm. Eski hamam, eski tas; her şey yeniden başladı. Tek fark, bu defa gözümü bir psikiyatri kliniğinde demir parmaklıklar arkasında açma endişesi içinde değildim. Lüks bir otel kliniğe gitmeye başladım. İlk gidişimden sonra buranın şehir kulübü gibi bir yer olduğunu anladım. İki-üç gün sonra etrafta dolaşmanıza izin veriliyordu ve bu da çok eğlenceliydi. Bana yardım etmek isteyen doktor ve psikiyatristler vardı ama ben o noktada hiçbir yardım kabul etmiyordum. Yardım falan istediğim de yoktu. Hiçbir işe yaramadığıma, hiçbir zaman hiçbir işe yaramayacağıma karar vermiştim. Ne kadar çok içersem o kadar çabuk ölürdüm; bu da en iyisiydi.

Bu kliniğe gidiş-gelişlerin 1944 yılının Mart ayında babam ölünceye kadar, üç yıl sürdü. Babam öldüğünde cenazesine gidemeyecek kadar sarhoştum. İşte bu noktada herkes benimle ilgili çok ciddi önlemler alınması gerektiğine karar verdi. Sağa sola danışıldı, uzun uzun tartışıldı ve sonunda ‘Şartlı Refleks’ tedavisi görmemde karar kılındı. Bu tedavi ile ilgili ayrıntılara girmeyeceğim ama sizi temin ederim ki hiç de hoş bir şey değildi. Tedavinin amacı, vücut sisteminizi koşullandırmaktı; öyle ki daha sonra alkole bakmanız ya da kokusunu almanız veya tatmanız bile sizde şiddetli bir reaksiyon oluşturuyor ve hastalanıyordunuz. Tedavi, benim düşüncelerimi koşullandıramadı.

Şimdi siz, bunca çabalayıp derdime deva ararken AA neden devreye girmedi diye merak edebilirsiniz. Aslında girmişti, hem de ta 1940 yılında. Beni psikanaliste gönderen doktor kocama “Karınızı niçin Adsız Alkoliklere göndermiyorsunuz?” diye sormuştu. Kocam da “Adsız Alkolikler de ne?” demişti. O zamanlar AA şimdi olduğu gibi çok bilinen bir kuruluş değildi. Jack Alexander’ın Saturday Evening Post’taki makalesi bile henüz yayınlanmamıştı. Sadece Washington’da küçük bir grup vardı. Bundan dolayı da doktor kocama “Aslında ben de pek fazla bir şey bilmiyorum” demişti. “ama duyduğuma göre bir araya gelen bir grup sarhoşlarmış…” Bunun üzerine kocam da “Karım bir grup sarhoşla bir araya gelmeden de yeteri kadar kötü” diye yanıtlamıştı doktoru. Böylece, ondan sonraki yıllarda ne zaman AA’nın adı geçen, onlarla alıp vereceğim bir şey olmadığını söylüyordum. Fakat beynimin o çarpılmış hâliyle bile, daha 1940’larda AA’ya gitmiş ve evimi, evliliğimi kurtarmış olabileceğimi düşünmeden edemiyordum.

Gitmek istemiştim –ama izin vermemişlerdi; şimdi de ben gitmeyecektim. Fakat, nihayet, uzun bir süre sonra Kasım 1944’te AA’ya gittim. Ve AA, bu enkaz hâline gelmiş kadını alıp onu yaşama geri döndürdü. Başka hiç kimse bir şey yapamazken, AA neden başarılı oldu? AA’da bana alkolik olduğum söylendiği için mi? Hayır, ben bunu zaten biliyordum. Sadece alkolik değil ‘kronik bir alkolik’ olduğumu bile biliyordum. Bir keresinde, hani o en sevdiğim hastanede psikiyatristimle bir seans yapıyordum. Doktorum dışarı çağrıldı. O da dosyamı masasının üzerine bırakıp çıktı. Sinsi sinsi “İşte şimdi benim için ne düşündüklerini, ne ‘teşhis’ koyduklarını, sarhoşken buraya getirildiğimde neler söylediğimi öğrenebileceğim” diye düşündüm. Dosyanın üstünde adım, yaşım ve adresim vardı. Onun altında da “periyodik içkici” sözcükleri yazılıydı; fakat daha sonra bunlar karalanmış üzerine ‘Kronik Alkolik’ yazılmıştı. Kafam o kadar karışmıştı ki hemen o anda odadan çıktım ve diğer hastalara iyileşmekte olduğumu söyledim. ‘Periyodik İçkici’likten ‘Kronik Alkolik’liğe terfi etmiştim! İnanın aradaki farkı bilmiyordum.

AA bana alkolik olduğumu öğretmedi; alkolik olduğum için hayatımın iade edilemez hâle geldiğini öğretti. AA’larla konuştukça, hakkımda her şeyi biliyorlarmış gibi bir duyguya kapıldım. Gerçi gittiğim çeşitli hastanelerdeki doktor ve hemşireler de biliyordu bunu ama aradaki fark, AA’ların bunu kendi acı deneyimlerinden biliyor olmalarıydı. Bir başka deyişle, dünyanın en nazik doktoru bile –ki böyle bir doktorum olmuştu- bana yardım edemezdi çünkü hep şöyle düşünüyordum “Sen benim neler hissettiğimi bilemezsin -imkânı yok bilemezsin- sen içki içmiyorsun bile.” Fakat bir kadınla –AA’da tanıştığım ilk kadınla konuşabiliyordum. Hiçbir hastane ya da psikiyatri kliniğinde ‘Ben bir alkoliğim’ diyen tek bir kadına bile rastlamamıştım. Oralarda tanıştığım kadınlar ya bir sinir krizi geçirmişti veya ‘dinlenme kürü’ için oradaydı –içki sorunu olan tek kişi yoktu. (Daha sonra bu kadınların bazılarıyla AA’da karşılaştım.) AA’larla konuşarak, onlara şimdiye kadar kimseye anlatamadıklarımı anlatarak, sadece içkimin değil, tüm hayatımın idare edilemez hâle geldiğini anladım. Yine onların yardımlarıyla, geçmişte yaptığım bazı şeylere bakarak, deliliğin sınırına geldiğimi fark ettim ve gerçekle yüz yüze gelince benden daha Yüksek bir Güç’ün beni iyileştirebileceğine inanmaya çalıştım.

İlk başta Oniki Basamak bana çıkılamaz, aşılamaz gibi görünmüştü. Fakat daha eski AA üyeleri bana ‘Acele etme’ dediler. Sonraki olayların sonuçlarına bakılırsa ben onların bu sözlerini en esnek anlamıyla aldım, çünkü birkaç aylık son derece mutlu bir ayıklık döneminden sonra yeniden içtim. Eğer 12 Basamak’ı dürüstçe ve samimiyetle yapıyor olsaydım, vicdan araştırmama bakarak amacımdan saptığımı görebilirdim –hayatımda hâlâ kırgınlıklar, küskünlükler olduğunu ve hâlâ kendime çok acıdığımı fark edebilirdim. Ama daha önemlisi, gösterinin baş oyuncusunun ben olduğumu, yani önemli olanın başkaları değil ben olduğumu anlayabilirdim.

Yardımı için elimi uzattığım ve bana yardım elini uzatan Yüksek Gücüm bir kez daha geri plana kalmıştı; hayatımı duygularım yönetiyordu ve her zaman olduğu gibi duygularım beni şişelere götürdü. Olay şöyle gelişti: AA’ya ilk geldiğimde rehberim olan hanım, aynı zamanda bir alkolik olduğunu kabul ettiğine tanık olduğum ilk kadındı. Çok hoş, neşeli ve güzeldi. Bana öyle umut vermiş, benim için öyle bir esin kaynağı olmuştu ki onu âdeta bir put hâline getirmiştim. Böylece bu kadın üç ay boyunca benim için AA anlamına geldi. Toplantılara gittim, kulüpte çalıştım ama her şeyin merkezi bu kadındı. Tabii ki beni sonsuza dek taşıyamazdı. Kendisini nasıl gördüğümü ve duygularımı anlamıştı ve benim kendi iyiliğim için yavaş yavaş kendini çekmeye, benden uzaklaşmaya başladı. Tüm alkolikler gibi ben de son derece duyarlı ve alıngandım. “Tamam işte, buradakiler de bütün diğer tanıdığım insanlar gibi. Beni sahte umut ve sözlerle doldurup oraya buraya koşturuyor, sonra da bırakıveriyorlar.”

Hele bir keresinde, AA’ya girdikten üç ay sonra, bir Cumartesi günü öğle yemeği randevumuzu iptal edince “Ben ona gününü gösteririm” dedim kendi kendime. “Bana bunu yapmaya hakkı yoktu!” Ve gidip içtim. Kimin ‘gününü gördüğünü’ biliyorsunuz tabii. Ben gördüm günümü. Ve kendimi evvelden çok sık gittiğim o klinikte buluverdim. Orada kaldığım süre içinde bir şeyleri atladığımı fark ettim. Her şeyi Büyük Kitaba, gruba, Yüksek Güce değil de –tek bir kişiye bağlamıştım. Böylece Büyük Kitabı dikkatle okudum. Pek çok şey hoşuma gitmişti. Özellikle bir tek cümleyi hatırlıyorum; ‘Bu, sizin’ gibi bir şey diyordu. Sonrası ise şöyleydi: “İnanç, çalışma ve gayret olmadan yok olur, ölür. Bu mesajı diğer alkoliklere iletin. Hiç kimse hiçbir şey yapamazken, siz yardımcı olabilirsiniz.” Elimde şimdiye kadar gittiğim doktorların, din adamlarının yapamadığını benim yapabileceğimi söyleyen bir kitap vardı.

Bütün bunlar yedi yıl önce oldu. Tanrının ve AA’nın sayesinde o günden bu yana bir yudum bile içmedim. Bu yedi yıl boyunca ‘24-Saatlik Program’ -ilk başta bunu yeni geleni tuzağa düşürmek için uydurulmuş bir şey sanıyordum- benim için sadece içki içmem açısından değil aynı zamanda tüm hayatımı değiştirmesi bakımından da çok şey ifade etmeye başladı. Şimdi artık garanti olan tek şeyin ‘bugünüm’ olduğunu biliyorum. Ne en yoksul olanın bir günü eksik, ne en zengin olanın bir günü fazla –her birimizin elinde yalnızca ‘bugün’ var. ‘Bugün’ ne yapacağımız bize kalmış, nasıl kullanacağımız bizim bileceğimiz iş.

Son yıllarda bedensel ve zihinsel sağlığıma kavuşmam, kendi çabalarımla veya yaptığım bir şeyden dolayı değil, hiçbir şeyi tek başıma yapamayacağıma inanmaya –yürekten inanmaya- başlamakla oldu. Kendi bencilliğim ve inatçılığımın, eğer gafil avlanırsam, beni yeniden alkole döndürebileceğine inanıyorum. Hastalığımın fiziksel ve zihinsel olduğu kadar ruhsal da olduğunu ve manevi anlamda bana yardım etmesi için her zaman Yüksek Gücüme gidebileceğime inanıyorum.

 

(3) GEL SEN DE KABİLEYE KATIL

Bu Kızılderili, Kanada’da yerliler için ayrılmış bölgeden okyanuslar aşıp barlara, oradan da New England hapishanelerine düştü. Bu uzun yol, sonunda onu yuvasına, AA’ya getirdi.

Amerikalı Kızılderili Uzun Adam’ın oğlu ve pek çok aydır AA üyesi olmaktan çok gurur duyuyorum. Biz hepimiz bir Büyük Ruh olarak, güneşin günün başından sonuna yürüdüğü gibi AA’da yürüyoruz.

Bu yazdığımız ilk hikâye. Yanlışlarımı hoş görün. Sevgide hecelenecek sözcükler, başı ve sonu olan satırlar yoktur. Bizim Kızılderili dilimizde birçok şey ifade eden birkaç sözcük vardır. Ben bir Maliseet Kızılderilisi olarak, Kanada’da bize ayrılan bir bölgede doğdum. 13 çocuğun en büyüğüyüm. Kilisemizde ayin sırasında papaza yardım eden çocuklardan biriydim. İlk içkimi çok gençken içtim fakat babamdan korkuyordum. Bundan dolayı o zaman çok içmedim. Şimdi, diyorum ben ilk içkiden beri alkoliktim. Ateş suyunun içindeki büyüyü hiç unutmadım.

Ben 21 yaşındayken kuzenim Birleşik Devletler ordusundan eve izinli geldi. Maine’de teyzemin evinde onunla birlikte kaldım. O gece tavernalara gidip bira içtik. Kuzenimin bir şişe sert içkisi vardı. Bana şişeden birçok yudum verdi. Sonra bildiğim, sonraki gün olmuştu. İlk defa film kopmuştu ama sonuncusu değil. Teyzem içkim için bana bıçak gibi keskin sözler söyledi. Ben yaşlı kadını dinlemedim.

Kanada ordusuna katıldım fakat sorundan kaçamadım. Kısa zaman sonra üniformalı Kızılderililere içki satan ucuz kantinler buldum. Önceleri bira içiyordum. Sonra sert içkiye başladım. Sonra, sonraki iki yıl film bir sürü defa koptu. Eve geldim. Babamı (Uzun Adam) gördüm yol ağzında –bir yol bizim bölgeye bir yol Maine eyaletine gidiyordu. Maine’de içki dükkânına gittik. Sadece ilk içkimi hatırlıyorum. Sonra her şey kapkara. Eve tam dört gün sonra döndüm. Şimdi dağın kenarından aşağı hızla kayıyorum. İçki içmeye birçok tövbe ediyorum sonra vaz geçiyorum. Tutuklanıyorum. Sonra tekrar tutuklanıyorum. Hâkim bir dahaki sefere hapse gidersin, diyor.

Maine’de başka bir yere taşınıyorum. Başka yerler bitince Connecticut’a taşınıyorum. Birkaç ay su içiyorum. Polis evleri inşaatlarında çalışıyorum –ne komik. Connecticut’ta da hapse giriyorum. Polisler onları aramamı, beni hapisten çıkaracaklarını söylüyor. Onları birçok defa arıyorum. Son hapse girdiğimde iki gözümü de morartıyorlar. Polisler şimdi benden bıktı, bana Kanada’ya sadece gidiş bileti alıyorlar. Elbiselerimi paketliyorum ve beni trene bindiriyorlar.

Erkek kardeşim ve ben Maine’de paralı yol inşaatında iş buluyoruz. Bir süre içmiyorum fakat berbat bir hâldeyim. Tekrar içiyorum fakat daha berbat oluyorum. Bu kötü hayatı durdurmak istiyorum. Nereye gideyim? Son defa içiyorum, odama gidiyorum. Kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Sonra atlamak için köprüye gidiyorum. Tanrı’nın yardımıyla duruyorum, iki şey düşünüyorum: Ölürsem, iyi annemle iyi babam da ölür; sonra çocukların üç yıldır ayık olan bir Kızılderiliyi konuştuklarını hatırlıyorum.

AA’yı biliyorum fakat onu din diye düşünüyorum. Benim dinim var. Fakat şimdi onu değiştirebilirim, eğer iyi hayat getiriyorsa. Kızılderili adamı buluyorum. Uzun zaman konuşuyoruz. Ona şişeden ve ızdıraptan uzağa gitmek istediğimi söylüyorum. Soruyorum o nasıl yaptı? Beni AA toplantısına götüreceğini söylüyor. Onunla beraber ilk toplantıya gidiyorum; Maine’de küçük bir kasabada. Rehberim bana, konuşan adam doğruyu söyler diyor. O zaman aynı yolda yürüdüğümüzü biliyorum. Sonra bir daha hiç içmiyorum. Adamlar diyor ki: ‘Bir gün içki yok’. Oruç’a kadar ya da hayat boyu içmemek demek yok. Sadece bir gün. Bu, kulağa kolay geliyor. Bundan dolayı deneyeceğim. Konuşmak ve toplantılar bana kendimi iyi hissettiriyor. Bundan dolayı çabucak Birinci Basamak’tan 12. Basamak’a atlıyorum, erkek kardeşime yardım etmek için; o benimle yaşıyor.

İki hafta sonra kardeşim AA toplantısına geliyor. İnanıyor. O günden beri içmiyor. İkimiz çok mutluyuz. Altı ay sonra Connecticut, Eridgeport’a taşınıyoruz. Aynı AA, aynı Ruh buluyorum. Bir yıl sonra mesajı Uzun Adam’a taşımak için Kanada’ya gidiyorum. O yaşlı, hasta; şişe ile yalnız olmak istiyor.

AA’da daima mucizeler oluyor. İki yıl sonra, erkek kardeşim Uzun Adam’ı ilk AA toplantısına götürüyor. Uzun Adam kördü ama kısa sürede görüyor. Ayık kalıyor. Kanada’da bize ayrılan bölgede grup kuruyor, mesajı taşıyor, New England’a kadar başka gruplar kurulmasına yardım ediyor. O yaşlıydı, şimdi AA’da yeni yaşamla gençleşti ve hep seyahat ediyor. Ne zaman yüreğinden konuşursa kocaman adamlar ağlıyor. Gerçeğin ve sevginin sözcükleri çok güçlü ilaçtır. Uzun Adam beş yıl önce öldü; ayıktı, barış içindeydi, mutluydu. Maine’de yerel gazete Boomerang diyor ki:“Sonsuz bir bağlılık ve alçakgönüllülükle, bu Kızılderili beyefendi binlerce mil yol kat ederek tevazu içinde ayıklığı savundu. Pek çok tohum attı; çok geçmeden biri kalkacak ve onun yerini alacak.” Uzun Adam şimdi gökte Büyük Grupta Büyük Ruh’u görüyor.

İş bulmak için çok seyahat ediyorum. Her yerde ilk önce AA grubu buluyorum. Her şeyi çok basit yapıyorum; çok toplantılara gidiyorum; dinleyenlere mesaj taşıyorum. Program benim için manevi. Bütün toplantılarda Büyük Ruh’u hissediyorum. AA arkadaşlarla konuşunca barış buluyorum. ‘Nasıl?’ diye soruyorlar bana. Ben diyorum ki “Bırakın olsun.” Bu ayık Kızılderili, ilaç isteyen hasta, kırmızı gözlü alkoliğe diyor ki: “Şişeye mantarı koy. Eğer doğru yolda rehberi izlerse, hiçbir sarhoş umutsuz değil. AA toplantılarına git. Dinle, sadece gürültü duyma, dinle. Rehber bul. Telefon numaraları al. Kötü düşünceler gelince arkadaşını ara. Bırak grup ruhunun sevgi ve anlayışı seni korusun. Elimi tut. Benimle AA’nın 12 Basamağından barışa doğru çık.”

Kızılderililere diyorum ki: “AA’ya katılmaktan korkma. Bir zamanlar insanların, ‘Kızılderili içince deli olur’ dediğini duydum. Eğer öyleyse AA Kızılderililerle dolu. Gel sen de kabileye katıl!”

 

(4) BAR DİLBERİ

Gündüz garson gece bar dilberiydi. Yıllar içinde hapse düştü. Sonra AA ona normal yaşamanın, bir aile içinde yeniden doğmanın güzelliğini gösterdi.

AA’ya girdiğimde içkiyi bırakmak gibi bir niyetim yoktu –her şeyin iyi gittiğine inanıyordum. On sekiz yıldan beri çalışıyor, esrar çekiyor ve idare edip gidiyordum. Sakın yanlış anlamayın, parasını henüz ödemediğim bir arabayı hurdahaş etmenin dışında, o on sekiz yılda verilecek bir hesabım yoktu, ben iyiydim. Elbiselerim yoktu, param yoktu, evim yoktu, bahsetmeye değecek arkadaşlarım yoktu, bedensel ve zihinsel olarak bitkindim ama iyiydim ben! Sıradan bir ayyaş olmanın yanı sıra, çok ciddi bir ilaç (hap) bağımlılığım vardı. Bu, pek çok pisliği de getiriyordu beraberinde –yalan söylüyor, hırsızlık yapıyor, önüme gelene kazık atıyor, dolandırabildiğimi dolandırıyor, diş geçiremeyeceklerimden uzak duruyordum.

Sonra çok kötü bir şey oldu. Çevremde insan kalmamıştı! Ailem bile istemiyordu beni. Geldiğimi görünce gümüşleri ve değerli bütün eşyayı kilitliyorlardı. Kendimi çok yalnız, incinmiş ve kırılmış hissediyordum, çünkü kimse beni anlamıyordu. Çok da acıyordum kendime. Birçok defa intihara teşebbüs ettim, ama önce etrafta ölmeden yetişip beni kurtaracak insan olmasına çok dikkat ediyordum. Ne zaman kendimi öldürmeye kalkışsam ya sarhoştum ya aşırı dozda hap almıştım ya da her ikisi birden –çoğunlukla da her ikisi birden!

Bir keresinde kayınbiraderime telefon ettim ve ona bir avuç dolusu hap alacağımı söyledim (aslında almıştım bile), ayrıca gelip beni durdurmazsa bileklerimi de keseceğimi ilave ettim. Onun ayık olduğunu biliyordum. Zamanlamamı yaptım, kayınbiraderim merdivenlere varmak üzereyken bileklerimi kesebilirdim. Eğer gelmemeye karar verirse ölüp gidebileceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Nitekim geldi de. Hastaneye gittik. Oradan çıkınca on beş dakika kadar evde oturdum. Ondan sonra bir eczaneye gidip biraz daha hap aldım, oradan da doğru bara.

O günlerde çok güzeldim. Bazı sarhoş kadınlar pek güzel olur bilirsiniz. Eğer saçlarının rengi boya ile iyice açılmışsa (dibinden siyah saç görünmek şartıyla), süpürge teli gibi dümdüzse ve hele taranmamışsa, bu görüntü insanın güzelliğine güzellik katar. Sonra tabii bumburuşuk bir pantolon da var; üzerinizde aynı pantolonla uyumuş uyanmışsınız hani neredeyse kendi kendine yürüyecek. Bir de kir-pas içinde bir kazak giyer ve kendimizi bu kazakla çok seksi buluruz; hatta 43 kilo olup sütyen takmıyor olsak bile. İş içkiye gelince kocaman bir ağzımız olduğunu hep hatırlarız da o arada dişlerimize bakmayı unuturuz.

İşte size çok çekici bir kadın! Ayakkabılarımız bir serserinin ayakkabılarından pek farklı değildir. Eğer giyecek bir çift çorabımız varsa, göz kamaştırıcı güzelliğimiz ve kirli ayaklarımızdan dolayı kimse bu çoraptaki kaçığı fark etmez bile. (Öyle yoğun bir programımız vardır ki yıkanmaya vakit bulamayız) O kadar güzelizdir ki zavallı bir yabancıya, hiç zorlanmadan kendimize bir içki ısmarlatabiliriz. (Aslında, onun tek gayesi bizden bir an evvel kurtulmaktır.)

AA’ya geldiğimizde kendimizle ne kadar ciddi olarak uğraşmamız gerektiğini görüyorsunuz değil mi? Şurası muhakkak ki bu kadının kendi özsaygısını yeniden kazanması bir erkeğe göre çok daha zor. Erkeğin kaba ve sert olması zaten beklenen bir şey. Fakat bir kadın kabalaşmış, sertleşmişse tekrar kadınsı bir inceliğe dönmesi oldukça güç olur.

İçkiye 12 yaşında başladım ve 32 yaşıma kadar da içtim. Hayatımın 20 yılını böylece heba ettim; ama giden yıllar için elimden bir şey gelmez. Fakat şimdi elimden gelen bir şey var. Beynim hasar görmediği için çok şanslıyım. İki yıl boyunca aynı zamanda eroin bağımlısıydım. Bir zamanlar günde yirmi doz kullanırdım; beş-altı defa sokak ortasında ölmeme ramak kalmıştı. Yani öyle laf olsun diye değildi –her iki ayağımdan da iğne yapıyordum. Bu içki içmediğim tek dönemdir, ama pek teselli verici bir tarafı yok tabii.

Sonunda tutuklandım ve uyuşturucudan altı ay ceza yedim. O günden sonra bir daha eroine el sürmedim. Şu an eroin benim için bir sorun değil –bunu ben başarmadım- sadece şans. Annemin neler hissetmiş olduğunu anlatmak için şu kadarını söyleyeyim: Çocuklarının üçü hapisteydi –iki oğlu ve kızı. Eminim bizimle iftihar etmiştir! Birkaç yıl sonra ağabeyimi bir yangında kaybettik –uyuşturucu ve alkol almıştı. Geri kalan bütün kardeşler şimdi AA’da, annem ise Al-Anon.

Alkolizm tedavisi olmayan bir hastalık, fakat AA programı hastalığı durdurabiliyor. Eğer düşünme biçimimizi değiştirmeye ve önce kendimize sonra da başkalarına dürüst olmaya istekliysek hepimiz bu yeni yaşam biçimine sahip olabiliriz –hastalığımızla yaşamayı ve mutlu olmayı öğrenebiliriz. Bize, elimizden gelen en iyi biçimde 12 Basamak ve 12 Geleneği yapmamız söylendi, her gün ve 24 saat. Bütün bir yaşamın hatalarını bir tek günde telafi etmeye çalışmanın doğru olmadığı anlatıldı. Bu yeni yaşam biçiminin bana verdiklerini anlatmam mümkün değil.

AA’da bir adamla tanıştım ve evlendik. Hayatımda hiç olmadığım kadar mutluyum. Kocam en iyi öğretmenim; onsuz bu manevi büyümeyi asla başaramazdım; bundan eminim. Çok anlayışlı bir insandır. Ayıklığımı paylaşan bir mücevherdir. Beni umursuyor, gerçekten umursuyor. Bunun benim için anlamı çok büyük, çünkü hep kimsenin umurunda olmadığımı düşünmüştüm. Nasıl da yanılmışım! Bana, yeni yaşamımızda onun için herkesten önemli olduğunu öğretti. Benim de ona yardım edebilmiş olduğuma inanmak hoşuma gidiyor. Sabahları, akşamdan kalmış olmadan, bir gece önce nerede olduğumuzu hatırlayarak uyanmak çok güzel. Etrafımızdaki güzelliklerin daha önce sarhoşluk sersemliğiyle hiç tadına varamadığımız şeylerin farkındayız.

Bu yıl ilk çiçek bahçemi düzenledim; sonuçlarını heyecanla bekliyorum. Eğer geçen yıl biri bana, gelecek yıl bahçecilikle uğraşacağımı söyleseydi, aklını oynattığına hükmederdim. Eğer kocam ve erkek kardeşimle, içki içmeden bir hokey maçından zevk alacağım söylenseydi asla inanmazdım. Paskalya’da kocamla kiliseye gittim; duvarlar filan üstüme yıkılmadı.

AA’da benim için en önemli sözcük ‘dürüstlük’. Kendimle ilgili her konuda sonuna kadar dürüst olmazsam, bu programdan yararlanabileceğimi sanmıyorum. Dürüstlük, yine benim için anlaması en kolay kelime çünkü hayatım boyunca yaptıklarımın tam tersi bir kavram. Bundan dolayı da üzerinde çalışılacak en zor iş. Fakat hiçbir zaman bütünüyle dürüst olmayacağım –bu beni mükemmel yapar ve hiçbirimiz mükemmel olduğumuzu iddia edemeyiz. Sadece Tanrı mükemmeldir. Eğer her gün üzerinde çalışırsam kendi kendime karşı dürüst olmam kolaylaşacaktır. Ondan sonra başka insanlara dürüst davranmak kendiliğinden gelir. Geçmişte zarar verdiğim insanlardan özür dilemek için elime geçecek her fırsat için minnettar olacağım.

 

(5) JİM’İN HİKÂYESİ

İlk siyah AA grubunun kurucusu olan bu doktor, çok kötü bir durumdaydı. Nasıl kurtulduğunu ve kendi ırkından insanlar arasında çalışarak nasıl özgürlüğüne kavuştuğunu anlatıyor.

Virginia’da küçük bir kasabada orta hâlli, dindar bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Babam karaderili bir köy doktoruydu. Çocukluğumda annemin beni kız kardeşlerim gibi giydirdiğini hatırlıyorum, altı yaşıma kadar da saçlarım uzundu. Altı yaşımda okula başladım da uzun buklelerimden kurtulabildim. Daha o zamanlar korkularım vardı ve kendi kendimi kısıtlıyordum. Kiliseye çok yakın oturuyorduk. Bir cenaze kaldırılırken anneme ölenin iyi mi kötü mü olduğunu, cennete mi cehenneme mi gittiğini sorduğumu hatırlıyorum. O zamanlar altı yaşındaydım. Annem kısa bir süre önce Hıristiyanlığı kabul etmiş ve fanatik bir dindar olmuştu. Bu onun nörotik bir insan olduğunun en başta gelen göstergesiydi. Çocuklarına karşı çok baskındı. Seks ilişkileri, kadınlık ve annelik gibi konularda beni öyle bir işlemişti ki bunlar söz konusu olduğunda son derece tutucu bir tavrım vardı. Eminim hayat görüşüm çevremdeki bütün insanlarınkinden farklıydı. Bu farklılık yaşantımın daha sonraki yıllarında çok etkili oldu. Bunu şimdi anlıyorum.

İlkokuldayken öyle bir hadise oldu ki hâlâ hatırımdadır, çünkü bu olay fiziksel olarak korkak bir insan olduğumu göstermişti bana. Teneffüste basketbol oynuyorduk. Benden biraz daha büyük bir çocuğun kazara ayağını çelmeledim. Basket topuyla suratıma vurdu. Bu kavga çıkarmak için yeterliydi ama ben hiçbir şey yapmadım. Neden hiçbir şey yapmadığımı teneffüs bitince anladım. Korkmuştum ve korktuğum için de kahroldum.

Annem eski kafalı bir kadındı. Arkadaşlık ettiğim herkesin ‘cici çocuk’ olması gerektiğini düşünüyordu. Zaman değişmişti ama annem hiç değişmemişti. Yaptıklarımız doğru muydu yanlış mıydı bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da başka insanların bizim gibi düşünmedikleriydi. Evde iskambil oynamamıza bile izin verilmezdi; fakat babam ara sıra bir lokmacık viskiye şeker ve sıcak su katar, bize içirirdi. Babamın özel stoku dışına evde viski yoktu. Sabahları bir yudum ve akşamları da bir tek içerdi ama babamı asla sarhoş görmedim. Ben de aynı onun gibi içerdim fakat viski genellikle onun bürosunda dururdu. Annem sadece Noel’de içerdi; içtiği de ya biraz eggnog ya da çok hafif bir şaraptı.

Lise çağına geldiğimde annem askeri okula girmeme karşı çıktı. Hatta girmeyeyim diye doktor raporu bile aldı. Barış yanlısı olduğu için mi yoksa savaş olursa katılmak zorunda kalırım diye mi bana engel oldu bilmiyorum.

Karşı cinsle ilgili görüşlerimin tanıdığım gençlerin görüşlerine benzemediğinin farkına varmam da bu sıralara rastlar. Sanıyorum, sırf bu sebeple çok erken bir yaşta evlendim. Evdeki koşullar farklı olsaydı, bu kadar genç yaşta evlenmezdim. Şu anda eşimle otuz yıldır evliyiz. Vi çıktığım ilk kızdı. O zaman ona âşık olmuştum çünkü annemin evlenmemi istediği tipte biri değildi. Her şeyden önce Vi’nin başından bir evlilik geçmişti. Ben onun ikinci eşiydim. Annem çok kızdı, öyle ki evlendikten sonra ilk Noel’de bizi akşam yemeğine bile davet etmedi.

İlk çocuğumuz doğunca anne ve babamla barıştık, fakat daha sonra ben alkolik olunca ikisi de sırtını döndü bana. Babam Güneyliydi ve oralarda çok ızdırap çekmişti. Bana her şeyin en iyisini vermek istiyordu; her şeyin en iyisi ise benim doktor olmamdı. Öte yandan ben de tıbba yatkın bir insandım, ama benim bakış açım ortalama bir kişininkinden farklıydı. Ben cerrahım çünkü ameliyat görebildiğimiz, dokunabildiğimiz bir şeydi. Fakat yeni mezun olduğumda, henüz bir internken, teşhis koymam gerektiğinde hastanın yatağına oturur, olasılıkları elimine etmeye başlar, sonunda hastalığı tahmin yoluyla teşhis ederdim. Babam için durum böyle değildi. Sanırım babamın yeteneği Tanrı vergisiydi; hastalıkları sezgileriyle teşhis ediyordu.

Babam posta havalesi ile pazarlamacılık da yapıyordu. Çünkü o zamanlar doktorlukta pek fazla para yoktu. Siyah olmamdan dolayı acı çekmedim çünkü böyle doğmuştum ve başka türlü bir yaşam bilmiyordum. Siyahlara gerçek anlamda kötü davranılmazdı; davranılsa bile, kızmaktan başka bir şey gelmezdi elden. Hiçbir şey yapamazdınız. Öte yandan, daha güneye inildiğinde durum farklıydı. Ekonomik koşulların önemi büyüktü tabii. Babam, küçüklüğünde, annesinin kendilerine bir un çuvalı verdiğini; sonra da bu çuvala kafa ve kol delikleri açarak gömlek yaptıklarını anlatırdı hep. Sonunda babam okumak için Virginia’ya gelmişti ve kendi tabiriyle ‘Çılgınlar’ dediği güneylilere o kadar kızgındı ki annesinin cenazesine bile gitmedi. Bir daha güneye ayak basmayacağını söylemişti; basmadı da.

İlkokul ve liseyi Washington D.C.’de okudum. Sonra da Harvard Üniversitesine gittim ve internlüğümü Washington’da yaptım. Okulda hiçbir zaman çok fazla sorunum olmadı. Asıl sorun sosyal yaşantımda, gruplara katılmaya kalktığım vakit ortaya çıktı. Eğitim söz konusu olduğunda notlarım her zaman iyiydi.

Tüm bu anlattıklarım 1935 yılında oldu ve içkiye başlamam da aşağı yukarı bu zamana rastlıyor. 1930 ile 1935 yılları arasında Büyük Buhran ve ardından gelen olaylar yüzünden işler iyiden iyiye kötüleşti. O zamanlar Washington’da muayenehanem vardı, battı; posta havalesi ile pazarlamacılık işi de baş aşağı gidiyordu.

Babam zaten Virginia’da küçük bir kentte yaşıyordu, dolayısıyla fazla parası yoktu. Biriktirebildiği para ve mülkü de Washington’daydı. Artık 60 yaşına yaklaşmıştı ve 1928 yılında öldüğünde bütün işleri benim üstüme kaldı. İlk birkaç yıl fena değildi; işler kendi hızıyla yürüyordu. Sonra o kritik nokta geldi; işler zıvanadan çıktı; ben de öyle. O zamana kadar sanırım üç ya da dört kez sarhoş olmuştum; viski benim için sorun değildi.

Babam bir lokanta satın almıştı. Benim boş vakitlerimi dolduracağını düşünüyordu. Vi ile işte burada karşılaştım. Bir akşam yemeğe geldi. Onu zaten 5-6 aydır tanıyordum. İlk akşam yakasını benden kurtarabilmek için bir arkadaşıyla sinemaya gitmişti. İki saat kadar sonra caddenin karşısında marketi olan bir arkadaşım gelip bana Vi’yi kentte gördüğünü söyledi. Ona, “Vi, bana sinemaya gittiğini söylemişti” dedim. Fakat hiç gereksiz yere rahatsız olmuştum. Endişelerim bir çığ gibi büyüdü ve dışarı çıkıp sarhoş olmaya karar verdim. Bu, hayatımda gerçek anlamda ilk sarhoş olmamdı. Vi’yi kaybetme korkusu ve dilediğini yapmakta özgür olmasına rağmen, bana doğruyu söylemesi gerekirdi diye düşünmem altüst etmişti beni. Sorunum da buydu işte; bütün kadınlardan mükemmeliyet bekliyordum.

1935’e kadar hastalık derecesinde içmeye başladığımı sanmıyorum. O sırada, yaşadığımız ev hariç tüm mülklerimi kaybetmiştim. Berbat bir durumdaydım. Her şeyden vazgeçmem gerekiyordu; bunu yapmak da benim için çok zordu. Sanırım 1935 yılında içmeye başlamamın en önemli nedeni buydu. Yalnız içerdim. Şişemi alır eve giderdim. Bu arada, acaba Vi beni görüyor mu diye etrafıma bakındığımı çok iyi hatırlıyorum. Her şeyin arapsaçına döndüğünü anlamalıydım. Vi’nin beni seyrettiğini hatırlıyorum. Sonra Vi benimle içki konusunu açık açık konuşmaya başladı ama her defasında ona ya soğuk aldığımı ya da kendimi iyi hissetmediğimi söylüyordum. Bu böyle iki ay kadar sürdü. Vi içki konusunda yeniden yakama yapıştı. Bu sırada içki yasağı kalkmıştı. Dükkâna girip viskimi alır ve büroma dönerdim; sonra da şişeyi masamın altına koyardım. Oraya buraya saklaya saklaya, kısa zamanda bir sürü şişe birikti. O arada kayınbiraderim de bizimle birlikte oturuyordu. Vi’ye ‘Belki bu şişeler kardeşinindir. Benim haberim yok. Ona sor. Şişelerle ilgili hiçbir şey bilmiyorum’ dedim. İçki içmenin benim için bir zorunluluk hâline gelmesinin yanı sıra içmeyi gerçekten istiyordum da. Bundan sonrası hep bildiğiniz bir içkici hikâyesi.

Artık içmek için hafta sonlarını iple çekiyor ve “Hafta sonlarım bana aittir; hafta sonları içtiğimde, içki ailem ve işimle arama girmiyor” diyerek kendimi avutuyordum. Fakat cumartesi-pazarlar pazartesilere uzadı ve çok kısa bir süre sonra her gün içmeye başladım. İşimden gelen para geçinmemize zar-zor yetiyordu.

1940 yılında garip bir şey oldu. O yıl, bir Cuma gecesi yıllardır tanıdığım bir adam büroma geldi. Uzun zaman önce babam kendisini tedavi etmişti. Bu adamın karısı birkaç aydır çok hastaydı. Bir reçete yazdım. Bir sonraki gün, Cumartesi günü yeniden geldi. “Jim, sana borcum var. Dün hiçbir ödeme yapmadım.” “Bana para vermedi” diye düşündüm, “çünkü reçete filan yazmadım ben.” “Bak” dedi, “dün akşam karım için verdiğin reçeteden söz ediyorum.” Müthiş bir korku yüreğimi sıkıyordu, çünkü reçete yazdığımı, bunu ona verdiğimi hiç hatırlamıyordum. İlk kez film kopmuştu. Ertesi sabah yeni bir reçete yazıp adamın evine gittim ve önceki gece yazdığım reçeteye göre hazırlanan ilaç şişesini alıp yeni reçeteyi verdim. Sonra da karıma “Bir şeyler yapmak gerekiyor” dedim. O evden aldığım şişeyi yakın bir dostum olan bir eczacıya tahlil ettirdim; ilaçta zararlı hiçbir şey çıkmadı. Fakat artık içkisiz yapamadığımı anlamıştım ve hem kendim hem de başkaları için bir tehlike teşkil ettiğimin farkındaydım. Bir psikiyatristle uzun uzun konuştum ama hiçbir sonuç alamadım. Yine aynı sıralarda, çok saygı duyduğum bir papazla da görüştüm. Papaz işi dini yönden ele aldı ve kiliseye gerektiği kadar sık gitmediğimi ve sorunumun aşağı yukarı bundan kaynaklandığını sandığını söyledi. Buna isyan ettim çünkü liseyi bitirdiğim sıralarda Tanrı’yı çok düşünmüştüm ve bu da işleri büsbütün karışmıştı. Eğer Tanrı, bana annemin anlattığı gibi intikamcı bir Tanrı idiyse, sevgi dolu bir Tanrı olamazdı. Bir türlü anlayamıyordum. İsyan ettim ve ondan sonra da kiliseye on kez ya gittim ya gitmedim.

Yine 1940 yılına dönelim. Biraz önce anlattığım olaydan sonra, yaşamımı sürdürebilecek başka yollar aradım. Devlet hizmetinde çalışan çok iyi bir arkadaşım vardı. Ona gidip iş istedim. Bana bir iş buldu. Bir yıl kadar devlet görevinde çalıştım. Akşamları hâlâ muayenehanemde çalışıyordum. Bu arada devlet daireleri merkezi yönetimden bağımsız hâle getirildi. Ondan sonra da Güney’e gittim, çünkü yerleşmeyi düşündüğüm Kuzey Carolina’da içki yasağı vardı. Bunun bana çok faydası olacağını düşünmüştüm. Hem yeni insanlarla tanışacak hem de içki satılmayan bir yerde yaşayacaktım. Ne var ki Kuzey Carolina’da da hiçbir şeyin değişmediğini anladım. Farklı bir eyaletteydim ama ben, aynı ‘ben’dim. Fakat burada altı ay kadar içmedim çünkü bir süre sonra Vi’nin çocuklarla birlikte geleceğini biliyordum. O zaman iki kızımız, bir oğlumuz vardı.

Tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu. Vi, Washington’da sağlam bir iş buldu. O da devlet hizmetinde çalışıyordu. Böylece ben de nasıl içki bulabileceğimi araştırmaya başladım ve tabii ki bunun hiç de zor olmadığını keşfettim. Sanırım orada viski Washington’dan daha ucuzdu. Zamanla işler daha da kötüye gitti ve öyle bir noktaya geldi ki hükümet hakkımda yeniden soruşturma açtı. Alkoliktim ve kurnazdım. Az-buçuk da olsa kalan sağduyumu kullandım ve soruşturmayı kazasız-belasız atlattım. Ve şiddetli bir mide kanaması geçirdim; bu ilkti. Ayrıca maddi sıkıntılarım da vardı. Bankadan beş yüz, tefeciden de üç yüz dolar borç aldım. Hepsini kısa sürede içkiye harcadım. Ondan sonra da Washington’a dönmeye karar verdim. Karım, bir oda bir mutfaktan ibaret bir evde yaşamasına rağmen, beni çok iyi karşıladı. Maddi zorluklar içindeydi. Ona düzeleceğim konusunda söz verdim. Karımla aynı yerde çalışmaya başladım. İçmeye devam ediyordum.

Ekim ayında bir gece içip sarhoş oldum. Yağmur altında sızıp kalmışım; zatürreeye yakalandım. Yine de karımla birlikte çalışmayı sürdürüyorduk ve ben içmeye devam ediyordum. Sanırım her ikimiz de içkiyi bırakamadığımın farkındaydık. Vi, bırakmak istemediğimi düşünüyordu. Pek çok kez kavga ettik; bir-iki defa da karıma yumruk attım. Daha fazla dayanamadı ve mahkemeye başvurup hâkimle konuştu. Kendisi benimle birlikte olmak istemediği sürece benim onu rahatsız etmemem konusunda karar alındı. Bu patırtı yatışıncaya kadar birkaç gün annemde kaldım. Çünkü Bölge Savcısı gidip kendisini ofisinde görmem konusunda çağrı çıkartmıştı. Bir polis eve gelip James S.’i sordu ama o evde James S. diye biri yoktu. Polis defalarca geldi. Birkaç gün sonra sarhoş olmaktan tutuklandım, beni arayan polis getirildiğim karakolda görevliydi. Üç yüz dolar kefalet parası yatırmak zorunda kaldım çünkü hakkımdaki celp kararı hâlâ cebindeydi. Böylece gidip Bölge Savcısıyla konuştum, eve dönüp annemle birlikte yaşamama karar verildi; bu da Vi ile ayrılmamız anlamına geliyordu. Çalışmaya ve Vi ile öğle yemeklerine çıkmaya devam ettim. Ayrıldığımızı büroda kimse bilmiyordu. Evden işe ve işte eve de çoğunlukla birlikte gidiyorduk, fakat Vi’den ayrılmış olmak çok canımı sıkıyordu.

Bir sonraki Kasım ayının 25’inde doğum günümü kutlamak için birkaç gün izin aldım, fakat daha önce maaşımı da almıştım. Her zamanki gibi sarhoş oldum ve bütün paramı kaybettim. Biri hepsini çalmıştı. Bu sık sık gelirdi başıma. Bazvn paramı anneme verir, sonra da geri almak için kadının başının etini yerdim. O gün de parasızdım. Cebimde galiba beş ya da on dolar kadar bir para vardı. Neyse, ayın 23’ünde bütün gün içmiştim. Bir sonraki gün, yani ayın 24’ünde karımı görüp barışma yolları aramış ya da en azından konuşmak istemiş olmalıyım. Oraya tramvayla mı gittim yoksa yürüdüm mü ya da taksiye mi bindim hiç hatırlamıyorum. Aklımda kalan Vi’yi 8. Caddenin köşesinde gördüğüm; ayrıca, elinde bir zarf olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Onunla konuştum, bunu da hatırlıyorum ama ondan sonra neler olduğunu hiç bilmiyorum. Meğer bir çakı bulup karıma üç defa saplamışım. Sabah 8-9 sıralarında iki dev gibi dedektifle bir polis gelip beni saldırı suçuyla tutukladılar. Birine saldırdığımı, hele bu kişinin karım olduğunu öğrenince hayretler içinde kaldım.

Beni karakola götürüp bir odaya kilitlediler. Ertesi sabah mahkemeye çıkarıldım. Vi çok iyi fakat çok fazla içtiğimi ve bundan dolayı da aklımı kaybettiğimi düşündüğünü, benim bir akıl hastanesine gönderilmemin iyi olacağını söyledi. Hâkim de karım böyle düşündüğü için benim otuz gün süreyle gözlem altına alınmama karar verdi. Pek bir şey yapılmadı ama bir soruşturma açılabilirdi. Bu süre içinde psikiyatrik tedavi diyebileceğim tek olay, bir internin tahlil için benden kan almasıydı. Gözlem süremi tamamladığımda yine yufka yürekliliğim tuttu. Vi’nin iyiliğine karşı benim de bir şeyler yapmam gerektiğine inanıyordum. Böylece Washington’dan ayrılıp çalışmak üzere Seattle’a gittim. Ama ancak üç hafta kalabildim orada. İçim kıpır kıpırdı; amaçsızca ülkeyi dolaşmaya başladım. Sonunda Pennysylvania’da karar kılıp bir çelik fabrikasında işe girdim. Bu fabrikada sanıyorum iki ay kadar çalıştım; sonra birden kendimden nefret ettim ve eve geri dönmeye karar verdim. Aslında dönmeye karar vermenin başka bir nedeni vardı. Paskalya’dan hemen sonra iki haftalık ücretimi çekmiştim. Niyetim Vi’ye biraz para göndermekti; daha da önemlisi küçük kızıma bir elbise yollamak istiyordum. Fakat ne yazık ki çalıştığım fabrikayla postane arasındaki içki satan bir yer vardı. Tek bir içki için içeri girdim. Ve tabii ki kızıma o elbise hiç satın alınamadı. O ödeme günü aldığım iki yüz dolardan geriye pek bir şey kalmamıştı. Yanımda yüklüce para olduğunda bunu harcamadan duramayacağımı biliyordum.

Bir seferinde yanımdaki bütün parayı, sık sık gittiğim barın sahibine verdim. Adam beyazdı ve parayı benim adıma sakladı, fakat ben adamcağızın canına okudum. Sonunda, kentten ayrılmadan önceki Cumartesi günü son yüz doları da bozdurdum. Bu paradan kendime bir çift ayakkabı aldım, kalan çarçur oldu gitti. Son birkaç dolarla da tren bileti aldım.

Eve döndükten bir hafta on gün sonra bir arkadaşım evindeki elektrik prizlerini tamir etmemi rica etti. Viski alabileceğim birkaç dolar kazanmak için kabul ettim. İşte AA’ya girmeme neden olan Ella G’yi böyle tanıdım. Prizi tamir etmek için arkadaşımın dükkânına gittim; Ella oradaydı. Bir şey söylememekle birlikte yüzüme bakıp duruyordu. Sonunda “İsminiz Jim S. değil mi?” diye sordu. “Evet” dedim. O zaman kim olduğunu söyledi bana. Adı Ella G’ydi. Yıllarca önce onu tanıdığımda incecik bir kadındı. Oysa şimdi tombul bir hanım olmuştu; hâlâ da öyledir. Onu tanıyamamıştım, fakat ismini söyleyince hemen hatırladım. O anda bana AA’dan ya da bir rehber bulmaktan söz etmedi. Ama Vi’yi sordu. Çalıştığını ve onu nasıl bulabileceğini söyledim.

Bir-iki gün sonra öğle saatlerinde telefon çaldı; arayan Ella’ydı. Birinin gelip benimle bir iş konusu görüşüp görüşemeyeceğini sordu. Viski içmemden hiç söz etmemişti çünkü bu konuda tek laf etseydi yanıtım ‘Hayır’ olurdu. Ona bu işin ne olduğunu sordum ama hiçbir şey söylemedi. Sadece “Eğer onu kabul edersen bu ilginç bir görüşme olacak” dedi. Bana bir soru sordu: Eğer elimde olsaydı, ayık kalmayı isteyip istemediğimi bilmek istiyordu. O günün geri kalanında ayık kalmaya çalıştım, ama bu sisler içinde, bulanık bir ayıklıktı.

O akşam saat 7 civarında Charlie G, rehberim geldi. Başta pek rahat görünmüyordu. Sanıyorum bir an evvel ne söyleyecekse söyleyip gitmesini istediğimi sezmişti. Her neyse, kendinden söz etmeye başladı. Başına gelen belaları anlatıyordu. Kendi kendime “Bu adam acaba dertlerini bana neden anlatıyor. Benim de kendi dertlerim var” dedim. Sonunda lafı viskiye getirdi. O konuşmasını sürdürdü, ben de dinledim. Yarım saat kadar konuştuktan sonra hâlâ lafı kısa kesmesini istiyordum. Çünkü kapanmadan bakkala gidip viski alacaktım. Fakat o konuşurken bir şey farkettim; bu adam, benimle aynı sorunları olan ve beni bir kişi olarak anladığına içtenlikle inandığım bir insandı. Böyle bir şey ilk kez geliyordu başıma.

Karım beni anlamıyordu, çünkü ona (aynı zamanda anneme ve bütün yakın arkadaşlarıma) verdiğim sözlerle samimi olamama rağmen içki içme isteği başka her şeyden daha güçlüydü. Charlie biraz daha konuştu; bu adamda bir şeyler olduğunu anlamıştım. O kısa süre içinde çok önce kaybettiğim bir şey uyanmıştı içimde –bu, umuttu. Charlie’yi otobüse bindirdim. Ondan ayrıldıktan sonra içki satan dükkânların önünden geçtim ama içki almak aklıma gelmedi.

Bir sonraki Pazar günü Elle G’nin evinde buluştuk. Charlie ile birlikte üç-dört kişi daha vardı. Bu gittiğim ikinci toplantıydı. İlki, galiba, AA’daki ilk siyahlar toplantısıydı. Ella’nın evinde birkaç toplantı oldu. Ardından iki-üç kere de annesinin evinde toplandık. Daha sonra Charlie ya da gruptan birisi toplantılarımız için kilisede bir yer veya bir salon bulmamızı önerdi. Birkaç papazla konuştum; hepsi de bunun çok iyi bir fikir olduğunu söyledi ama hiçbiri de buyrun toplantınızı bizim kilisede yapın demedi. Sonunda YMCA’ye (Genç Erkekler Hıristiyan Birliği) gittim ve bize gecesi iki dolara bir oda vermeyi memnuniyetle kabul ettiler. O zamanlar Cuma geceleri toplanıyorduk. Tabii başında bu toplantılar pek toplantıya benzemiyordu; çoğu zaman sadece Vi ve ben oluyorduk. Fakat bir süre sonra bir-iki kişi daha katıldı bize ve ondan sonra da büyümeye başladık.

Size söylemeyi unuttum; rehberim olan Charlie beyazdı. Biz kendi grubumuzu kurarken Washington’daki beyaz gruplarından çok yardım gördük. Pek çoğu gelip bize katıldı ve toplantıların nasıl yapıldığını anlattı. Özellikle 12. Basamak’la ilgili çok şey öğrettiler. Gerçekten de onların yardımı olmasaydı bu işi sürdürebilmemiz çok zor olurdu. Bize çok zaman kazandırdılar. Bu kadarla da bitmedi, parasal olarak da yardımlarını gördük. Toplantılar için vermemiz gereken iki doları bile ödüyorlardı. Bizim maddi olanaklarımız o kadar kısıtlıydı ki. O zamanlar çalışmıyordum. Bana Vi bakıyordu; bense bütün zamanımı grubumuzu kurmakta harcıyordum.

Tam altı ay tek başıma uğraştım. Oradan buradan alkolikleri bir araya getiriyordum çünkü aklımın bir köşesinde hep dünyayı kurtarma isteği vardı. Yepyeni ‘bir şey’ bulmuştum ve bunu içki sorunu olan herkese vermek istiyordum. Dünyayı kurtaramadık ama kişilere yardım etmeyi başardık. İşte AA’nın benim için yaptıklarının hikâyesi bu.

 

(6) GÜNEYLİ DOSTUMUZ

Öncü AA, bir papazın oğlu ve güneyli bir çiftçi. Kendi kendine şu soruyu sordu: “Ben kim oluyorum da Tanrı yok diyorum?”

Babam piskoposluğa bağlı bir papaz ve işi dolayısıyla arabayla dağ tepe demeden uzak mesafelere gidiyor. Cemaatinin sayısı az, fakat çok dostu var. Babam için ırk, inanç ya da sosyal konum hiç fark etmiyor. Çok geçmeden külüstür arabası evin önünde duruyor. Hem babam hem de ihtiyar Maud eve dönmekten mutlular. Yolculuk uzun, hava da soğuk ama iyi kalpli birinin, ayağını koyması için verdiği sıcak tuğlalardan dolayı minnet duyuyor babam. Kısa süre sonra yemek hazır oluyor. Babam, verdiği nimetlerden dolayı Tanrı’ya şükranlarını sunuyor; bu da benim karabuğday ekmeği ve sosislere saldırımı geciktiriyor. Yatma zamanı geliyor. Tavan arasındaki odama çıkıyorum. Odam soğuk, dolayısıyla hiç oyalanmıyorum. Bir süre battaniyenin altına girip mumu söndürüyorum. Rüzgâr artıyor ve evin etrafında uluyor. Fakat ben sıcak ve emniyetteyim. Deliksiz bir uykuya dalıyorum. Kilisedeyim. Babam vaaz veriyor. Önümde oturan kadının sırtından yukarı doğru bir eşek arısı yürüyor. Acaba ensesine ulaşacak mı? Kahretsin! Uçtu. Sonunda! Mesaj verildi. “Işığın parlasın ki insanlar senin nelere kadir olduğunu anlasınlar.” Cebimdeki beş senti sayıyorum; dolaştırılacak tabağa atacağım ki herkes görsün.

Üniversitedeki bir arkadaşımın odasındaydım. “Sen” dedi bana, “içki içiyor musun?” Tereddüt ettim. Babam içkiyle ilgili olarak benimle doğrudan konuşmamıştı bana. Bildiğim kadarıyla kendisi hiç içmezdi. Annem ise içkiden nefret eder ve sarhoşlardan korkardı. Kardeşi çok içerdi ve Devlet Hastanesinde aklını yitirmiş olarak ölmüştü. Fakat benim yanımda onun yaşamından hiç söz edilmezdi. Hiç içki içmemiştim ve içip eğlenen çocukları gördüğüm için konu ilgimi çekiyordu. Ama kasabanın sarhoşu olmaya da niyetim yoktu. “Evet” dedi arkadaşım “içiyor musun?” “Arada sırada” diye yalan söyledim. Korkak olduğumu sanması işime gelmezdi. İki içki koydu. “Al, bu senin” diyerek birini bana uzattı. Bir yudumda hepsini içtim; nefesim kesildi. Sevmemiştim ama bunu söylemeye niyetim yoktu. Çakırkeyif olmuştum. Bu, o kadar da kötü bir duygu değildi. Tabii ki bir tane daha içerdim. Esrikliğim arttı. Başka çocuklar geldi. Dilim çözülmüştü. Herkes kahkahalarla gülüyordu. Çok hazırcevap ve nüktedandım. Aşağılık duygum kaybolmuştu. Artık sıska bacaklarımdan bile utanmıyordum! İşte hayat buydu! Birden oda belirsizleşti. Işık hareket etmeye başladı. Ampul birden iki oldu. Çocukların yüzleri sisler içinde kaldı. Öyle midem bulanıyordu ki. Sendeleye sendeleye banyoya gittim. Bu kadar çok ve bu kadar çabuk içmemeliydim. Bundan sonra bir beyefendi gibi içecektim. Ve böylece, dilediğim anda beni neşeli bir insan hâline getiren, bana şarkılar söylettiren, korkularımı yok edip beni aşağılık duygusundan kurtaran müthiş içkiyle tanışmış oldum. Yaşlı kurt alkol dostumdu artık.

Üniversitedeki dördüncü yılımın final sınavları ve ben belki mezun olabilirim. Bana kalsa imtihanlara girmezdim ama annem çok istiyordu. İkinci sınıfta da okuldan atılmama kızamığa yakalanmam engel olmuştu. Fakat son, ufukta göründü. Son sınavım kolay bir sınav. Gözümü dikmiş sorunların yazılı olduğu tahtaya bakıyorum. İlk sorunum cevabını hatırlayamıyorum. İkinciyi yanıtlamaya çalışacağım. Onda da iş yok. Galiba hiçbir şeyi hatırlayamıyorum. Aklımı yaptığım iş üzerinde toplayamıyorum. Hemen yazmaya başlamazsam vakit yetmeyecek. Yararı yok. Düşünemiyorum bile. Sınav salonundan çıkıyorum, buna izin var. Odama gidiyorum. Bir içki hazırlayıp içiyorum. Sınava dönebilirim artık. Kalemim kâğıdın üzerinde uçuyor sanki. Verebildiğim yanıtlar geçer not almama yeter.

Sevgili içki! Ona kesinlikle güvenebilirim. İnsanın beyni üzerinde ne harikulade bir etkisi var! Beni diploma sahibi yaptı. Kilosu yetersiz! Bu sözcüklerden nasıl da nefret ediyorum. Orduya yazılmak için üç kez başvuruyorum ve üçünde de fazla zayıf olduğum için geri çevriliyorum. Tamam, mazeretim var, zatürreeyi daha yeni atlattım ama arkadaşlarım ya savaşa gitti ya da gidiyor; ben gidemiyorum. Askere gitme emri bekleyen bir arkadaşımı ziyaret ediyorum. ‘Ye, iç, eğlen’ havası var; ben de katılıyorum. Başkalarından çok daha fazla içebiliyorum artık. Özel bir askeri görev için muayene oluyorum ve bedensel olarak yeterli bulunuyorum. Kasım’ın 13’ünde birliğime katılmam gerek. Ayın 11’inde Mütareke yapılıyor ve görevim iptal ediliyor. Hiç askere gidemiyorum. Savaştan elimde kalanlar bir çift battaniye, tuvalet malzemesi, kız kardeşimin ördüğü bir kazak ve eskisinden de beter bir aşağılık duygusu.

Bir Cumartesi akşamı saat 10. Büyük bir şirketin yan kuruluşunun defterlerini inceliyorum. Alım-satım ve muhasebe konularında deneyimim var ve başarı merdivenlerini tırmanıyorum. Birden her şey altüst oldu. Pamuk işi bozuldu ve stoklar elimizde kaldı. Yirmi üç milyon dolar da havaya uçtu. Bürolar kapandı, işçilerin işlerine son verildi. Ben ve bölümün defterleri şirketin merkezine transfer olduk. Yardımcım yok; geceleri, Cumartesi ve Pazar günleri çalışıyorum. Maaşım kesildi. Neyse ki karım ve yeni doğmuş çocuğum akrabaların yanında kalıyorlar. Çok yorgunum. Doktor, bu çalışma temposuyla gidersem verem olacağımı söylüyor. Fakat ne yapabilirim? Aile beni destekliyor ve benim de yeni bir iş arayacak vaktim yok. Biraz önce asansörcü çocuk George’dan aldığım şişeye uzanıyorum. Ben seyahat eden bir işadamıyım. Gün bitti. İşler pek iyi değildi. Yatacağım. Keşke şu anda bu pis otel yerine ailemle birlikte evimde olsaydım. Bak hele, kim varmış burada! Eski dostum alkol! Onu görmek ne güzel. Nasılsın? Bir içki? Elbette! Bir galon bira alıyorum çünkü ucuz. Yine de yattığımda oldukça ayık durumdayım.

Sabah oldu. Korkunç bir hâldeyim. Biraz içki ayağa kalkmama yardımcı olacak. Fakat ayakta durabilmek için birkaç tane daha içmem gerekiyor. Sadece erkek öğrencilerin kabul edildiği bir okulda öğretmenliğe başlıyorum. İşimden memnunum. Çocukları seviyorum. Hem okulda hem de okul dışında çok eğleniyoruz. Doktor ücretleri çok yüksek; bankada pek paramız kalmadı. Eşimin annesiyle babası yardımımıza yetişiyor. Onurum kırıldı, kendime acıyorum. Hastayım ama kimse bana anlayış göstermiyor. Kaçak içki satan adamı arayıp fıçımı dolduruyorum. Fakat içkinin kıvamını bulmasını beklemeden sarhoş oluyorum. Karım çok mutsuz. Babası gelip başımda bekliyor. Adamın ağzından tek kötü laf çıkmıyor. Gerçek bir dost ama ben anlamıyorum.

Karımın babasıyla oturuyoruz artık. Annesi hastanede ve durumu kritik. Uyuyamıyorum. Kendimi toplamam lazım. Gizlice aşağı inip kilerden bir şişe viski alıyorum. İçiyorum. Kayınpederim giriyor odaya. “Bir içki içer misin?” diye soruyorum. Cevap vermiyor. Sanki beni görmüyor gibi. Kayınvalidemi o gece kaybettik. Annem çok uzun süredir kanser. Hastanede; son iyice yaklaştı. Çok içiyorum ama bir türlü sarhoş olamıyorum. Annem durumumu bilmemeli. Onu görmeye gidiyorum. Kaldığım otele geri dönüp garsona cin getirtiyorum. İçip yatıyorum. Ertesi sabah biraz daha içip annemi görmeye gidiyorum. Onu öyle görmeye dayanamıyorum. Otele dönüp tekrar cin getirtiyorum. Sürekli içiyorum. Sabaha karşı saat üçte kendime geliyorum. Yine tarifsiz işkenceler içindeyim. Bu odadan derhal çıkmam lazım, yoksa kendimi camdan aşağı atacağım. Kilometrelerce yürüyorum. Yararı yok. Hastaneye gidiyorum; gece görevlisiyle dost olduk artık. Beni yatağa yatırıp bir iğne yapıyor.

Karımı görmek için hastaneye geldim. Bir çocuğumuz daha oldu. Fakat o, beni gördüğüne sevinmiyor. Bebek doğarken ben içiyordum. Karımın yanında babası kalıyor. Soğuk, kasvetli bir Kasım günü. İçkiyi bırakabilmek için çok uğraştım. Bütün çabalarım yenilgiyle sonuçlandı. Karıma içkiyi bırakamadığımı söylüyorum. Alkoliklere önerilen bir hastaneye gitmem için bana yalvarıyor. Gideceğimi söylüyorum. Gerekli randevuları alıyor ama ben gitmeyeceğim. Bu işi kendi başıma yapacağım. Bu sefer çok kararlıyım. Sadece arada bir birkaç bira içeceğim.

Bir sonraki Ekim ayının son günü; karanlık, yağmurlu bir sabah. Bir samanlıkta kuru otların üzerinde kendime geliyorum. Etrafta içki arıyorum. Fakat bulamıyorum. Amaçsız yürüyor, bir yere girip beş şişe bira içiyorum. İçki bulmam lazım. Birden kendimi umutsuz hissediyorum, devam edemeyeceğim. Eve dönüyorum. Karım oturma odasında. Dün akşam ben arabadan inip gecenin karanlığına karışmışım, o da beni aramaya başlamış. Bu sabah da aramış. Artık yolun sonuna geldik. Artık çabalamanın bir faydası yok. Zaten çabalayacak bir şey de kalmadı. “Hiçbir şey söyleme” diyorum karıma. “Ben bir şeyler yapacağım.”

Alkoliklerin tedavi edildiği hastanedeyim. Ben bir alkoliğim. Sonum tımarhane. Kendimi eve kilit altına alabilir miydim? Ne aptalca bir fikir. Batıya, hiç içki bulamayacağım büyük bir çiftliğe gidebilirim. Bunu yapabilirim. Bir aptalca fikir daha. Keşke ölsem, bunu sık sık söylüyorum. Ama kendimi öldüremeyecek kadar korkağım.

Sigara dumanıyla dolu bir odada dört alkolik briç oynuyor. Sürekli kendimi düşünmemek için her şeyi yapıyorum. Oyun bitiyor ve alkoliklerin üçü gidiyor. Ben de ortalığı toplamaya başlıyorum. Adamlardan biri gelip odanın kapısını kapatıyor. Bana bakıyor. “Umutsuz bir vaka olduğunu düşünüyorsun, değil mi?” diye soruyor. “Umutsuz bir vaka olduğumu biliyorum” diye yanıtlıyorum. “Hayır, değilsin” diyor adam. “Bugün New York sokaklarında bir zamanlar senin şu anki hâlinden daha beter durumda olan insanlar var.” “Peki, senin bu hastanede işin ne?” “Dürüst davranacağımı söyleyip dokuz gün önce buradan çıktım ama dürüst davranmadım” diye yanıtlıyor sorumu. Fanatiğin teki diye düşünüyorum. Ama nazik davranıyorum ona. “Ne oldu?” diye soruyorum. Sonra bana, ister Tanrı, ister Allah ya da Konfüçyüs, İlahi Güç adını vereyim, kendimden yüksek bir güce inanıp inanmadığımı soruyor. Ona elektriğe ve doğadaki diğer güçlere inandığımı söylüyorum ama iş Tanrı’ya gelince, eğer varsa bile benim için hiçbir şey yapmadı diyorum. Sonra bana, onların haksız olduklarını düşünsem bile, yanlış davrandığım, kırdığım insanlara karşı hatalarımı telafi etmek isteyip istemediğimi soruyor. Kendi kendime dürüst olmayla, herkese kendimi anlatmaya ve içki sorunundan kurtulmak için başka insanları ve onların gereksinimlerini düşünmeye hazır ve istekli miyim? Cevabım “Her şeyi yaparım” oluyor. Adam “Öyleyse bütün sorunların sona erdi” deyip odadan çıkıyor. Aklından zoru var herhâlde.

Elime bir kitap alıp okumaya çalışıyorum ama bir türlü kendimi veremiyorum. Yatağa yatıp ışığı söndürüyorum. Ama uyuyamıyorum. Birden aklıma bir şey geliyor. Tanıdığım bunca insan Tanrı hakkında yanılıyor olabilir mi? Bir de bakıyorum kendimi ve unutmak istediğim bazı şeyleri düşünmeye başlamışım. Zannettiğim gibi bir insan olmadığımı, kendimi, hep başkalarıyla kıyaslayarak ve her defasında kendimi kayırarak yargıladığımı anlamaya başlıyorum. Tam bir şok bu. Tıpkı bir ses gibi bir düşünce geldi aklıma. “Sen kim oluyorsun da Tanrı yok diyorsun?” Kafamda çınlıyor; kurtulamıyorum bu sesten. Yataktan kalkıp az önce konuştuğum adamın odasına gidiyorum. Kitap okuyor. “Sana bir soru sormam gerek” diyorum. “Duanın bu işle ne ilgisi var?” Şöyle yanıtlıyor sorumu: “Muhtemelen sen de benim gibi dua etmeyi denemişsindir. Başın sıkıştığında ‘Tanrım, ne olur şöyle olsun, böyle olsun’ demişsindir. Eğer istediğin olursa, mesele yok. Olmadığı takdirde ‘Tanrı falan yok’ ya da ‘Tanrı benim için hiçbir şey yapmıyor’ der çıkarsın işin içinden. Öyle değil mi?” “Öyle” diyorum. “Ama doğrusu bu değil” diye sürdürüyor konuşmasını. “Şöyle diyeceksin. ‘İşte ben buyum ve sorunlarım da bunlar. Her şeyi içinden çıkılmaz bir hâle getirdim ve artık elimden hiçbir şey gelmiyor.’ Bu senin sorunu yanıtlıyor mu?” “Yanıtlıyor” deyip yatağa dönüyorum. Söylediklerinin bir anlamı yok. Birden müthiş bir umutsuzluğa, yeise kapılıyorum. Cehennemin en dibindeyim. Ve buradan büyük bir ümit doğuyor. Belki de doğrudur söyledikleri.

Yataktan çıkıp dizlerimin üstüne çöküyorum. Ne söylediğimin farkında değilim. Fakat üzerine yavaş yavaş bir huzur çöküyor. Ayaklarım yerden kesilmiş gibi hissediyorum. Tanrı’ya inanıyorum. Yatağa dönüyor ve bir çocuk gibi uyuyorum. Arkadaşımı bir gece önce bir grup kadın ve erkek ziyaret etmiş. Beni onlarla tanışmam için davet ediyor. Çok neşeli bir topluluk. Hayatımda hiç bu kadar neşeli insanlar görmedim. Konuşuyoruz. Karımı düşünüyorum. Ona yazmam gerek. Gruptaki kızlardan biri karıma telefon etmemi öneriyor. Çok iyi bir fikir! Karım sesimi duyar duymaz beni yaşama döndüren cevabı bulduğumu anlıyor ve New York’a geliyor.

Hastaneden çıkıyorum. Birlikte yeni bulduğum dostlarımı ziyarete gidiyoruz. Tekrar evimdeyim. Dostlarımı kaybettim. Beni anlayan insanlar benden çok uzakta. Eski sorunlar ve endişeler üşüşüyor beynime. Ailemin fertleri beni kızdırıyor. Her şey kötü gidiyor. Canım sıkkın ve mutsuzum. Belki bir içki –şapkamı giydiğim gibi arabaya atlıyorum. Başka insanlarla birlikte ol demişlerdi New York’takiler bana. Ziyaret etmemi söyledikleri bir adamı görmeye gidiyorum. Şimdi çok daha iyiyim. İçkiyi unuttum bile. Trendeyim, kente gidiyorum. Karımı evde bıraktım, hastaydı. Evden ayrılarak ona çok kötü davranmış oldum. Çok mutsuzum. Kente vardığımda birkaç kişinin faydası olur. Müthiş bir korkuya kapılıyorum. Yanımdaki koltukta oturan yabancıyla konuşuyorum. Korku ve delice fikirlerim yok oluyor.

Evde işler iyi gitmiyor. Önceden olduğu gibi başıma buyruk davranamıyorum. Karımı ve çocuklarımı suçluyorum. Öfkeleniyorum, daha önce hiç hissetmediğim gibi bir öfke bu. Dayanamayacağım. Çantamı toplayıp çıkıp gidiyorum. Anlayışlı arkadaşlarımla birlikte kalıyorum. Bazı bakımlardan nerede hata yaptığımı görüyorum. Artık öfkeli değilim. Eve dönüyor ve hatalarımdan dolayı özür diliyorum. Tekrar sakinleştim. Fakat karşılık beklemeksizin yapıcı bir sevgi göstermem gerektiğini hâlâ anlamadım. Bunu ancak daha pek çok olay yaşadıktan sonra öğrenebileceğim. Yine efkârlıyım. Evi satıp çekip gitmek istiyorum. Bana yardım edebilecek alkolikleri bulabileceğim, dostlarımı bulabileceğim yerlere gitmek istiyorum.

Biri telefon ediyor bana. İki haftadır durmaksızın içen genç bir adamı yanıma alabilir miyim diye soruyor. Kısa bir süre sonra başka alkolikler ve başka sorunları olan insanlar geliyor. Tanrı’yı oynuyorum. Bu insanların hepsini ıslah edebilecekmişim gibi geliyor; aynı zamanda müthiş bir eğitimden geçiyorum ve yeni arkadaşlar ediniyorum. Her şey berbat. Para durumum hiç iyi değil. Para kazanmak için bir yol bulmalıyım. Ailem para harcamaktan başka bir şey düşünmüyor. İnsanlar beni rahatsız ediyor. Okumaya çalışıyorum. Dua etmeye çalışıyorum. Hüzünlüyüm. Tanrı neden beni bıraktı? Evin içinde dolanıp duruyorum. Ağzımı bıçak açmıyor. Hiç dışarı çıkmıyorum, hiçbir yere gitmiyorum. Neler oluyor. Anlayamıyorum. Böyle yürümeyecek. İçip sarhoş olacağım! Soğukkanlılıkla, düşünüp taşınılarak verilmiş bir karar bu.

Garajın üzerindeki odayı küçük bir daire hâline getirip kitaplarımı ve içme suyu koyuyorum. Kente gidip içki ve yiyecek alacağım. Bu küçük daireye gelinceye kadar içmeyeceğim. Sonra kendimi buraya kilitleyip kitap okuyacağım. Bir yandan okurken bir yandan da uzun aralıklarla içkimden küçük küçük yudumlar alacağım. ‘Çakırkeyif’ olup öyle de kalacağım. Arabaya binip gidiyorum. Yarı yolda birden aklıma bir şey geliyor. Dürüst davranacağım. Karıma ne yapacağımı anlatacağım. Geri dönüp eve gidiyorum. Karımı, baş başa konuşabileceğimiz bir odaya çağırıyorum. Niyetimi ona sakin sakin anlatıyorum. Hiç sesini çıkartmıyor. Hiç tepki göstermiyor. Son derece sakin. Konuşmam bittiğinde, bütün planlarım saçma sapan geliyor bana. İçimde hiç korku yok artık. Fikrimin çılgınlığına gülüyorum. Karımla başka şeyler konuşuyoruz. Zaaftan güç doğdu. Nasıl oldu da az daha şeytana uyuyordum hiç anlamıyorum. İçki içmeyi düşündüğümde, maddi başarıya ulaşma isteğimin, alkoliklere yardım etme isteğine üstün geldiğini daha sonra anlıyorum. Karakterin temel taşının dürüstlük olduğunu, en yüksek dürüstlük kavramıyla hareket ettiğimizde dürüstlük duygumuzun çok geliştiğini öğreniyorum. Şimdi artık şunu iyi biliyorum: Dürüstlük gerçeğin ta kendisidir ve bu gerçek bizi özgürlüğe götürecektir.

 

(7) ÖZGÜRLÜĞE KAVUŞAN MAHKÛM

Cinayet suçundan yıllarca hapiste yattıktan sonra, eğer dışarıda kalmak istiyorsa, aradığının AA olduğunu anladı.

İçmeye daha çocukken, on dört yaşıma bastığım günden çok kısa bir süre sonra başladım. Babam hayattaydı ve onun istediği biçimde hareket etmek zorunda olduğum için gizli gizli içiyordum. Sonra babam öldü; böylece ona duyduğum korkudan kurtuldum. Artık babamla ilgili hiçbir endişem olmayacaktı. Çete arkadaşlarımla nerede sabah orada akşam dolaşıp duruyordum. O yıllarda başıma bir şey gelmedi.

Kıyamet sonra koptu. Her şey 23 Temmuz/da başladı. Sarhoş oldum. Dört gün sonra 27 Temmuz/da eve döndüğümde kapıda bir dedektif bekliyordu. Meğer bu dört günden birinde tabancayla bir adam öldürmüşüm, bir diğerini de neredeyse öldürüyormuşum. Hemen tutuklandım. Kefalet talebi reddedildi, mahkeme gününü beklemek üzere cezaevine gönderildim. Hakkımda birinci dereceden cinayet suçlamasıyla dava açıldı. Mahkeme bir hafta kadar sürdü; idam edilip edilmeyeceğim bilinmiyordu. Her neyse, ikinci derece cinayetten suçlu bulundum. Bu suçun cezası en az yirmi yıl, en çok da müebbetti. Bu arada, ikinci suçumdan, cinayete teşebbüsten de on beş yıl yedim. Böylece cezam otuz beş yıl oldu, azamisi yine müebbetti.

28 Ekim’de otuz beş yılın otuz üç yıl altı ayını çekmek üzere Sing Sing hapisanesine gönderildim. Öyle iyi hâlden ceza indirimi falan yoktu. Fakat zaman içinde cezamı indiren yasalar çıkarıldı. Sing Sing’de yaklaşık 6-7 hafta kaldım ve sonunda Adirondacks’de Dannemora’ya gönderildim. On sekiz yıl kaldım burada. Bir gözüm hastalandı. Sing Sing’e transfer oldum ve ameliyat edildim. Burada on ay kadar kaldıktan sonra Wallhill diye bir rehabilitasyon merkezine gönderdiler beni. Son on yedi ayımı Wallhill’de geçirdim; AA ile ilk tanışmam da burada oldu.

AA adını ilk duyduğumda ilk harften ibaret oluşu dışında hiçbir şey ifade etmiyordu benim için. Fakat rehabilitasyon merkezindeki bazı arkadaşlarım aktif olarak programdaydılar ve AA’ya gerçekten inanıyorlardı. Benim de gitmemi istiyorlardı. Bir akşam gitmeye karar verdim çünkü arkadaşlarımdan ikisi toplantıda konuşacaktı. Birkaç kişi daha toplayıp gittim; bana bir şey vereceği için değil, sırf eğlence olsun diye. Toplantı başlamadan evvel dışarıdan bir grup daha geldi. Soytarılık yapmaktan vazgeçecek kadar terbiyem vardı; oturup dinledim.

İlk konuşmacının anlattıklarının yanında benim yaşadıklarım solda sıfır kalırdı. İçki yüzünden defalarca hapse ve akıl hastanelerine girip çıkmış, trafik kazalarında yaralanmıştı. Toplantı bitti, hücrelerimize geri döndük. Bana izlenimlerimi sordular. ‘Bana göre değil’ dedim. ‘O zavallı ayyaşlar herhâlde doktora gitmişler; doktor da onlara içkiyi bırakırlarsa üç hafta yaşayacaklarını, bırakmazlarsa bir hafta içinde öleceklerini söylemiş.’

O zamanlar AA’ya yaklaşımım böyleydi işte. Yine de o iki arkadaşım toplantılara gideyim diye dil döküp duruyorlardı. Dışarıdan gelen olduğunda gidiyordum. Parmaklıkların ardında yirmi yedi yıl dokuz ay kaldıktan sonra nihayet şartlı salıverildim. Bir avantajım vardı; sokaklara dönmeden önce AA’nın ne olduğunu biliyordum; tümüyle yabancısı değildim ve eğer yeniden hapse girmek istemiyorsam, gitmem gereken yer AA’ydı. Fakat dışarı çıkar çıkmaz fikrimi değiştirdim. İlk bir ay boyunca AA’ya gitmek yerine sağa sola takıldım. Rapor vermek üzere gittiğimde şartlı salıverilmede görevli memur bana AA’ya gidip gitmediğimi soruyor ben de hep ‘Hayır’ diyordum. ‘Nerede olduklarını ve ne zaman toplantı yaptıklarını bilmiyorum. Programdan kimseyi de tanımıyorum.’

Üçüncü kez rapor verdikten sonra kente gittim ve eski çeteden tanıdığım birkaç kişiye rastladım. Sonrası malûm. Ertesi sabah sendeleye sendeleye eve döndüm. Oraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Annem kapıyı açtığında neredeyse yüzüstü düşüyordum. ‘Yine aynı şeyleri mi yaşatacaksın bana!’ diye sordu. Şöyle bir durdum. ‘Hayır’ dedim.

Hapiste kaldığım 27 yıl dokuz ay boyunca beni hiç yalnız bırakmayan tek insan annem. Bugün hâlâ hayatta ve 82 yaşında. Böylece ilk fırsatta bir AA toplantısına gittim ve dinledim. AA’dan birkaç kişiye takıldım, bu şekilde kendimi meşgul ediyor ve dolayısıyla kente gitmeyi düşünmüyordum.

On ay böyle idare ettim. Ondan sonra AA’larla birlikte olmak yerine yine eski arkadaşlarımı buldum ve kaydım. Aklımı başıma getiren de bu oldu. O günden sonra AA’ya sıkı sıkıya yapıştım, programı gün gün uyguladım. Hiç büyük konuşmadım. Dört yıllık ayıklıktan sonra hayatım şimdi biraz daha iyiye gidiyor. Hiçbir şeyden pişmanlık duymuyorum. Ne eski çeteyi ne de onların partilerini özlüyorum. Bütün insanlar gibi kendimi iyi hissettiğim günler de var kötü hissettiğim günler de. Hayatım bir gül bahçesi değil, fakat AA’daki iyi insanların yardımıyla bütün sıkıntıların üstesinden gelebiliyorum. Canımı sıkan bir şey ortaya çıktığında bara gidip içki içmek yerine telefon kulübesine girip, zor zamanımda aramam için bana adını ve telefon numarasını veren birini arıyorum. İçimde kin, kırgınlık yok. Kötü bir geçmişim var ama başkalarının hikâyelerini dinledikten sonra geçmişimi kafama takmıyorum. Güvenebileceğim ve beni destekleyen AA’lar gibi insanlar ve AA gibi bir program olduğu için çok şanslıyım.

 

(8) UMUTSUZLUKTAN İÇİYORDU

İşini elinde tutmak için içiyordu; eşini elinde tutmak için içiyordu; aklına sahip olabilmek için içiyordu. Sonunda, o minik adamlardan, garip seslerden, duvarlardan üstüne gelen org müziğinden kaçabilmek için içmeye başladı.

AA’nın var olduğu bir çağda yaşadığım, böyle bir kuruluştan yararlanabildiğim için çok şanslıyım. Dört yıl kadar önce, çok kötü bir durumda bulunduğum bir anda beni AA’ya götürdüğü için Yüksek Gücüme minnettarım. Benim içki modelim ortalama bir AA’nınkinden farklı değil. AA’ya katıldıktan sonra çizgi dışı bir içkici olmadığımı anladım. Oysa kendimin hem olağanüstü hem de zeki bir sarhoş olduğumu sanırdım.

AA’ya ilk katıldığımızda çoğumuz şaşkınlık içinde oluruz çünkü genellikle her birimiz kendi ölçülerimizde dibe vurmuşuzdur ve ne yapacağımızı bilemez durumdayızdır. Tıpkı hikâyede olduğu gibi: AA’ya yeni gelen birine rehberi “Bak oğlum, Yüksek bir Güce inanıyor musun?” diye soruyor. Aldığı yanıt ise şu: “Elbette; yıllardır evliyim onunla.” İşte böyle karmakarışıktır kafamız. Sonra toplantılara katılır, diğer AA’ları tanırız. Artık yapılacak tek iş onları izlemektir.

İçkiye 16 yaşında başladım. Sosyal içkiciliğim çok kısa sürdü. İçtiğim miktar iyice arttı ve film kopmaları başladı. Başlangıçta bunları eğlenceli buluyordum ama çok geçmeden durum ciddileşti. Artık sabahları da içiyordum. Ne var ki gerçeklerden, özellikle kendimle ilgili gerçeklerden nefret ediyordum. Orduya yazılana kadar böyle sürdü her şey. Askere giden çoğumuz gibi, ordu yaşamının her soruna çözüm getireceğini, yepyeni bir hayatım olacağını düşünmüştüm. Fakat belki de girdiğimden de beter bir sarhoş olarak döndüm geri, çünkü şimdi çok daha öfke doluydum.

New York’a döndüğüm günü hatırlıyorum. Bu, kente ikinci gelişimdi. İlkinde İrlanda’dan henüz çıkmış bir delikanlıydım. Şimdi ise askerlik arkadaşlarımla beraberdim. Çoğunun gözlerinde geri dönmekten ne kadar mutlu olduklarını gösteren yaşlar vardı. Benim içinse her şey farklıydı; elimde olmadan geçmişi düşünüyor, geleceğimin de nasıl olacağını aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Pek de güzel bir gelecek değildi beni bekleyen. Kendimle yüzleşiyordum sanki ve hiç hoşuma gitmiyordu bu.

New York’a iner inmez hemen bir bara gittim. Birkaç içkiden sonra dünyayı tozpembe görmeye başlamıştım. Askere gitmeden önce çıktığım kızla evlendim. İçtiğimi biliyordu. Sadece ailesi değil kendi annem bile umutsuz bir ayyaş olduğumu ve bu konuda kimsenin elinden bir şey gelmeyeceğini, içkiyi asla bırakmayacağımı ve sonunda onun kalbinin kırılacağını söyleyerek uyarmışlardı nişanlımı. Fakat inancı ve umudu vardı (bende ise her ikisi de yoktu).

Evlendikten sonra ilk dokuz ay boyunca ayıktım. Karımın hatırına içmedim. Dokuz ayın sonunda bir akşam bir partiye gittik ve ilk içkimi içtim. Her şeyi başlatanın o ilk içki olduğundan haberim yoktu. İçiş o içiş. Kısa sürede yine eskisi gibi içmeye başladım. Üstelik şimdi daha da sık içiyordum. Ben öyle içkiyi azaltacak biri değildim; tamamen bırakmam gerekiyordu. Fakat ben sürekli içiyordum. Böyle içki içmenin hiç tadı yoktur. Artık zevk alamaz, çakırkeyif olamazsınız. Başka çareniz olmadığı için içersiniz. Ben titremelerim dursun, o minik adamları görmeyeyim, o garip sesleri, duvarlardan gelen org müziğini duymayayım diye içiyordum; işimi, evimi, karımı, aklımı kaybetmemek için içiyordum.

Bir âdetim vardı; içki satan yerler kapanmadan az önce, sabaha karşı iki ya da üçte bir bara gider, beni sabah sekize –barların yeniden açıldığı saate- kadar idare edecek şekilde kafayı çeker, eve dönerdim. Sonra saat sekize on kala, bizim gibilerin çok iyi bildiği gibi, yine sokaklara dökülür, ‘alkolikler resmigeçidine’ katılıp köşedeki barın açılmasını beklerken bizim evin bulunduğu blokun etrafında kim bilir kaç defa tur atardım.

Bir sabah ayıldığımda saat dördü geçiyordu. Barlar çoktan kapanmıştı. Çok kafam bozulmuştu ama şimdi iyi ki öyle olmuş diyorum. Yatağımda öyle oturmuş şimdi ne yapacağım diye kara kara düşünüyordum. Birden bir yolunu bulup içkiyi bırakmam gerektiğini fark ettim. Diğer bir seçenek ise kendimi öldürmekti. Bu pek çok kez aklıma gelmişti. Bir an gelecek kafayı tam bulacağım ve bu hep böyle devam edecek diye ödüm kopuyordu. Aslında böyle bir şey söz konusu bile olamazdı tabii, çünkü ben öyle yarım yamalak sarhoş olanlardan değildim.

Artık yolun sonuna geldiğimi hissediyordum. Yıllardır aklıma bile getirmediğim Tanrı’dan yardım istedim. Hayatımda ilk kez dürüstçe ve samimiyetle yardım istiyordum. Ve Tanrı bana elini uzattı. İlk deliriumları geçirirken bana yardım eden aile doktorumuza gittim. O da beni Al-Anonlara gönderdi ve onların aracılığıyla AA ile tanıştım.

AA’dakiler gibi insanların var olduğunu öğrenmem hayatımda yepyeni bir dönem başlattı. Birinci Basamak önümde bir kapı açtı. Çok ama çok basitti. Çok fazla içki içtiğim için hayatım yönetilemez hâle gelmişti. Çok sık ve çok fazla miktarlarda içiyordum. Orada bir iskemlede öylece oturmuş, alkolün darmadağın ettiği beynimle sürekli tekrarlıyordum. “Acaba olur mu? Acaba bana bir yararı dokunur mu?”

Sonra ilk toplantıma gittim. Ben çok şanslı bir alkoliğim. Tanrı hem içkili hem de ayık günlerimde hep yanımda oldu. Programa girdiğimden beri çok şükür ayağım kaymadı. Elbette arada içkisizlik titremelerim oldu ama üzerinde durmaya değmez çünkü hepsi geçiyor. O ilk içkiye elimi uzatma noktasına hiç gelmedim.

AA’da dinlediğim arkadaşların öğütlerini tuttum; programa sımsıkı yapıştım. Birisi şöyle demişti. “İçerken hiç yarı sarhoş olmadın. Kafayı tam buluncaya kadar içiyordun. Bu programda da yarım yamalak önlemler yok. Programı sonuna kadar uygulayacaksın.” Böylece elimden geldiği kadar çok sayıda toplantıya katıldım. Bizler AA’da iyileşmenin ve ayık yaşamanın basamaklarını öğreniyoruz. Her basamağın yeri ayrı; her birinden farklı biçimlerde yararlanıyoruz.

AA’da pek çok dost buldum; dürüstlükle dua etmeyi öğrendim. İnsan burada ihtiyaç duyduğu anlayışı buluyor. İlk başta On İki Basamak kafanızı karıştırabilir. Fakat toplantılara katıldıkça ve daha çok sayıda AA tanıdıkça hepsini çok daha iyi anlayacaksınız. Koşmaya başlamadan önce yürümeyi öğrenmeniz gerekiyor. Onun için de bazı sloganlarımız var. ‘Her şeyin bir sırası var.’ ‘Acele işe şeytan karışır’ deyip acele etmemeyi öğreniyoruz. Bundan dolayı da vicdan araştırmamı sadece günün sonunda değil, gün boyu yapıyorum. Her gün sokağa çıkmadan önce durup her şeyi gözden geçiriyor ve vicdanımın bana önderlik etmesini dileyerek güne başlıyorum. Benim için AA bir yaşam biçimidir.

 

(9) BİR SUBAYIN ÖYKÜSÜ

İrlanda asıllı İngiliz subayıydı, yani konyak onu ‘emekli’ edinceye kadar subaydı. Ama bu geçici bir emeklilikti. AA ona hayatta kalmayı öğretti.

Ben bir İrlandalıyım. AA’ya katıldığımda 49 yaşındaydım. O zamanlar erkek çocuklarını İngiliz ordusuna göndermek İrlandalı aileler arasında aşağı yukarı bir gelenekti. Çok mutlu bir çocukluğum oldu. Dönüp geriye baktığımda beni içkiye iten hiçbir şey bulamıyorum geçmişimde. Cizvit papazları tarafından yönetilen çok iyi bir okula gittim. Herkesle çok iyi geçinirdim. Görevli olarak Hindistan’a gönderilmem söz konusuydu ki bu da insanların sizin kafanıza güvendikleri anlamına geliyordu.

Müziği çok severdim. Koroda solisttim; ayrıca orkestranın baş viyolonistiydim. Kısacası, geçmişimde beni içmeye itecek en ufak bir şey yoktu. Sonra Almanya’da bir yıl okula gittim ve bir gün, hayatımda ilk kez, sarhoş oldum. Bu bir hataydı. İçtiğim şarap fena hâlde çarpmıştı beni. O sarhoş hâlimle okula dönüp papazın odasına gittim; ona hakkında neler düşündüğümü söyledim. Bundan hiç hoşlanmadı tabii. Beni okul müdürüne şikâyet etti. Müdür beni okuldan atmaya kalktı. Fakat ona okuldaki tek İngiliz öğrenci olduğum için böyle bir şey yaparsa, bunun okul için hiç de iyi bir reklam olmayacağını hatırlatınca paçayı kurtardım. Tatil başlamak üzereydi; birbirimizden dostça ayrıldık.

İki yıl Dublin Üniversitesine gittim ve 1916’da İngiliz Askeri Koleji Sandhurst’e gönderilmek üzere aday gösterildim. Savaş başlamıştı, dolayısıyla Sandhurst’teki kurs sekiz aylık kısa bir kurstu. O zamana kadar hiçbir içki sorunum yoktu. Aslında konyakla likör arasındaki farkı ayırt edemezdim bile. Fakat Fransa’da ne yaptığıma karışan kimse olmadan yaşarken içmeye başladım.

Başlangıçta, herkes gibi ben de içtiğim içkiyi kontrol edebiliyordum. Ne var ki daha o günlerde bile bir kez içmeye başladım mı gittiğim partiden en son ayrılan ben oluyordum. Savaş bittikten sonra Almanya’da bir yıl kadar daha kaldık. İngiltere’de garnizonda normal yaşantıma dönünce benim yaşımdaki insanlardan çok daha fazla içtiğimi fark ettim. Pek üzerinde durmadım çünkü o zamanlar aylarca içmediğim oluyordu; canım da pek istemiyordu. Hatta içmediğimin farkına bile varmıyordum. Sanırım o günlerde orduda da şimdiye göre daha az içiliyordu.

Savaş sırasında hem gençler hem de yaşı daha ileri olanlar barış zamanına göre daha fazla içmeye başlamışlardı. Ben ise kendi yaşıtlarımla kıyaslanamayacak kadar çok içiyordum. Fakat işinizi yapmayı sürdürdüğünüz ve kendinizi utanç verici bir duruma düşürmediğiniz sürece toplum dışı olmuyordunuz ve kimse sizin özel yaşamınıza karışmıyordu. Hâlâ formdaydım, spor yapıyordum.

Sonra tekrar görevli olarak, bu kez dört yıllığına, Almanya’ya gittim. Tek başıma yürüttüğüm bir işti bu ve tam bana göreydi. Karışanım görüşenim yoktu ve herhangi bir teftiş olduğu zaman da işin içinden yüzümün akıyla çıkabiliyordum. Elbette içki içiyordum ve içki hayatımda gitgide daha önemli bir duruma geliyordu. Almanya’da uzun süre yalnız çalıştım. Ardından Hindistan’a gönderildim. İşte orada ipin ucunu iyice kaçırdım. Artık günü birlik değil, iki, hatta üç gün dur-durak dinlemeden içiyordum.

1926 yılıydı. Hindistan’da ortam içki içmeye uygundu. Bungalovlarda yaşıyorduk. Amerika’da olduğu gibi diğer subaylarla aynı yemekhanelerde yemek yemiyor, aynı yatakhanede uyumuyorduk. Bir-iki kere içkiyi bırakma kampanyası yapıldı. Bu kampanyaları kazasız belasız atlattım. Sporda da hâlâ çok başarılıydım ve bu da kusurlarımın göz ardı edilmesine yetiyordu.

Sonra alayda yönetim değişikliği oldu. Yeni komutanla birbirimizden hiç hoşlanmamıştık. Sürekli beni gözlemeye başladı. Açığımı yakalaması çok sürmedi ama neyse ki yukarılarda tanıdıklarım vardı da her şeyi bir süre örtbas ettiler. İşler benim için çok kötüye giderken Habeş Savaşı başladı ve görevli olarak Mısır’a gittim. Yirmi altı yıldır ordudaydım ve gariptir, üstlerim pek de güvenilir bir insan olmadığımı bildikleri hâlde bana yine de çok önemli görevler veriliyordu.

Neyse, Mısır ve Filistin’deki iş yaklaşık iki yıl sürdü. Daha sonra aynı alayda başka bir tabura nakledildim. Yeni taburumda geçmişim pek bilinmediği için olaysız bir dört yıl daha geçirmeyi başardım. Bu arada küçük bir adada askeri birlik komutanı olarak altı ay kaldım. Fakat vali ile ters düştüğüm için adadan ayrıldım. Bir akşam valinin verdiği bir yemeye sarhoş gitmiş, valiyi bir köşeye kıstırıp adayı nasıl daha iyi yönetebileceğine dair birkaç şey söylemiştim. On beş gün geçti geçmedi eski birliğime dönme emri geldi. Yine de şanslı sayılırım çünkü divanıharbe verilip ordudan atılabilirdim. Ondan sonra birliğimle birlikte Süveyş’te oldukça zor bir 3-4 ay yaşadım. Komutan benimle ancak mecbur kaldıkça konuşuyordu; o da ne mal olduğumu bildiğini, ne kadar önemsiz biri olduğumu ve buradan çekip gitsem ne kadar memnun olacağını söylemek için. Nedense, bu mecburiyet çok sık çıkıyordu ortaya!

İkinci Dünya Savaşı patladı ve bana bir kez daha, Süveyş’e askeri birlik sevkiyatı gibi önemli bir görev verildi. Bu görevde dört ay kalabildim. Yemek yemeye vakit bulamadığım için sürekli içiyordum. Dört ay sonra beni geri gönderdiler. Komutanın canına tak etmiş olmalı ki burada tıbbi yetkililere yazmış ve hastaneye yatırılıp içki sorunumun izlenmesi gerektiğini bildirmiş. Gözetim altına alındım, alkolik olduğumu anlamakta hiç zorlanmadılar. Bu benim için hiçbir şey ifade etmiyordu çünkü alkolik olmak ne demektir, hiç fikrim yoktu. Bu sırada Sudan’daydım. İki ay hastanede yattım. Ardından Mısır’a gönderildim; Sudan’dan Mısır’a gitmek üç gün sürüyordu. Yanıma bir de refakatçi verdiler.

Mısır’a vardığımızda ikimiz de bitkindik. Birkaç ay ve birçok maceradan sonra bir kez daha geri gönderildim. Bundan üç ay sonra sicilim yurda ulaştı ve ordudan bir mektup aldım. Mektupta çok nazik bir dille, tıbbi nedenlerle emekliye ayrıldığımı bildiriyorlardı. Fakat ben, asıl nedeni bildiklerinden ve ismimin yanında kocaman bir çarpı işareti bulunduğundan adım gibi emindim. Geri dönmeme asla izin verilmeyecekti. Duygularım karmakarışıktı. Özelikle savaş sırasında ordudan atıldığım için çok utanıyordum; ben buna müstehak değildim. Garip değil mi, o ana kadar hâlâ içkimi kontrol edebildiğime inanıyordum. Demek içtiğim için kapının önüne konmuştum, öyle mi? Pekâlâ, onlara ne kadar yanıldıklarını gösterecektim. Çıkıp içmeye gittim. Ondan sonraki iki haftayı hiç hatırlamıyorum.

Artık bir sivildim. Bana tamamen yabancı bir dünyadaydım ve çok korkuyordum. Kendimi eve kapadım. Evde oturduğum süre içinde benim bu duruma düşmeme sebep olan doktora karşı müthiş bir hınç oluştu içimde. O aptalın bildiği tek şey ücretini almaktı; bir daha asla hiçbir doktora güvenmemeye karar verdim.

Londra’ya dönerken, bakalım içkinin tadını unutmuş muyum diye bir içki içeyim dedim; o gece beni yatağıma taşımak zorunda kalmışlar. Yer değişimi tedavisi uygulamak için İrlanda’ya dönüp oraya yerleşmeye karar verdim. Dublin’e gittiğimde hiçbir arkadaşımı bulamadım. Hepsi gitmişti. Bütün bunlar 1941 yılında oldu. İşim gücüm yoktu; herhangi bir işe sıfırdan başlamak için ise çok yaşlıydım! Buna inandırmıştım kendimi. Amaçsız dolaşıyordum. Emekli aylığım vardı; sürekli içiyordum. Altı yıl sürdü bu. Durumum giderek kötüleşiyordu. Sonunda annem kendi seçtiği bir uzmanla görüşmemi istedi. Adamı gidip gördüm; uzun uzun konuştuk. Bana dedi ki: “Şu anda tımarhaneye kapatılacak kadar deli değilsin; fakat kısa sürede o da olacak, tabii eğer yaşarsan”. Bu sözler iki hafta kadar uykularımı kaçırdı. Ya delirirsem ya zaten delirmişsem diye korku içindeydim.

Kendi kendimi anlayamıyordum. Çok mutsuzdum fakat elimden bir şey gelmiyordu. Ama en kötüsü, her şeyin defalarca tekrarlanacak olmasıydı, ta ben ölünceye kadar. Bir çıkış yolu bulamıyor, umutsuzluğa kapılıyordum. Bütün umudum hayatımın kalanını elimden geldiği kadar güzel geçirmekti; ne var ki içkisiz bir yaşamı hayal bile edemiyordum. İçkiyi bırakmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Biraz evvel de söylediğim gibi, annemin beni gönderdiği uzmanın içime düşürdüğü korku iki-üç hafta sürmüştü. Ondan sonra üç ay süreyle aşağı yukarı hiç aralıksız içtim; bu benim içkiyi son içişimdi. Sonunda bir gün annem gelip, altı yıldır bana yardım edebilmek umuduyla evini bana açtığını ama artık bana yardımcı olmaya çalışmaya değmeyeceğine inandığını söyledi ve pılımı pırtımı toplayıp hayatlarından çıkıp gitmemi istedi.

Tarih 28 Nisan 1947. O sabah ilk kez ne durumda olduğumun farkına vardım. Artık hastaneye yatmanın, doktora gitmenin, papazlarla konuşmanın falan bir yararı yoktu. Hepsini denemiştim. Annem bu kez çok ciddiydi. Onun daha önce hiç böyle acımasız davrandığını görmemiştim, kadıncağızı suçlayamazdım doğrusu. Ben şimdi ne yapacağım diye düşünmeye başladım. Değil bavul toplamak, elimi kaldıracak bile hâlim yoktu. Birden AA ile ilgili gazetede okuduğum bir yazı geldi aklıma; işte bunu henüz denememiştim. O zamanlar AA Dublin grubu Pazartesi akşamları toplanıyordu ve o gün de şansıma pazartesiydi. Hemen o akşam toplantıya gittim. Ailemle konuşmuştum; eğer AA’nın bir faydası olursa bir süre daha evde kalabileceğimi söylemişlerdi fakat bende hiçbir değişiklik görmezlerse, hemen ertesi gün evden ayrılacaktım.

Ailemle bu anlaşmayı yapar yapmaz kendimi tuzağa düşmüş gibi hissettim. Hemen çıkıp dört bardak cin içtim. Zaten son altı yıldır muntazaman sakinleştirici haplar alıyordum. Toplantı salonuna girdiğimde sarhoştum, hapların etkisi altındaydım ve bütün vücudum titriyordu. Toplantı Dublin’de bir lokantada yapılıyordu. Açık toplantıydı. Salonda 35-40 kişi vardı. Orada bulunan herkesin alkolik olduğunu sanıyordum. Zaten alkolik olmayan birinin orada ne işi olabilirdi. İlk tepkim ‘Hayır, burası bana göre bir yer değil’ oldu. Herkes derli-toplu giyinmişti; bir alkoliğe göre fazla mutlu, fazla normaldiler. O akşam kafam iyi olduğu için konuşulanların çoğundan pek bir anlam çıkartamadım. Her şeye rağmen bu insanların bir zamanlar çok içtiklerini fakat kendilerini kurtarmayı başardıklarını anlamıştım. Beni en çok etkileyen husus, içkiyi bırakmış olmaktan çok memnun olmalarıydı. İçimde bir umut ışığı yakan da bu oldu. Eğer bu sıradan insanlar bu işi becerebilmişlerse, benim gibi akıllı biri haydi haydi yapabilirdi; böylece AA’ya katıldım. Sanırım o gece manevi açıdan dibe vurmuştum çünkü ondan sonra içkiyi bir daha hiç canım çekmedi.

O Nisan akşamından beri AA, sadece içkiden vazgeçirmekle kalmadı, hayata döndürdü beni. Tüm dünyaya tek başıma baş kaldıramayacağımı, diğer insanların arasına katılmam gerektiğini anlamamı sağladı. Ayıklığımı başkalarıyla paylaştığımda ayık kalabileceğimi; kendi iyiliğim için, acı çeken alkoliklere yardım etmem gerektiğini öğretti. Gerçek yardımseverliğin ve başkalarına yardım etmek için gerekli olan şeyin sadece para değil bir şeyler yapma isteği olduğunu öğrenmeye devam ediyorum. Diğer alkoliklerin hikâyelerini dinledikçe, kendine acımanın faydasızlığını anladım. Başarının başarısızlığa, başarısızlığın da başarıya dönüşebildiğini ve elinden gelen her şeyi yapmış bir insanın yaşamı bir bütün olarak değerlendirildiğinde başarının da başarısızlığın da fazla bir önemi olmadığını öğrendim. AA, Yaradan’ı ve O’na karşı görevlerimi bilincime çıkartmamı sağladı. Bu beni öyle mutlu etti ki.

Annem ben AA’ya girdikten sonra beş yıl daha yaşadı; ömrünün son iki yılında gözleri hiç görmüyordu. Bana en çok ihtiyaç duyduğu anlarda ayık olarak onun yanında olmamı tümüyle AA’ya borçluyum.

 

(10) YENİ BİR ŞANS

Yoksul ve siyah bir kadındı; alkol tüm hayatını yönetiyordu. Hayatın yaşanmaya değer bir tarafı olmadığına inanıyordu. Hapse düştüğünde önünde yeni bir kapı açıldı.

Afro-Amerikan bir alkoliğim. Ne zaman alkolik olduğumu bilmiyorum ama çok sık ve çok fazla içtiğim için alkolik olduğuma inanıyorum. Hep, yoksul olduğum için –ya da gerçekle ilgisi olmayan nedenlerle içtiğime, alkolün etkilerinden hoşlandığıma, içtiğimde büyük ve zengin bir insan olduğuma inandım. Çok fazla içtiğimi, içkiye harcadığım parayla iki küçük oğluma yiyecek alabileceğimi hiç kabul etmiyordum. Zaman geçtikçe daha da fazla içer oldum. Hiçbir işte fazla tutunamıyordum, çünkü hiç kimse bir sarhoşla çalışmak istemiyordu. Bütün arkadaşlarım ya bar işletiyor ya da içki satıyordu ama hiçbir ilişkim uzun süreli olmadı. Ben sarhoş olup sızınca ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Sonra öyle bir noktaya geldim ki artık her içişimde tutuklanıyordum. Bu tutuklanmalarımdan birinde, yargıç benim kurtarılmaya değecek bir insan olduğumu düşünmüş olmalı ki beni hapse atmak yerine bir aylığına AA’ya gönderdi. Gittim. Daha doğrusu bedenim gitti. Orada bulunduğum her saniye işkence çektim. Toplantı bir an evvel bitse de gidip içsem diye düşünüyordum. Toplantıdan önce içmeye korkmuştum. Ağzımdan alkol kokusu alırlarsa beni bir odaya kilitlerler sanıyordum; şişem olmaksızın yaşayamazdım. Beni ayyaşlarla dolu bir yere gönderdiği için yargıçtan da nefret ediyordum.

Ben alkolik falan değildim! Tamam, ara sıra biraz fazla içiyor olabilirdim –içtiğimi herkes biliyordu zaten. Fakat tanıdıklarımın hiçbiri barlarda sızıp kalmıyor; kış günü ayakkabılarını kaybetmiş olarak ayılmıyor ya da iskemleden yerlere yuvarlanmıyordu. Saydıklarımın hepsini yaşadım ben. Tanıdıklarımın hiçbiri kiralarını ödemedikleri için kış ortasında ev sahipleri tarafından kapının önüne konmamıştı. Ama viski benim için oğullarıma vereceğim bir yuvadan çok daha önemliydi. Her şey öyle bir hâle geldi ki sokağa çıkmaya korkuyordum.

Annelere Yardım Derneği’ne gittim. Bu, alkolik bir kadının başına gelebilecek en büyük felaketti. Her ay, her iyi annenin yapacağı gibi, maaş çekimi getirecek postacının yolunu gözlerdim. Fakat çekimi alır almaz yaptığım ilk iş en iyi elbisemi giyip içkici arkadaşlarımı bulmak için dışarı çıkmak olurdu. Bir kez içmeye başlayınca da ne kirayı ödemek gelirdi aklıma ne de eve yiyecek götürmek ya da oğlanlara ayakkabı almak. Bütün param bitinceye kadar eve dönmezdim. Beş kuruşum kalmadığında ise pişmanlıklar içinde kıvranarak geri gelir, bir dahaki çek gelinceye kadar ne yapacağımı düşünmeye başlardım.

Giderek dışarı çıktığımda evin yolunu bulamaz oldum. Ayıldığımda, kendimi oda oda kiraya verilen külüstür apartmanlardan birinin hamamböcekleri kaynaşan bir odasında bulduğum çok oldu. Viskiye param yetmeyince şarap içmeye başladım. O kadar perişan bir hâldeydim ki artık arkadaşlarımdan utanıyor, dolayısıyla da aklınıza gelebilecek en berbat barlarda içiyordum. Eğer gün ışığında dışarı çıkıyorsam, kimse beni görmesin diye ara sokaklardan yürüyordum.

Babam papazdı (hâlâ da papazdır); ona rastlayacağım ya da biri nerede olduğumu söyleyecek diye ödüm kopuyordu. Daha çok gençken bir Noel’de sarhoş olduğumda bana neler yaptığını çok iyi hatırlıyordum. Yaşamak için hiçbir amacım kalmamıştı; pek çok kez intihar etmeye kalkıştım. Fakat her seferinde gözümü, yeni bir tedaviye başlamak üzere, bir psikiyatri kliniğinde açtım. Bir süre sonra bir akıl hastanesinde olmanın kusursuz bir bahane olduğunu fark ettim. Polisler hastaneye gelecek olurlarsa doktorlar onlara deli olduğumu, ne yaptığımı bilmediğimi anlatacaklardı. Ne yazık ki doktorum bütün sorunumun çok fazla içmekten ibaret olduğunu söyledi bana. Eğer bir kez daha kliniğe gidecek olursam beni doğru devlet hastanesine göndereceğini bildirdi. Bu hiç işime gelmediği için kliniğe gitmekten vazgeçtim.

O andan itibaren de garip şeyler olmaya başladı. Gözlerim mosmor uyanıyor, neler olduğunu hatırlayamıyordum. Ya da bir bakıyordum cebimde –nereden bulduğum hakkında en ufak bir fikrimin bile olmadığı- bir tomar para var. Daha sonra mağazalardan elbise çalıp sattığımı öğrendim.

Bir sabah cebimde bin dolar buldum. Acaba bunlar nereden geldi diye düşünürken içeri hayatımda gördüğüm en iriyarı iki polis girdi ve beni hapse götürdüler. Kadının birine bir kürk manto sattığım çıktı ortaya. Polisler kadını bulmuş, o da mantoyu benden aldığını söylemiş. Kefaletle serbest bırakıldım ama mahkemeye çıkınca yargıç bana 30 gün hapis cezası verdi. Cezamı tamamlayıp çıkınca eski yaşantıma döndüm ama uzun sürmedi. Bana bir adam öldürdüğümü söylediler; oysa ben kesinlikle hiçbir şey hatırlamıyordum. Çok sarhoş olduğum için sadece 20 yıl hapis cezasına çarptırıldım.

Tanrı’nın yardımıyla yalnızca üç yıl yattım. AA’ya işte bu sırada girdim. Dışarıdayken reddetmiştim AA’yı ama içeride onlar bana tekrar gelmişlerdi. Bugün, bana bir şans daha verdiği ve başka alkoliklere yardım edebildiğim için Yüksek Gücüme ve AA’ya minnet duyuyorum.

Bir yıldır evimdeyim; dört yıldır da bir yudum içki bile içki içmedim. AA’ya katıldığımdan beri hayatımda sahip olmadığım kadar çok arkadaşım oldu –beni ve benim iyiliğimi düşünen, sahip olduğuma ya da hapiste yatmış olmama aldırmayan dostlar. Bana bir insan olarak yaklaşıyor, ayık kalmam için ellerinden geleni yapıyorlar. Artık iki oğlumun saygısını da kazandım. Hayatımda o kadar çok mucize oldu ki bunlar gerçekten benim başıma mı geliyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanki rüya görüyormuşum da uyanıverecekmişim gibi geliyor.

Beni rahatsız eden tek şey yaşadığım kentteki AA’da yalnızca beş siyah olması. Onlar da AA’nın etkinliklerine pek katılmıyorlar. Bunun nedenini bilmiyorum ama AA’da herkese yetecek kadar çok iş var. Umarım kimsenin duygularını incitmemişimdir fakat herhâlde hepimiz bir gün büyüyüp değişeceğiz. Siyahlar toplantılara gitmekten korkuyorlar. Bilmelerini isterim ki korkacak bir şey yok, çünkü toplantılarda kimse kimseyi ısırmıyor. AA’da ırk ayrımı yok. Hepimiz insanız ve kim olursa olsun herkese kucak açarız. AA’dakiler aktif alkoliklerin çektiği bütün acıları çok iyi biliyorlar çünkü kendileri de aynı ızdıraplardan geliyorlar.

Bu satırları büyük AA toplantısı (Convention) sırasında yazıyorum. Burada yalnızca beyazlar var. Kimse beni henüz yemedi! Eğer aynaya bakmasam siyah olduğum aklıma bile gelmeyecek. Herkes bana kendilerinden biriymişim gibi davranıyor ve ben gerçekten de onlarda biriyim. Hepimiz aynı hastalıktan muzdaribiz ve ancak birbirimize yardım ederek ayık kalabiliyoruz. Umarım bu satırlarım umutsuzluk içinde çırpınan bir alkoliğe bir umut kapısı açar. Artık içmek için bahaneler bulmaktan ve başınızı belaya sokmaktan vazgeçin, çünkü bir çıkış yolu var. Bizim sahip olduklarımızı siz de istiyorsanız bize gelin ve kendinize bir şans tanıyın.

 

(11) ÖLÜMÜN EŞİĞİNDEN DÖNDÜ

Son derece hırslı bir oyun yazarıydı. Beynini öylesine zorladı ki kendini öldürürcesine içmeye başladı. Yaşamayı öğreninceye kadar az daha hayatını kaybediyordu.

Sessiz sedasız, hiç kimseyi rahatsız etmeden kendimi içkiyle öldürmeye karar verdiğim günü çok iyi hatırlıyorum. 36 yıldır hep güvenilir bir insan olarak görülmekten fakat erdemleri asla ödüllendirilmemiş bir kişi olmaktan bıkıp usanmıştım. Böyle düşünmeye başladığım –daha doğrusu böyle olduğuna karar verdiğim gün- o çizgiyi aştım ve aktif bir alkolik oldum. Belki şöyle de söyleyebilirim: O gün böyle bir karar vererek içki üzerindeki her türlü denetimden vazgeçtim. İşler iyi gitmiyordu, şöhreti yakalamamıştım. Bundan gizli bir zevk duyuyordum çünkü böylece eğer dünya benim etrafımda dönmüyorsa ben de artık parmağımı bile kıpırdatmayacaktım.

Ben –çelikten yapılmış, yüksek idealleri olan, iyi yetiştirilmiş, okulda şeref listelerinden inmemiş, genç yaşta başarıya ulaşmış, bu satırların yazarı ben, Bob, bütün dünyaya tepeden bakıyor, küçümsüyordum ve onurlu bir insan olarak da yapabileceğim tek şey kendimi her şey ve herkesten soyutlamaktı. İntihar biraz sert bir tepki olacaktı (aslında korkuyordum); ben de kendimi yok etmenin yavaş, hoş, özel bir yolu olarak martinileri seçtim. Nasıl intihar edeceğim benden başka kimseyi ilgilendirmezdi –yani, ben böyle düşünüyordum.

Bir ay içinde polisle başım derde girdi, hastaneye kaldırıldım; hiç tanımadığım bir sürü insan, birçok yakın arkadaşım ve bütün yakın akrabalarım öyle ya da böyle içki sorunuma bulaştılar. Ayrıca bir sarhoşun nasıl soyulacağını çok iyi bilen birtakım insanların eline düşüp defalarca saatimi ve cüzdanımı çaldırdım. (Üç ay gibi bir süre içinde para aldığım her gün –yani iki haftada bir- on dolarlık bir kol saati aldığımı hatırlıyorum. Saatleri aldığım dükkânın sahibi pek şaşıyordu bana. Savaş vardı, ben de saatleri askerdeki arkadaşlarıma armağan olarak vermek için aldığımı söylemiştim.)

Bir karar vermem gereken gün geldiğinde alkolik olduğumu kabul ve itiraf etmedim. Damarlarımdaki asil güneyli kan, böylesine aşağılayıcı bir şeyi kabul edemiyordu. Hayır, böyle bir şey olamazdı. Kendi kendime bir şarkı uydurmuştum: “Bob’a da ne oldu? Bob, alkolü buldu.” İşte durumumu en iyi bu sözcükler anlatıyordu. Bu şarkıyı söyleyerek kıkır kıkır gülerdim. İstihza kendimi aşağılamaya, kendimi aşağılama zavallı kadersiz Bob’a, o harikulade zeki ve başarılı öğrenciye, sorumluluk cılız omuzlarına çok çabuk ve çok erken yaşta yüklenmiş ve bu ağır sorumlulukların ağırlığıyla sendelemiş fakat gıkı bile çıkmamış zavallı öksüz çocuğa acımaya, kendine acımaya dönüştü. Sonunda bu adam bu dünyanın kendisine layık bir yer olmadığına, dolayısıyla bu dünyayı durdurup aşağı inmeye karar vermişti. Zavallı Bob!

Olayın başka bir yönü –gerçek bir yönü vardı. Aslında ararsam, çok bahane bulabilirdim. Yalnızlık çekiyordum. Ayrıca, nefret ettiğim, son derece tekdüze, ortak hiçbir yanım olmayan insanlarla yürütmek zorunda olduğum bir işte çalışmak zorundaydım, çünkü yaşamak için paraya ihtiyacım vardı. Fiziksel bahanem ise şöyle: Kardeşlerin en küçüğü ve en kısa boylusuydum; gözlük taktığım için ‘dört göz’ diyorlardı; tam bir kitap kurduydum ve futbol takımının kaptanı olan çocuk Latince bilmediği için fena hâlde canım sıkılıyordu. Fakat okulda bir ilah, bücür bir entelektüeldim.

İşin bir de babamla ilgili yönü var. On bir yaşımdayken babam, bana verdiği bir sözden döndüğü için ona karşı bütün saygımı yitirmiştim. Babam, tamamen masum olduğum bir durumda, benim suçlu olduğumu düşünmüş, ne kadar dil döktüysem de suçsuz olduğuma inanmamıştı. Sonunda, babam daha fazla üzülmesin diye ‘suçumu itiraf etmiş’ ve ‘affedilmiştim’. Ama bu aramızda kalacaktı. Ne var ki ‘suçum’, aylar sonra, son derece sert bir insan olan babaannemin önünde söz konusu edilmişti. Gerçi babamın neden bahsettiğini sadece ikimiz biliyorduk ama yine de verdiği sözü bozmuştu. Bir daha babama hiç güvenemedim ve yaklaşamadım. Öldüğünde kılım bile kıpırdamadı. Benim tavırlarımdan dolayı babamın çektiği ızdırabı ancak otuz beş yaşıma geldiğimde anladım, onu affettim ve yeniden sevdim. Çünkü benim üzerime attığı suçu aslında babam işlemişti fakat bu suç bütün aileye ızdırap çektirmişti ve babam en küçük oğlunun kendine trajik bir yaşam tarzı seçtiğine şahit olduğunu düşünüyordu. Bütün bunlar üzerimde bir baskı oluşturuyordu.

35 yaşıma geldiğimde birkaç yıldır içiyordum; sıkıntılarım çok daha önce başlamıştı aslında. AA’da bize içme nedenlerimizi bulmaya çalışmamamız söylenir. Fakat olayların sebeplerini araştırmak benim tabiatımda var. Dolayısıyla kendim neden içtiğimi anlamadan rahat etmem mümkün değildi. Ne var ki bulduğum sebepleri bir kenara itip kendime bir içki daha ısmarladım. Çünkü bu sebepleri kabul edip ona göre davranmak, boyumla ters orantılı olan kocaman egom için dayanılmaz bir darbe olurdu.

Bir de komik bir aşk hikâyem var –“O cücenin âşık olduğunu düşünebiliyor musunuz”. Yüreğim ızdıraplarla kıvranırken, aklım bu işin olmayacağını söylüyordu. O benim ilk aşkımdı ve bir daha hiçbir zaman ayı duyguları tadamadım.

39 yaşındayken dünyanın en büyük yazarı olmak için kibirli bir tutku içindeydim fakat dünyaya söyleyebileceğim önemli bir şey yoktu. Parasal açıdan korkularım vardı ama koşullarımı iyileştirmek için herhangi bir girişimde bulunmaya çekiniyordum. ‘Ya yanlış anlaşılırsam’ kuşkusu içindeydim. Çünkü boyum büyümemişti ama ünüm büyüyordu. Aslında ‘yanlış anlaşılma’ bir mazeretten ibaretti; ‘gizli bahçem’di –açıkça söylemek gerekirse, yaşamdan kaçıştı ve bu kaçıştan vazgeçmeye hiç mi hiç niyetim yoktu.

Bir süre, uzun bir süre, aklımızın duygularımızın önüne geçmesine katlanabiliriz. Fakat yıllar geçtikçe her şey dayanılmaz bir hâle gelir. Yetişkin bir adamın beyni ve kibir, bencillik, boş gurur, kıskançlık, toplum tarafından kabul görme özlemi gibi çocukça duygular insanı alkole iten en önemli etkenler hâline geliverir. Duyguların aklın seviyesine gelememesi, çok daha geride kalması –alkolizmi böyle tanımlıyorum ben. Yetişkin, hem de enikonu yetişkin alkolikler olduğunu biliyorum; ama bence onlar yalnızca, kendilerinin yetişkin birer insan olduğunu düşünmeye çabalıyorlar ve bu çabaların yarattığı gerilim de yetersizlik duygusu, en ünlü, en aranan kişi, en iyinin en iyisi olmaya çalışmanın getirdiği çocukça kibir- içmelerine neden oluyor. Tüm bunlara da olgunlaşmamış olmanın, ‘hamlık’ın –günümüzün sevilen deyişiyle- ‘telafisi’ deniyor. Keşke kısa yoldan olgunlaşmanın yollarını bilsem.

Ben, kendi yarattığım ve tek ve mutlak yöneticisi olduğum bir evren istiyordum. Aslında demek istediğim şuydu: Ben, “her zaman haklı” olmak zorundayım. Bu ise ancak Tanrı’ya mahsustur. Uzun lafın kısası, Tanrı olmak istiyordum. Hâlâ da istiyorum. O’nun ‘evlat’larından biri olmak, insan olmak istiyorum. Tıpkı bir çocuğun babasının bir parçası olarak istemesi gibi, ben de Tanrı’nın bir parçası olmak istiyorum. Geçmişte, hayatımda, hiç kimse ve hiçbir şey ile gideremediğim bir anlamsızlık vardı. Şimdi ise yaşamın amacını biliyorum. Yaşamın amacı ‘yaratmak’tır; bu insana büyük bir mutluluk veriyor. YARATMAK: Herkes yaratıyor. Kimi yaratıcılık icgüdü düzeyinde, kimisi sanat olarak çıkıyor ortaya. Benim için ise insanın etkinliği –yani, diğer insanlarla yaratıcı bir beraberlik- anlamına geliyor. Böyle bir beraberlikte, karşımdaki insanda Tanrı’yı görüyor ve Tanrı’ya yürekten bağlanıyorum. Eğer söylediklerimde, herkesçe bilinen gerçekleri yeni keşfetmiş birinin havası varsa, tecrübesizliğime verin; ama ben bunların hepsini tek tek anlamak ve öğrenmek zorundaydım.

Bernard Shaw’un “Hayal gücünden yoksun insanları hatırı için İsa’nın her nesilde yeniden mi çarmıha gerilmesi gerekiyor?” diye haykırdığı kişilerin kulakları çınlasın. Yoğun içki içtiğim dönem yedi yıl kadar sürdü. Bu yıllar içinde dokuz defa tutuklandım, biri, alkoliklerin tedavi edildiği bir klinik olmak üzere iki defa hastanede yattım, üç işten kovuldum –ikisi gerçekten çok iyi işlerdi. İçgüdülerime ve eğitimime rağmen bütün bu olayları yaşamış olmam inanılır gibi değil. (Bu son cümleyi karalamaya hazırlanıyordum ki vazgeçtim. İçimdeki ego ve kibir nasıl ortaya çıktı, görüyor musunuz? Tutuklanmak, hastanede yatmak, hapse düşmek, işinden kovulmak, eğitim ve içgüdülerine rağmen, başka insanların hoşuna gidermiş gibi! AA’da geçirdiğim sekiz yıldan sonra “eğitim ve içgüdülerime rağmen” diyorsam, kendimi hala bazı ‘ayrıcalıklar’a sahip ‘özel’ bir insan olarak görüyorum demektir. Okuyucunun beni bağışlamasını rica ediyorum. Bundan sonra, sahip olabilmek için hep dua ettiğim bir alçakgönüllülükle yazmaya çalışacağım.)

Hiçbir zaman ‘gizli gizli’ içmedim; evimde hiçbir zaman içki bulundurmadım. Konuşabileceğim ilginç bir kişi bulmak umuduyla hep bir bardan çıkıp ötekine gider, her barda bir martini içerdim. Tabii ki aslında istediğim şey, beni dinleyecek birini bulmaktı. Çünkü midemde birkaç bardak martiniyle özlemini çektiğim gibi büyük yazar oluveriyordum ve benim üst düzey edebi teorilerimi dinleyecek ve dehamdan yararlanacak bir dinleyici mutlaka düşüyordu elime. Eğer dinleyicim de sarhoşsa, tek taraflı sohbetim birkaç martini sürüyordu. İçkiler bendendi tabii. Yok eğer yeteri kadar sarhoş değilse, onu hemen edebi dehayı anlamayan dargörüşlüler sınıfına sokuyor; başka bir bara yeni bir kurban aramaya gidiyordum.

Uzun lafın kısası, beni tatmin eden tek şey alkoldü. İçtiğim vakit, kısa bir süre, hep olmak istediğim büyük adam oluyordum. Her an sarhoş gezmek için bundan daha salakça bir sebep olabilir mi? Ayıldığımda, duygularımın önüne geçen beynimde hep bir soru yankılanıyordu: Büyük adam olmak için ne yaptın ya da ne yazdın? Bu soru duygularımı öylesine incitiyordu ki geriye yapacak tek bir iş kalıyordu: yine içmek. Böylece olması gereken şey oluyordu, unutuyordum. Ne derece sarhoş olduğuma bağlı olarak ya kavga ediyor ya da sızıyordum. “Eli sopalı bir küçük adam, büyük bir adamla eşittir” düsturumdu. Bazen iri yarı bir adamla sadece ve sadece o iriyarı ben de ufak tefek olduğum için dövüşüyordum. Bu dövüşlerin yara izlerini hâlâ yüzümde taşıyorum. Dayak yiyen hep bendim, çünkü ‘sopa’ elimde değil hayalimde vardı.

Uykum geldiğinde nerede olursam olayım, elbiselerimi çıkarıp yatmak gibi bir huyum vardı. Bir keresinde aynı şeyi Times Meydanında Paramount Tiyatrosunun önünde yaptım. Olmayacak bir iş yaptığımın farkında bile değildim. Tam üzerimde son parça çamaşırım kalana kadar soyunmuştum ki bir ambulans gelip beni hastaneye götürdü; daha sonra arkadaşlarım gelip beni kurtardılar.

Bir başka akşam, polis beni getirip geçici bir süre yanında kaldığım bir arkadaşımın evine teslim etmişti. O gece tiyatro aktristi güzel bir hanımla yemeğe çıkmış, onu New York’un tiyatrolar semtinde çok gözde olan bir lokanta-bar’a götürmüştüm. Fakat bilinen nedenlerle bu hanım daha sonra benimle birlikte olmak istememişti. Hatırladığım son şey, ondan ayrıldıktan sonra lokantaya geri döndüğümdü. Fakat görevli bir polis beni o gece bu lokantadan çok uzakta bir garajda ‘yatmaya hazırlanırken’ bulmuş.

Yine soyulmuştum; bu defa hırsız gözlüklerimi de çalmıştı (çerçeve altındı). Polis beni saat sabahın dördünde, şaşkın ve öfkeden deliye dönmüş arkadaşıma teslim eder etmez ben hemen çantamı açıp –isterseniz hikâyenin burasını polis memurundan dinleyelim: “Çok iyi, neyse ki yedek bir külotu varmış.” Teşekkürler memur bey, şu anda her neredeyseniz!

Bu arkadaşımın evinde geçici bir süre kaldığımı söylemiştim. Bunun nedeni ise bir ev tutacak kadar paramın olmayışıydı. Gerçi sarhoş olacak kadar para buluyordum ama tabii ki içki evden daha önemliydi. Böyle olaylar bir hatta iki kez olduğunda insana komik gelebilir. Ama her Allah’ın günü yaşandığında korkunç, alçaltıcı ve trajik oluyor. Olayları yaşayan kişinin –benim- neler olduğunu anladığı hâlde içkiyi durduracak herhangi bir şey yapmayı kabul etmemesi trajedinin boyutlarını daha da büyütüyor.

O anlayışlı arkadaşlarım teker teker uzaklaştı, gitti. Bana her zaman maddi yardım yapmış olan ailem, telefon edip artık para göndermeyeceklerini ve eve de gidemeyeceğimi söyledi. Az önce “içkiyi durduracak herhangi bir şey yapmayı kabul etmemek” dedim. İşin aslı şu ki ben içkiyi nasıl bırakabileceğimi bilmiyordum ve ayrıca gerçekten bırakmak da istemiyordum. Alkolün ve alkolün verdiği her şeyi unutma duygusunun yerine koyabileceğim hiçbir şey yoktu. İçmezsem, gerçek anlamda yalnız kalacaktım. Böylesine sadık bir dosta, elimde kalan son dosta, sırtımı dönecek kadar vefasız olmam mümkün değildi. Çekip gitmemi söylerken biraz gözyaşı döken (çok çalışkan bir elemandım) patronum beni işten atınca eve döndüm.

Bir işe girdim ve kısa bir süre alkolden uzak durmayı başardım. Fakat bu durum uzun sürmedi; doğup büyüdüğüm, öğrenciyken herkesin benimle övündüğü bu kentte üst üste beş Cuma gecesini hapiste geçirdim. Bira içip zil zurna sarhoş olmuştum. (Aslında birayı hiç sevmem ama bulabildiğim tek içkiydi.) Sonunda amcam beni hapisten çıkarmak için kefaletimi ödemek üzere geldiğinde, ailemizde böyle şeylerin hoş karşılanmadığını söyledi. Benim yanıtım ise “Amca şu parayı öde de çekip gidelim” oldu.

Cehennemde gibiydim. Oradan oraya dolaşıyor, huzur bulmak için kıvranıyor, gençliğimin mutlu anılarını düşünüp şu andaki ‘ben’den nefret ediyordum. Çok sevdiğim kız kardeşimin mezarı başında içkiyi bırakmaya yemin ettim. Samimiydim. İçkiyi bırakmak istiyordum. Ama bu işi nasıl yapacağımı bilmiyordum. AA’yla tanışmıştım ama her şeyin bir komedi olduğunu düşünmüş ve insanların ızdıraplarını ve iyileşmelerini nasıl açık açık anlattıklarını dinleyip eğlensinler diye arkadaşlarımı da toplantılara götürmüştüm. Ben iyileştiğimi sanıyordum ama aslında durumum daha da kötüye gitmişti. Ölümcül hastaydım. AA’nın bana hiç faydası olmamıştı. Bunun gerçek nedenini ise daha sonra öğrendim; çünkü benim de AA’ya hiç yararım dokunmamıştı.

Vaktiyle gözbebeği olduğum çok saygıdeğer bir öğretmenimin önünde bir rezalet çıkarınca bu kentten de ayrıldım. Şu anki hâlimle, geçmişimin erkek çocuğu ve delikanlısıyla yüzleşemezdim. New York’a geri döndüm. Henüz benden bıkıp usanmamış ya da son kuruşlarını henüz ellerinden almadığım dostların cömertliklerini sonuna kadar kullanarak bir yıl nerede akşam orada sabah yaşadım. Bulabildiğimde –bence- ufak tefek ve önemsiz işlerde çalıştım. Daha iyisi elimden gelmiyordu. Yıllar önce büyük bir yıldızın başrolünü oynadığı piyesimin sahnelendiği tiyatronun önünden geçtim; ızdıraplar içinde kıvranıyordum. Hatta bu yıldızdan borç para istemiştim de bana ‘Bob, n’olur benden borç isteme, benden para istememiş tek insan sensin’ demişti. Yine de para almıştım ondan; buna mecburdum.

On gün sürekli içtim; bu benim son içki içmem oldu. Tanrı’ya şükür bütün bunlar artık gerilerde kaldı. Yine ufak bir miktar borç para bulup çocukluğumdan beri tanıdığım bir doktorun evine gitmiştim. Bahçesine bir tabela asmasına yardım edecektim; dışarıda sıfırın altında 5 derecede çalıştık. Beş parasızdım; sırtımdaki elbiselerimden başka hiçbir şeyim yoktu. Doktor bana bir soru sordu: “Bob, yaşamak mı istiyorsun yoksa ölmek mi?” Çok ciddiydi, bunun farkındaydım. Son on günlük içki maratonunda neler olduğunu pek hatırlamıyordum. Ama daha önce çektiğim ızdıraplar ve boşa harcadığım yıllar hâlâ aklımdaydı.

Kırk altı yaşındaydım. Kim bilir belki de artık ölme zamanım gelmişti. Hiç umut yoktu –en azından ben öyle sanıyordum. “Sanırım yaşamak istiyorum” dedim yavaşça. Ve gerçekten de yaşamak istiyordum. O andan sekiz yıl sonrasına, yani bugüne kadar da bir daha hiç içki içme isteği duymadım. Yardımına sığındığım Yüksek Gücümün sıcak sevgisi ve gücüyle beni sarıp sarmaladığına, O’nun beni asla terk etmemiş olduğuna inanıyorum.

Doktorla eve gittik. Isınmak için kendine bir lokma konyak koyup kalanı bana verdi. Şişeyi masanın üzerine koydum ve gidip bir fincan kahve yaptım. O günden sonra da ağzıma bir daha içki koymadım. Sakın her şeyin bu kadar basit ve kolay olduğunu sanmayın. Basit diyorum, evet, içkiyi bıraktım çünkü alkol hakkındaki fikrimi değiştirdim ve geri dönmedim. Fakat sonraki yıllar boyunca AA’da istekle, şevkle çalıştım. Yakındaki kentlerden birinde birkaç yıl önce bir AA grubu kurmaya çalışmış olan bir su tesisatçısı vardı. Onu buldum ve ikimiz grubu yeniden kurduk. Grubumuz gittikçe güçleniyor. Böyle bir işte çalıştığım için kendimi çok şanslı sayıyorum. Dibe batmış pek çok kişinin yeniden ayakta durmayı öğrendiklerini görmenin zevkini yaşadım ve kendim de mutluluğa yürüdüm. ‘İyilik yap, denize at’ ne anlama geliyor, artık çok iyi biliyorum.

Ödemem gereken on bin dolar borcum vardı. Şimdi hemen hemen hepsini ödedim, çok yakında bitecek. Şimdiye kadar hiç denemediğim bir konuda yepyeni bir meslek sahibi oldum. Çok iyi eleştiriler alan bir kitap yayımladım. Okuduğum üniversiteye hoca olarak atandım. Artık bütün ailem, sevdiklerim, tüm arkadaşlarım bana daha yakın, beni şimdiye kadar olmadığı kadar çok seviyorlar. Bir sürü arkadaşım var. Hepsi de sekiz yıl önce ölümün eşiğinde bir insan enkazı olduğuma inanamadıklarını söylüyor. Onlara dokuz defa tutuklandığımı, iki kez alkol tedavisi gördüğümü anlattığımda hikâyemi ilginç hâle getirmek için abarttığımı sanıyorlar. Ama ben abartmadığımı biliyorum. Hapishanelerin ne berbat yerler olduğunu, demir parmaklıklar arkasında olmanın ne kadar korkunç olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Keşke hiç hapse düşmeseydim, keşke herkes AA’ya gelebilse; çünkü eğer herkes AA’da olsa hapishanelere hiç gerek kalmazdı.

AA, benim için şimdiye kadar okuduğum olumlu ve temelinde sevgi olan bütün felsefelerin bir sentezi. Tek bir yasa olduğunu öğrendim: Sevgi yasası. Ve iki de günah var: Birincisi, bir başkasının büyümesini, gelişmesini engellemek; diğeri ise insanın kendi büyümesini, gelişimini engellemesi. Hâlâ iyi bir piyes yazmak ve bu piyesin sahneye konulmasını görmek istiyorum. Tıpkı, alkolle mücadelemi anlattığım bu öykü gibi, oyunum da anonim (adsız) olabilir. Tek isteğim bazı fikirleri okuyucunun dikkatine sunmak. Kişisel başarı ve ün önemli değil; çok iyi yapabildiğime inandığım bir işi sürdürebilecek kadar param olsa, bu bana yeter.

Ayağa kalktım ve uzun uzun baktım hayata. Bazı değerler buldum: İlk bakışta çelişkili gibi görünen bir şey var; yaşamını kaybetmiş bir kişi yeniden buluyor onu. Ne kadar çok verirseniz, o kadar çok alıyorsunuz. Kendinizi ne kadar az düşünürseniz, o kadar büyük bir insan oluyorsunuz.

AA’da hiçbir şey için asla geç değil. Ben her şeye yeniden başladım. Kırk dört yaşındayken bir dileğim vardı: ‘Keşke şimdi bildiklerimle, hayatımı baştan yaşayabilsem’; işte bu dileğim gerçek oldu. Şimdi, geçmişte öğrendiklerimi bilerek yaşıyorum. Umarım, bildiklerimin bir parçasını –yaşamın zevkini, ilahi sevginin karşı konulmaz ve iyileştirici gücünü ve hissetmesini bilen bizlerin iyi ve kötü arasındaki farkı görebilecek bilgiye sahip olduğumuzu ve iyiyi seçerek mutluluğa ulaşabileceğimiz gerçeğini sizlere aktarabilmişimdir.

 

(12) AA ONA AYIK YAŞAMAYI ÖĞRETTİ

“Tanrı’nın yardımıyla, bir daha asla içkiyle uğraşmak zorunda kalmayabiliriz fakat ayıklığımızla her gün uğraşmak zorundayız.”

AA’ya katılalı çok az bir zaman olmuştu ki eskilerden birinden duyduğum sözler o gün bu gündür kulağıma küpe olmuştur: “AA bize içkimizi değil, ayıklığımızı idare etmeyi öğretir.” Sanırım, içkimle başa çıkabilmenin tek yolunun içkiyi bırakmak olduğunu hep biliyordum. On üç yaşındayken Yılbaşında babamın verdiği küçük bir bardak şeriyi içtikten sonra keyif ve heyecanla başım dönerek yatmış ve daha o gece bir daha içmeyeyim diye dua etmiştim! Ama duam tutmadı, üniversite çağına geldiğimde içtim. Çok daha sonra, tam kapasiteli bir alkolik olduğumda, insanlar bana içkiyi bırakmamı söylediler. Çoğu alkolikler gibi bırakmam gerektiğini ben de biliyordum –zaman zaman bıraktım da; bir defasında 10 ay boyunca kendi kendime bıraktım. Ayrıca hastanede yattığım zamanlarda da içmedim.

İçkiyi bırakmak marifet değil; asıl marifet ayık yaşamak.! Ayık kalmak için de AA’ya gelmem gerekiyordu. İçmemin nedeni ayık kalmayı beceremememdi zaten. Kansas’ta büyüdüm. Ailemin tek çocuğuydum. Annemle babam arada bir içerlerdi. Sık sık kentten kente taşınırdık. Liseye başlayıncaya kadar her yıl okul değiştirirdim. Hep okulda hep ‘yeni gelen sıska çocuk’tum ve her seferinde öbür çocuklar tarafından sınava tabi tutulup dayak yiyordum. Tam yeni arkadaşlar edinip kendimi kabul ettiriyordum ki taşınıyorduk.

Lisede çok başarılıydım. Üniversitede onur listesine girdim. İlk makalemi daha mezun olmadan bir dergiye sattım. Bu arada okul partilerinde içmeye başlamıştım. Mezun olduktan sonra yazarlık kariyerimi sürdürmek için New York’a gittim. Bir yayıncılık şirketinde iyi bir iş buldum. Ek iş olarak başka dergilerde de çalışıyordum. Herkes bana ‘harika çocuk’ dediği için ben de kendimi öyle görmeye başlamıştım. Bu arada, işten çıkınca, iş arkadaşlarımla birlikte barlara gidiyordum. 22 yaşındayken artık her gün içiyordum.

Daha sonra asteğmen olarak Donanma’ya katıldım ve amirallerin yapacakları konuşmaları yazmakla görevlendirildim. Bir süre sonra denize açıldık. Bir muhafız muhribinde topçu subayıydım; Donanma’dan ayrılırken kıdemli yüzbaşılığa yükselmiştim. İçkiliyken kavga çıkarmak suçundan bir iki defa da disiplin cezası almıştım. Donanma hizmetimin son yılında canlı, neşeli, güzel ve içmekten keyif alan bir kızla evlendim. Flört devremiz, gemim New York’dayken, genellikle barlarda, gece kulüplerinde geçti.

Balayımızda başucumuzda gece-gündüz buz gibi şampanya vardı. Model belirlenmişti. 29 yaşına geldiğimde, içki yüzünden hayatımı yönetmekte zorluk çekiyordum. Nörotik korkular içindeydim, ayrıca ara sıra bütün vücudumu kontrolsüz titremeler sarıyordu. ‘Kendine Yardım’ kitapları okudum. Bağnazca dine yöneldim. Sert alkollü içki içmemeye yemin edip sadece şarap içtim; şarap çok tatlı gelince biraya döndüm. Bira hafifti, içine biraz votka kattım –ve kısa sürede eskisinden de beter hâle geldim. Misafirlere içki hazırlama bahanesiyle gizli gizli içmeye başladım. O berbat akşamdan kalmalıklardan kurtulmak için sabah içkilerini keşfettim. Keşfeder keşfetmez de içme modelimin ve içki sorunumun bir parçası hâline geliverdi sabah içkileri.

‘Harika çocuk’ yoktu artık; kariyerimi kaybediyordum. Hâlâ hırslıydım ama ideallerim değişmiş, değerlerim çarpılmıştı. Pahalı elbiseler giymek, barmenlerin ben ısmarlamadan içkimi getirmeleri, şef garsonlar tarafından tanınmak ve en iyi masaya götürülmek, profesyonel bir kumarbaz aldırmazlığıyla büyük paralarla kumar oynamak –benim için değerli olan kavramlar bunlardı artık.

Sonra şaşkınlık, korku ve infial girdi hayatıma. İçtiğim her kadeh içkiyle birlikte gitgide daha fazla yalan söylüyor, kendimi daha fazla kandırıyordum. Artık yaşamımı sürdürmek ve günlük işlerimi yapabilmek için içmek zorundaydım. Hayal kırıklığına uğradığımda ya da işler aksi gittiğinde -ki her ikisi de oldukça sık başıma geliyordu- çözüm içmekti. Eleştirilmeye karşı zaten çok hassastım; bu hassasiyet şimdi aşırı bir hâle gelmişti. Birisi beni eleştirdiğinde ya da ayıplar nitelikte birkaç söz ettiğinde, tek sığınağım ve tesellim şişelerdi.

Bir iş toplantısı ya da akşam yemeği gibi önemli bir olay olduğunda, daha önceden içip kendimi takviye ediyordum. Ama genellikle dozu kaçırdığım için çok iyi bir izlenim uyandırmam gereken durumlarda kendimi rezil ediyordum. Bir örnek vereyim; karımın anne-babasının 50. evlilik yıldönümlerinde bizim evde, bütün ailenin bir araya geleceği bir parti verdik. Karımın dikkatli olmam konusundaki bütün yalvarmalarına rağmen, akşam eve zil-zurna sarhoş geldim. Elimde içkim, saklandığım piyanonun altından sürüklenerek çıkarılıp rezil bir hâlde odama kilitlendiğimi hatırlıyorum. En kötüsü, vicdan azabı çekiyordum. Çünkü yaptıklarım, kendimle ilgili beklentilerimle taban tabana zıttı. Bu ızdırabı alkolle uyuşturmak zorundaydım. Tabii ki, içtikçe beklentilerim mantıksızlaşıyor, başarısızlığım artıyordu. Ve ben daha da çok içiyordum.

Kırk yaşımda, karnımda kocaman bir yumru oluştu; bir tümör olmasından korkuyordum. Doktor bunun aşırı derecede büyümüş olan karaciğerim olduğunu ve içkiyi mutlaka bırakmam gerektiğini söyledi. Doktorun dediğini yaptım. Hiç kimsenin yardımı olmadan ve hiç zorluk çekmeden içkiyi bıraktım –sadece içkisiz bir yaşam bana hiç zevk vermiyordu, o kadar. Günlük yaşantımla, rahatlatıcım, uyuşturucum ve desteğim olmaksızın başa çıkmak zorundaydım. İşte bu hiç hoşuma gitmiyordu.

On ay sonra karaciğerim iyileşince yine içmeye başladım. Önce, fırsat düştükçe bir kadeh içiyordum. Sonra kadehlerin sayısı arttı, ama peş peşe içmiyordum. Fakat kısa zamanda eskisinden de çok içmeye başladım –her gün ve gün boyu içiyordum. Deliler gibi de kontrol etmeye çalışıyordum içkimi. Artık gizli gizli içiyordum çünkü içmemem gerektiğini herkes biliyordu. Dahası, gözde barlar ve kulüplerde içmek yerine, çantama bir şişe votka koyuyor, şişeyi gittiğim yerlerde tuvaletlere saklıyor, sonra da titremelerimi engellemeye çalışarak oralarda içiyordum.

Sonraki iki yıl içinde hastalığım çok ilerledi. Karaciğer büyümesi siroza çevirdi. Her sabah kusuyor, herhangi bir yemeği görmeye bile tahammül edemiyordum. Sık sık bilincimi yitiriyordum. Burnumda çok ciddi kanamalar oluyordu. Bütün vücudumda mosmor çürükler belirmişti. Öylesine güçsüzdüm ki zor yürüyordum. İşverenim beni ikaz ediyor, çocuklarım benden kaçıyordu. Gecenin bir vakti titreyerek, ter içinde ve korkuyla uyanıyor, karımın yanımda sessiz sessiz ağladığını duyuyordum. Doktorum içmeye devam ettiğim takdirde iç kanama geçirip ölebileceğimi söyledi. Ama artık bir seçim yapacak durumda değildim. İçmek zorundaydım.

Doktorumun söylediği çıktı sonunda. Bir toplantıya katılmak üzere Chicago’daydım; gece-gündüz içiyordum. Bir gün, birden kusmaya başladım; rektal kanama da vardı. Umutsuzluk içinde ölümümün eşim, çocuklarım ve hayatımdaki herkes için en iyi çözüm olacağını düşünüyordum. Bir sedyeye koyup hiç tanımadığım, bilmediğim bir hastaneye götürdüler beni.

Ertesi sabah uyandığımda her iki kolumda da serum takılıydı. Bir hafta içinde eve dönecek kadar iyileştim. Doktorlar, bir yudum bile içersem, bunun sonum olacağını söyledi. Dersimi aldım sanıyordum. Ne var ki kafam hâlâ karışıktı ve hâlâ yardım ve destek olmaksızın günlük hayatın zorluklarıyla başa çıkamıyordum.

İki ay içinde yeniden içmeye başladım. Altı ay içinde iki kanama daha geçirdim. Her ikisinde de, mucizevi bir şekilde, ölümden kıl payı kurtuldum. Her ikisinde de hatta daha hastanedeyken, içtim. Kan vermeleri biter bitmez, hastaneye kaçak olarak bir şişe votka sokmuştum. Sonunda doktorum benden artık hiçbir şekilde sorumlu olmayacağını söyledi ve beni aynı binada çalışan bir psikiyatriste gönderdi. Bu psikiyatrist –Tanrı’nın bir lütfu olsa gerek- alkolizm hakkında herkesten fazla bilgi sahibi olan Dr. Harry Tiebout’tu ve o sırada Adsız Alkoliklerin Genel Hizmet Mütevelli Kurulu’nun alkolik olmayan üyesiydi.

Beni AA’ya gönderen bu doktor oldu. AA’da bana bir rehber verildi ve toplantılara gitmeye başladım, fakat içmeye devam ediyordum. Birkaç gün sonra, beni asla içki bulamayacağım bir yere götürdüler. Burada Büyük Kitabı okudum ve böylece AA programının iyileşmeye giden yolunda yavaş yavaş ilerlemeye başladım.

Ayık günler ayık aylara ve ayık aylar da ayık yıllara dönüştükçe eski hayatımın enkazından yeni ve güzel bir yaşam çıktı ortaya. Eşimle ilişkilerim düzeldi. (Karım artık geceleri ağlamıyor.) çocuklarımız büyüdükçe, bana ihtiyaçları olduğu zamanlarda, bir baba olarak yanlarında oldum. İşimi toparladım; tekrar güvenilir bir insan olmuştum; terfi ettim. Sağlığıma kavuşunca spor da yapmaya başladım. Bütün bunları –ve daha birçok şeyi bana AA verdi. Ama en önemlisi, ayık yaşamayı öğretti. İnsanlarla ilişki kurmaya başladım. AA’ya katılmadan önce, alkol almadan, kimseyle doğru düzgün konuşamıyordum bile. Beni bir zamanlar şişenin başına götüren hayal kırıklıkları ve sorunlarla başa çıkmayı öğrendim. Oyunun kuralının içkiyi bırakmak değil, içkisiz yaşamak olduğunu anladım.

Alkolikler değişik yer ve zamanlarda içkiyi bırakabilirler –Adsız Alkolikler ise bize ayık yaşamın yollarını sunuyor. Tanrı’nın yardımıyla, biz AA’lar bir daha içkiyle hiç uğraşmak zorunda kalmayabiliriz fakat ayıklığımızla her gün uğraşmak zorundayız. Bunu nasıl mı yapıyoruz? Evvelden içkinin çözmesini beklediğimiz sorunlarla yüz yüze gelmeyi öğrenerek; bunu da toplantılara giderek ve On İki Basamağı hayata geçirerek başarıyoruz. Örneğin, kırgınlık ve kendine acıma gibi duygulardan uzak duruyoruz. Dördüncü ve Beşinci Basamakları yaparken kendimizi suçluluk duygusu ve pişmanlıklardan arındırıyoruz. Duygusal olarak, iyi ve kötüler arasında denge sağlamayı öğreniyoruz. Hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin edilemeyecek olan isteklerimizle, her zaman karşılanan ihtiyaçlarımız arasındaki farkı görebilmeyi başarıyoruz. Geçmişin sıkıntılarını ve geleceğin endişelerini bir kenara bırakıp, her gün bugünü yaşıyoruz. Tanrı bize “değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul edebilmemiz için huzur” bahşediyor –ani öfke patlamalarından ve eleştiriye karşı aşırı duyarlıktan kurtuluyoruz. Her şeyden öte, bir hayal âleminden çıkıp, gerçekleri kabul ediyoruz. İçtikçe hayal âleminin derinliklerine dalardım bir zamanlar. Elimde içkimle oturduğum bardan çok uzaklara, bir güç dünyasına, şan ve şöhret âlemine giderdim. Gerçek olmayan bir dünyada, bir rüyada yaşıyordum. AA beni hiç zorlamadan bu sahte dünyadan çıkardı ve gerçeklere severek, isteyerek kucak açmamı sağladı. Ve ben böyle bir dünyanın çok güzel olduğunu gördüm! Çünkü, nihayet kendimle ve başkalarıyla ve Tanrı ile barış içindeydim.